10 yıl boyunca paraşütçü asker bölümünde subay olarak ekip komutanlığı yaptım. Bu 10 yılın 4 yılı normal orduda, 6 yılı da yedek asker olarak geçti. Toplam olarak yaklaşık bir yıl boyunca Lübnan'da, bir buçuk yıldan fazla da, işgal edilmiş topraklarda, yani Gazze ve Batı Şeria'da görev yaptım ve buralardaki çoğu şehir ve bölgede bulundum.
Kendimi, ülkeme sadık gerçek bir Siyonist olarak görüyorum. Her an herhangi bir yerde ülkem için savaşmaya hazırım. Ama 3.5 milyon Filistinliyi hiçbir haklı neden olmaksızın ezmeye ve ülkemin kısa ve uzun vadeli güvenliğini tehlikeye atmaya hazır değilim.
Bugün, "Reddetme Cesareti" hareketinin önde gelen üyelerindenim.
Bu hareketi kısaca anlatmak gerekirse - Bu hareketi, iki yıl önce, işgal edilmiş topraklarda görev yapmayı açıkça reddeden 12 asker ve subay olarak başlattık. 2002 yılının Ocak ayında, 40 asker ve subay daha bize katıldıktan sonra, medyada "Savaşçının Mektubu" olarak yer alacak olan yazıyı yayınladık. Bunlar onun sözleri - OKUYUN
Bugün, orduda iki yıl hizmet verdikten sonra reddeden biz 600 savaşçı asker ve subayın, 15 binden fazla destekçisi var. Toplumda büyük bir etki yaratan Pilotlar mektubu (ki bunu başlatanlardan biri olan Alon bugün burada) ve Komando/ Sayeret Matkal mektubunu yarattık. Retçi olma yolundaki birliklerden de biz sorumluyuz.
Bugün, bu hareket sayesinde, ve 2 yıl öncekinin tam tersine, "Seruv" terimi - yani işgal edilmiş topraklarda görev yapmayı reddetmek, çok daha meşru ve kabul edilebilir bir terim haline geldi. Bu kelime artık, toplumun ileri gelenleri, gazeteciler ve siyasetçiler tarafından sık sık kullanılır hale gelerek, halk dilindeki yerini buldu.
Son olarak da IDF (İsrail Savunma Kuvvetleri), yedek askerleri işgal edilmiş topraklarda göreve çağırmaya son vermeyi amaçladığını açıkladı. Tabii ki, hiçbir yetkili bu kararın bizim faaliyetlerimizle bir ilgisi olduğunu kabul etmeyecektir. Ama ortada apaçık ve çok güçlü bir bağlantı olduğu kesin.
Bir hareketin üyesi kendi hareketinin güvenilirliğinden tabii ki rahatça bahsedebilir. Ama kamuoyunu ve karar vericileri etkileyerek Filistin topraklarında işgale son vermek yönünde adım atmak açısından "Reddetme Cesareti" gerçekten bir başarı öyküsü oldu.
Vicdani retçi olmak için düşünmek
Vicdani Retçi olmadan önce bazı konuları derinlemesine düşünmem gerekti.
Şimdi zaman içinde geçmişe dönüp, benim ve retçi olmaya karar vermeden önce birçok başka kişinin yaşadığı bazı çelişkilerden bahsetmek istiyorum.
Bana verilen kısa zaman nedeniyle, retçi olmama sebep olan uzun ve zor süreci anlatmayacağım. İşgal edilmiş topraklarda gördüğüm ve yaptığım şeylerden de bahsetmeyeceğim. Orada yapılan her şeyin, bizim adımıza ahlaksızca olduğunu ve en önemlisi, İsrail'in çıkarlarını tehlikeye attığını söylemekle yetineceğim.
Ve retçi olmadan önce hesaba katmam gereken bazı noktalara değineceğim.
1. Ödemem gereken ağır kişisel bedeldi
Hapse girmek zorunda olmak bir yana, benim için retçi olmaya karar vermek, kişiliğimin ve şahsi imajımın bir parçasını koparıp atmak demekti.
Askerlik benim kişiliğimin büyük ve önemli bir parçasıydı. Paraşütçü askerler arasında bir subay olmak, ve özellikle de her çağrıldıklarında hizmet vermek için tekrar askere dönen çok az sayıdaki yedekten biri olmak, yılda 30-40 gün yedek askerlik yapmak, benim için büyük bir gurur kaynağıydı ve şahsi imajımın önemli bir bölümünü oluşturuyordu.
