Engin Erkiner'in yazısının ikinci bölümünü okumak için tıklayın.
Önceki yıllarda cevap hemen verilebilirdi: Almanya.
İki Almanya'nın var olduğu 1990 öncesi koşullarda yabancılara yönelik en sert yasalar bu ülkelerde bulunurdu. Bu konuda Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) (Batı Almanya olarak da bilinirdi) ile Demokratik Almanya Cumhuriyeti (DAC) arasında ayrım yapmıyorum.
Her iki ülke de 1960 sonrasında yabancı işçiye ihtiyaç duydular. FAC bu işçileri Türkiye, Yunanistan, İtalya gibi ülkelerden getirirken, DAC ise Vietnam, Mozambik gibi ülkelerden yabancı işçi alıyordu.
DAC'deki Yabancılar Yasası sertlik yönünden FAC'dekine rahmet okutacak düzeydeydi. İki ülke de benzeri sert yasalarla başlamışlar, Batı'daki zaman içinde esnekleşirken, Doğu'daki aynı kalmıştı. DAC'deki yasa, yabancı işçilerin işleri biter bitmez ülkelerine dönmelerini öngörüyordu ve değişmeden de kaldı.
1990'lı yıllarda ve 2000'li yılların bir bölümünde de Almanya, göçmenler konusundaki sert yasalarıyla bilinen bir ülke oldu. Almanya'da bu konuda yeni bir kısıtlayıcı yasa ortaya çıkınca, bunun bir süre sonra öteki Avrupa ülkelerine de yayılacağı düşünülür ve nitekim de böyle olurdu.
Son birkaç yıldır durum önemli oranda değişti.
Almanya göçmenlere karşı yumuşamadı, tersine oturma izni almanın zorlaşmasından iltica başvurusunun kabul edilmesine ve Alman vatandaşlığına geçmeye kadar kısıtlamalar birbirini izledi. Ne ki, başta Fransa ve Hollanda olmak üzere bazı ülkeler bu konuda Almanya'yı geride bırakmış durumdalar.
Fransa'da Sarkozy yönetimi her yıl 25 bin kaçak yabancıyı sınır dışı etmeye karar verdi. Ya da sınır dışı edilecekler için yüksek bir kota koydular. Fransa, çok sayıda Romanı, Avrupa Birliği yönetiminin protestosuna rağmen sınır dışı etti.
Romanya'dan gelen Romanlar Avrupa Birliği'ne (AB) üye ülkelerden birisinin vatandaşları ve toplu olarak sınır dışı edilmeleri en başta Birlik yasalarına uymuyor, ama yasayı kim dinliyor!
Fransa'da son olarak vahim bir yasa -henüz yasalaşmamış olsa bile- ile bu yönde büyük bir adım daha attı: Meclis'te sonradan vatandaş olanların belirli koşullarda Fransız vatandaşlığından çıkarılabilecekleri kabul edildi.
Polisi veya bir güvenlik görevlisinin hayatına kast edenler, eğer on yıldan az süreden beri Fransız vatandaşı iseler, vatandaşlıktan çıkarılabilecekler.
Fransa, böylece, iki tip vatandaşlığa sahip olduğunu bir kere daha gösterdi: Doğuştan Fransız olanlar bir polisin canına kastetseler bile, vatandaşlıklarını kaybetmiyorlar. Sonradan vatandaş olanlar için ise böyle bir uygulama mümkün...
On yılın hikmeti sebebini anlamak ise mümkün değil...
İtiraz etme, tarihe bak
Demokrasinin ve insan haklarının beşiği olarak kabul edilen bir ülkede böyle bir yasanın çıkarılması nasıl açıklanabilir?
Biraz geriye dönüp bakılırsa, Fransa tarihinde iki tip vatandaşlığın hiç de yeni olmadığı görülür.
Fransa büyük sömürgeci ülkelerden bir tanesiydi. Sömürgelerde yaşayanlar da Fransız vatandaşı kabul ediliyorlardı, ama onlar başka türlü vatandaşlardı, aynı haklara sahip değillerdi.
Sarkozy yönetiminin yaptığı, ülkedeki bu eski uygulamayı bu kez göçmenlere yönelik olarak yeniden gündeme getirmektir.
Keza birkaç yıl öncesindeki "banliyö isyanları"nda da, özellikle Arap kökenli ve Fransız vatandaşı olan gençler, kendilerine yapılan ayrımcı muameleyi protesto ettiler.
Bir ülkede vatandaş iseniz, yasalar önünde eşitsinizdir. Eşitsizlik, ait olduğunuz sınıfa ve başka toplumsal kıstaslara göre ortaya çıkar.
Fransa'da ise vatandaş olmak, yasalar karşısında bile eşit olmaya yetmez ve bu eski bir özelliktir.
Fransa kadar olmasa bile Hollanda ve Danimarka'da da göçmenlere yönelik sert yasalar birbirinin ardı sıra yürürlüğe giriyor.
Hollanda'da son seçimlerde oy patlaması yapan Özgürlük Partisi adlı aşırı sağcı parti yeni kurulan azınlık hükümetine dışarıdan destek vermek koşuluyla yönetimde önemli etkinlik sağlamış durumda. Yasalar özellikle Müslüman göçmenlerin -Türkler, Kürtler ve Araplar- topluma uyumsuzlukları gerekçe gösterilerek değiştiriliyor, sertleştiriliyor.
Ya Almanya'da ne oluyor?
Hollanda Özgürlük Partisi Başkanı Wilders birkaç gün önce Berlin'deydi ve protestolar arasında bir toplantı yaptı. Kendisini ülkeye çağıran Stadtkewitz eski bir Hıristiyan Demokrat Parti (CDU) Berlin Eyalet Meclisi üyesiydi ve aşırı sağcı söylemi nedeniyle partiden ihraç edilmişti.
Wilders, Almanya Başbakanı Merkel'i eleştirerek, "ülkeyi İslamlaştırmakla" suçladı. "Almanya artık Schiller'in, Heine'nin, Mendelssohn'un ülkesi olmaktan çıkıyor" dedi.
Adalet Bakanı ise, Wilders'in ülkeye çağrılmasını eleştirdi ve kendisini şarlatan olarak tanımladı.
Geçtiğimiz günlerde Almanya'da sürekli olarak yeni cami yapılmasına izin verilmesinin eleştirilmesi üzerine Başbakan Merkel, "minare görmeye alışırsanız iyi olacak" demişti.
Merkel, bildiğiniz gibi CDU'lu; Sol Parti'den, Yeşiller ya da SPD'den değil...
Çok değil on yıl öncesine kadar Almanya'nın sert yabancılar politikasını izleyen Hollanda aşırı sağcıları, şimdi bu ülkeyi yumuşaklığı nedeniyle eleştiriyorlar!
Almanya göçmenler (artık CDU'lular bile yabancı değil göçmen diyorlar) politikasında "yumuşak" ülkelerden birisi durumuna geldi. Kendisi yumuşamadı, başkaları o kadar sertleşti ki, Almanya "yumuşak" kaldı.
Yazının ikinci bölümünde Almanya'daki değişimi ve bu bağlamda da Sarrazin'in bir haftada yarım milyon satan "Almanya kendini ortadan kaldırıyor" kitabı üzerinde durmaya çalışacağım. (EE/EÖ)