Türkiye'de siyasetin birçok konuda, askeriyeden onay alınarak yapıldığı bilinen bir gerçek. Mesela şu günlerde gündemde bulunan bedelli askerlik tartışması, bunun tipik bir örneği.
Hatırlanacak olursa 2004 yılında "(...) Ben Başbakan Tayyip Erdoğan olarak bedelli askerliğin çıkmasına tam destek veriyorum." (24.03.2004) şeklinde bir açıklama yapılmıştı.
Bu açıklamadan iki hafta sonra Genelkurmay, "TSK'nın ihtiyacından fazla yükümlü kaynağı bulunmamasına rağmen bazı basın yayın organlarında çıkan bedelli askerlik uygulamasına yönelik haberler" çıktığını ancak "TSK'nın gündeminde bedelli askerlik ve askerliğin kısaltılması konusunda bir çalışma bulunmadığı" (08.04.2004) yönünde bir karşı açıklamada bulunmuştu.
Bu imâdan sonra ise bedelli askerlik gündemine ilişkin her çıkış (örn. geçen sene bu zamanlar) aynı tepki ile sonlandırılmış ve bu örnek, 'askeri vesayet' konusunda dikkat çekici bir anekdot olarak tarih sayfalarında yerini almıştı.
Peki bugün asker-sivil siyaset ilişkisinde bir değişim var mı?
İlk bakışta bu ilişkide köklü değişikliklerin gerçekleştiği sanılabilir. Öyle ya 2010 Anayasa değişikliği sırasında yapılan propaganda ve 'askeri vesayetle mücadele' söyleminin yaygınlığı bu sanrıyı haklı gösterebilir.
Ancak Başbakanın bedelli askerlik konusundaki mesafeli duruşu, bu sanrının sorgulanması konusunda bir fırsat sunuyor. Son dönemde 'askeri vesayet' alanında yapılan veya yapılamayan değişikliklere kısaca göz gezdirmek, bu sorgulama faaliyeti için yararlı olabilir:
* 2010 değişikliklerinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), geçici 15. maddenin kaldırılmasını ileri sürdüğünde Başbakan önce bunu "sulu bir şaka" olarak karşılamıştı.
Gerçi Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), daha sonra bu yaklaşımdan dönmekle beraber, bu defa da (partinin genel tavrı farklı olsa da) bazı CHP'li vekillerin 12 Eylül darbecilerinin yargılanması için ek bir düzenleme yapılması yönündeki teklifini reddetmişti.
2010 değişikliklerinden bu yana yarım yıl geçti, ancak 12 Eylül darbecilerinin ve bu sürecin sorumlusu zevatın yargılanması konusunda etkili gelişme kaydedilmedi. Tersine bu konudaki tek gelişme, 27 Nisan e-muhtırasını bizzat kaleme alan eski Genelkurmay başkanına üstün hizmet ödülü verilmesi oldu.
* Darbelerle mücadele eden bir siyasal iradenin, öncelikle darbelerin yasal gerekçesi olan TSK İç Hizmet Kanunun 35'inci maddesini tamamen kaldırması veya demokrasiye vurgu yapılarak değiştirmesi beklenir.
Hatta CHP bile, bu yönde yapılacak değişikliğe açık olduğunu kamuoyu ile paylaşmış ve (bir takım sorunlar taşısa da) bu konuda bir teklif ortaya atmıştı.
Ancak referandumdan bu yana, TBMM'de torba yasa da dahil 30 kadar yasa kabul edilmiş olmasına rağmen, bu kanunda tek bir maddeden ibaret değişiklik bir türlü yapılmamıştır.
* 2010 değişikliklerinin bir diğer başlığını da, Yüksek Askeri Şüra (YAŞ) kararlarının sadece meslekten men ile sınırlı olarak yargıya açılması ve askeri yargının görev alanının daraltılması oluşturuyordu.