Benim için retçi olmak da bu kişiliğin bir parçasıydı çünkü ülkeme ve IDF'ye duyduğum sadakatten kaynaklanıyordu.
Fakat tabii ki - görev arkadaşlarım, ailem ve dostlarım da dahil, birçok kişi için retçi olmak sadakatin tam tersi bir şeyi, yani ihaneti ifade ediyordu. Bu kararı benim için bu kadar zorlaştıran da buydu.
Bununla birlikte, ödemem gereken bir başka kişisel bedelin de, hayatımın geri kalanında insanlara kendimi ve bu kararı açıklamak zorunda kalmak olacağını anlamıştım.
Bu engelleri aşmama yardımcı olan şeylerden biri, bu kararın ahlaki ve siyasi doğruluğu ve önemine inanmak, ve insanların benim hakkımdaki düşüncelerinin, 3 buçuk milyon insanı işgal etmek, haklarını ellerinden almak ve bu inanılmaz derecede adaletsiz olayı durdurmaya çalışmamak için yeterli gerekçe olmadığını anlamak oldu.
2. Hesaba katmam gereken bir başka şey de, işgal edilmiş topraklarda görev yapmayı reddetmenin, demokrasiye ters bir hareket olduğu iddiasıydı.
Bu meşhur iddiaya göre, Filistin topraklarını işgal etmek, demokratik yollarla seçilen hükümetin kararı ve politikasıydı. Bu nedenle, halkın çoğunluğu eğer buna oy verdiyse, bu politikayı uygulamayı reddetmek demokrasiye ters düşerdi.
Bu gerçekten güçlü bir iddia. Çoğunluğun idaresine saygı duyduğum için bunu aşmak benim için çok zor oldu.
Ama bildiğim bir başka şey de, çoğunluğun idaresinin, demokrasinin bileşenlerinden sadece biri olmasıydı. Evet önemli bir parçası, ama asla tek parçası değil.
Eğer çoğunluğun idaresi demokrasinin tek ilkesi olsaydı, ülkeler ve insanlar, geçtiğimiz yüzyılın 1930'lu ve 1940'lı yıllarında ve diğer meşhur felaketlerde gördüğümüz gibi çok ciddi durumları kolayca yaratabilirlerdi.
Çoğunluk çok ciddi ve zararlı kararlar alabilir. Ve çoğunluk neye oy verdiğini her zaman iyi bilemez.
Bu nedenle diğer genel değerler ve insani prensipler de demokrasinin parçalarıdır; olmalıdırlar da zaten. Bunların arasında, yaşama hakkı, hareket hakkı, sağlık ve eğitim hakkı, eşitlik, oy verme hakkı ve benzeri temel insan hakları vardır.
Ve işgal edilmiş topraklarda olduğu gibi, bu temel hakları böylesine ihlal edip, Filistinliler ile aynı yerde yaşayan İsrailli yerleşikler arasında böylesi güçlü bir ayırımcılık yapmanın demokrasiyle hiçbir alakası olamaz. Demokratik bir devlet, arka bahçesinde ırk ayırımı yapıyor. "Demokrasi adına" böylesi demokrasiye ters şeyler yapmaya gitmeyi reddediyoruz.
Eğer bir vatandaş, bu demokrasiye aykırı eylemlerde bulunmak istemiyorsa, bunları durdurmak için elinden geleni yapıyorsa, ve bunun için hapse girmeye bile hazırsa, bu akla gelebilecek en demokratik hareketlerden biridir.
Demokrasi adına retçi oluyoruz
Şunu da söylemek isterim ki, temel insan haklarının ihlal edildiği böylesi ciddi ve acil durumlarda, "kuralları ihlal" etmemek için ısrar edenler aslında asıl retçilerdir. Ağır gerçeği olduğu gibi görmeyi reddediyorlar ve kural ve prosedürlere, insanlara ve yaşama verdiklerinden daha çok önem veriyorlar.
Martin Luther King, siyahların özgürlük savaşında bundan bahsetmişti ve şöyle yazmıştı:
"Neredeyse şu üzücü sonuca ulaştım - Siyahların özgürlük savaşındaki en zorlu engel ne belediye meclisindeki beyaz adam, ne de siyah düşmanı Ku-Clux-Clan üyesi adam. En zorlu engel, 'düzen'e, adalete olduğundan daha sadık kalan ılımlı beyaz adam.
Gerilimsiz bir ortamda negatif bir barışı, adaletin varolduğu pozitif bir barışa tercih eden; 'Mücadelenizin amacına katılıyorum, ama eylemlerinizi haklı bulmuyorum,' diyen, hayali bir zaman kavramıyla yaşayan, ve siyahların 'daha uygun bir zamanı' beklemesini öneren adam."
3. Retçi olmadan önce hesaba katmam gereken bir başka iddia da, reddetmektense içten bazı değişiklikler yapmaya çalışmam gerektiği iddiasıydı.
İnsan hakları ihlalleri karşısında bu kadar hassas olan ben, oraya gidip Filistinlilerin daha dayanılır bir hayat yaşamalarına yardım etmeliymişim.
Başlarda, bu iddia bana mantıklı geldi. Bunun, içinde bulunduğum ikileme çözüm olabileceğini düşündüm. Ve retçi olmayı düşündükten sonra işgal edilmiş topraklarda yine göreve gittim.
Bir kez daha, içeriden bir fark yaratıp yaratamayacağımı görmek istemiştim. Görev İntifada halindeki Nablus'taydı. Bu görevin sonunda, içeriden bir fark yaratmanın sadece bir hayal, hatta tehlikeli bir hayal olduğunu anlamıştım.
Bu hayal, sadece işgal edilmiş topraklarda yedek askerlik görevini yapmaya devam etmeye yarayan bir kendi kendini ikna - veya kandırmadan ibaretti. Ama asla kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlamıyordu.
Bu görevin sonunda, ne yaparsanız ya da söylerseniz söyleyin, işgal durumunun ahlak dışı olduğunu her zamankinden daha açık bir şekilde anladım. 3.5 milyon kişiyi işgal edip keyfi bir sıkı yönetim altında haklarından yoksun bırakıp hayatlarını imkansız hale getirdiğinizde, onların hayatlarını daha yaşanılır hale getirmek için yapabileceğiniz fazla bir şey yok.
Bir Filistinli olarak, işe ulaşıp ulaşamayacağınızı, oğlunuzun okula gidip gidemeyeceğini, hasta ya da hamile eşinizin hastahaneye vaktinde yetişip yetişemeyeceğini bilemediğinizde; IDF'nin ateş açma emirleri hayatınızın önemini azaltıp, askerlerin sizi birçok durumda vurmalarına izin verdiğinde, kontrol noktasındaki askerin nazik olup olmaması, iyi davranması veya size gülümsemesi hiç de umurunuzda olmuyor.
Bu, ölüm cezasına çarptırılmış birine 2 ayak boyunda mı yoksa 10 ayak boyunda bir iple mi asılmayı tercih ettiğini sormaya benziyor - iki durumda da zaten ölecek.
Böylece insan haklarını gözeten biri olarak orada hizmet vererek, Filistin topraklarındaki işgalci ve ayırımcı durumu düzeltemeyeceğimi anladım. Anladım ki, benim oradaki etkim çok yersiz. Ama oradaki varlığım zarar verici şekilde
kritik.
Bu noktada, insancıl kontrol noktaları için hazırlanan tüm o programlar hakkındaki düşüncelerimi de söylemek istiyorum. Bu programlarla işgal daha aydın bir hale getirilmeye çalışılıyor. Ron belki daha sonra bize bu konuda daha fazla bilgi verir.
İşgale onay sertifikası
Bu programlar bence Filistinlilerin hayatında bir değişiklik yapmadığı gibi, daha da kötüsü, işgal düzenine onay sertifikası veriyor. Aydın bir işgalin olabileceği mesajı veriyor ki, bu hiçbir şekilde mümkün değil.
Bu programlar, IDF'nin işgal topraklarındaki varlığının biraz daha insani görünmesini sağlıyor - ama bu da doğru değil. İşgal düzenine daha aydınlık renkler katarak orada yaşanan gaddarlıkları meşru hale getirmeye yarıyorlar.
Bu açıdan, işgal topraklarına giderek orada görev yapmak, ama bu arada, makyajla kozmetik bazı düzeltmeler yapmak da topluma, IDF'nin işgal edilmiş topraklardaki faaliyetinin adil ve doğru olduğu gibi yanlış bir mesaj verir. Aynı zamanda, hükümetin eline de, eylemleriyle ilgili eleştirilere karşı koymak için silah vermiş olur.