Bu değişiklikler sırasında, şaşırtıcı olabilir ama CHP'den askeri yargının görev alanının daraltılması değil, idari yargı alanında asker-sivil ikileminin tamamen kaldırılması yönünde görüşler dillendirildi.
Referandumdan bugüne yarım yıl geçmesine karşın, anayasal nedenlerle öncelik taşıyan askeri yargı konusundaki bu yasal değişiklik yapılmamış; mamafih böyle bir öncelik bulunmamasına rağmen Yargıtay kanununda jet hızıyla bir değişikliğe gidilebilmiştir.
* Yine, darbeyle hesaplaşma tartışmaları sürecinde, bir darbe ürünü olan Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu (DDK) konusunda bir değişikliğin dahi akla getirilmediği görülmektedir.
Bu kurulun varlık nedenine ilişkin sorunları bir tarafa bıraksak bile, DDK'nın tüm kamu kurum ve kuruluşlarında, birçok meslek kuruluşu, dernek ve vakıf üzerinde denetim yapabiliyorken, silahlı kuvvetlerin açıkça bu denetimin dışında bırakılmasının (Anayasa md. 108/2) bir prensip sorunu olduğunu kaydetmek gerekiyor.
Bu yönde herhangi bir değişiklik gündemde değildir. Hatta bilakis, 2010 değişikliklerine uyum yasası olarak gündemde bulunan Kamu Başdenetçiliği Kanununu Tasarısında da askeri faaliyetler, kamu başdenetçisinin denetim alanının dışında bırakılmaktadır. (Tasarı md.9)
* 1971 ve 1980 darbelerinden sonraki değişikliklerle, akçeli konularda da askeriye lehine bir takım ayrıcalıklar getirilmişti. Bu ayrıcalık, "Silahlı kuvvetler elinde bulunan devlet mallarının (...) denetlenmesi usulleri, milli savunma hizmetlerinin gerektirdiği gizlilik esaslarına uygun" (md.160/son) olacağına ilişkin anayasa hükmünün 2004 yılında değiştirilmesiyle anayasal düzeyde giderilmişti.
Ne var ki 2010 yılına kadar anılan anayasa değişikliği etkili hale getirecek uyum yasası çıkartılmadığı gibi, ancak 2010 yılı sonunda çıkartılan bir yasa ile kaldırılan anayasa hükmü, ne yazık ki dolaylı olarak yeni yasaya yerleştirilmiştir (Sayıştay Kanunu md.42).
Yeni yasaya göre de askeri malların denetim sonuçlarının hala halktan gizlenmesi mümkündür.
* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Komisyonu kararlarına, Avrupa Konseyi'nin somut tavsiyesine, Avrupa Birliği (AB) ilerleme raporunda açıkça istekte bulunulmasına ve hepsi bir tarafa esasen birçok yurttaşın mağduriyetine rağmen; vicdani red konusunda adeta bir ölüm sessizliği hakimdir.
Dolayısıyla bu veriler, söylem düzeyinde 'askeri vesayetten sivilleşmeye doğru' tam gaz yelken açmış bir Türkiye görüntüsünün, hukuki açıdan sadece bir sanrı olduğunu ortaya koymaktadır.
Tabi ki siyasi dengeler, sadece bu parametrelerle açıklanamaz. Ancak son iki yıldır 'statükonun bekçisi' CHP, bu alanlardaki değişikliklere yönelik bir esneme yaşarken, 'değişimin sözcüsü' AKP'nin anılan değişikliklere karşı mesafeli bir tavır içinde olması, bu görüntünün siyasal açıdan da bir sanrı olduğunun karinesidir.
Bu karşılaştırmadan hareketle CHP'nin son derece demokrat ve özgürlükçü bir parti olduğu sonucuna ulaşılmasın; ancak AKP'nin otorite-özgürlük, asker-sivil, statüko-dinamizm ikilemlerinde samimi biçimde ikincilerden yana olmadığı sonucuna ulaşılabilir.
___________________________________________
* Tolga Şirin; Marmara Üniversitesi., Anayasa Hukuku ABD