Daha genel bir perspektiften bakılacak olursa, bu sadece, "vur ve ağla" sendromunun bir parçası, yakın zamana kadar benim de aralarında olduğum "ahlaki işgalcilerin" bir parçası. Onların bir taraftan süregelen sadakati ve diğer taraftan da orada varolan temel haksızlıklar karşısındaki umursamazlıkları sayesinde bugün işgal tam 37 yaşında.
4. Retçi olmadan önce hesaba katmam gereken son konu, askerlerin, görev arkadaşlarımın hala orada görev yapmakta olmalarıydı. Ve arkasından gelen acı soru: Bu konuda ne hissediyorum?
Buna cevabım şu: Bu konuda çok kötü hissediyorum çünkü onların da işgal topraklarında görev yapmalarını istemiyorum.
Yani:
"Reddetme Cesareti" hareketi çerçevesinde, onların da saçma sapan ve İsrail devletini tehlikeye atan bir şey yüzünden öldürmekten ve ölmekten vazgeçtiklerini görmek için her şeyi yapıyoruz.
Zaten ne olursa olsun, sırf bazı arkadaşlarım yapıyor diye ben de gidip koca bir toplumu işgal etmeye devam edemem.
Retçi olmak
Sonunda, çok uzun bir süreçten sonra, retçi olmaya karar verdim. Tabur komutanımla uzun bir konuşma yaptım, bölük komutanımla buluştum, ve ekibimdeki tüm askerlerle tek tek uzun telefon sohbetleri yaptım.
Çoğunun, bana hak vermeseler de, kararıma saygı duyduğunu söyleyebilirim. Sanırım kendi tabur komutanım bile beni çok haksız bulmadı.
Retçi olmamın ardından taburdan çıkarıldım.
Altı ay sonra işgal topraklarında göreve çağrıldım, reddettim ve 21 gün askeri hapishanede tutuldum.
Yine altı ay sonra, tekrar göreve çağrıldım, tekrar reddettim ve bu sefer 28 günlüğüne tekrar hapse atıldım.
Bu, IDF'den emekli olacağım 40 yaşıma kadar böyle devam edebilir. Ya da, daha iyisi, bu lanet olası işgale son verdiğimiz güne kadar...
Cevap olarak bu hareket
Retçi olmadan önce konuştuğum askerlerden birinin söyledikleri uzun bir süre beynimde kazılı kaldı. En yaşlı askerlerden biri bana şöyle demişti:
"Senin retçi olmanla askerlerinin komutanlarını kaybedeceğinin farkındasın değil mi? Yani senin retçi olmanla beraber taburuna zarar gelecek. Nedenlerini anlıyorum, ama bu senin davana nasıl yardım edecek? Bunu kim duyacak? Eğer getiri ve götürülerini dikkate alırsan, götürüleri getirilerinden çok daha ağır basıyor."
Sadece iki ay sonra, büyük bir hayret ve heyecan içinde, bu askere vereceğim cevabı bulmuştum. Tam da benim gibi işgal topraklarında görev yapmayı reddetmeyi ve bunu büyük bir toplumsal olay haline dönüştürmeyi düşünmüş olan 12 asker ve subayla tanıştım. Ve bundan sonrası şimdi tarih...
Reddim - Vicdani ve Siyasi
Bununla birlikte, son olarak, retçiliğimin hem vicdani hem de siyasi olduğu noktasına değinmek istiyorum.
Vicdani, çünkü orada görev yapmanın bu ülkede kazandığım tüm değerlere ters düştüğünü düşünüyordum ve en temel değerlerime ihanet etmeyi sürdüremezdim.
Siyasi, çünkü bunu sadece kendimi bazı şeylerden korumak için değil, çok büyük bir toplumsal etki yaratmak için, toplumu ve karar vericileri Filistin topraklarındaki işgale son vermenin aciliyetine ikna etmek için yapıyordum.
Konuşmamı, eski bir İsrailli Başsavcı olan Michael Ben Yair'in sözleriyle bitirmek istiyorum. Ben Yair şöyle yazmıştı: "Tarih gösterecektir ki, onların retçiliği, İsrail'in ahlaki belkemiğini yeniden oluşturan hareket olacaktır."
* Itai Svirski, "Reddetme cesareti" başlıklı konuşmasını 29 Şubat-1 Mart günlerinde Kudüs'teki Hebrew Üniversitesi'nde düzenlenen "Asker tanıklıkları ve İnsan Hakları" konferansında yaptı.