Sevmek ne uzun kelime!, diyordu Cemal Süreya.
Biz de diyelim o halde, sevmek ne uzun kelime! Ve şunu da diyelim: Bir yıla, bir ömre dahi sığmayacak kadar uzun bu kelime, nasıl olur da bir güne sığar? Sığabilir mi? Mümkünatı var mı?
14 Şubat yaklaşırken, baktığı her şeyi paraya çevirmeye programlanmış sistemin sevgililer günü virüsü tüm dünyaya yayıldı. Dört bir yanımız bir tür suçiçeğine kesti. Çarşının, pazarın, hayatın kalp şeklinde kırmızı lekeciklerden kendini kurtarabildiği çok az yer kaldı. Hastalığa yakalananlar eski çarşı pazarların modern versiyonu AVM'lerden çıkmıyor, yakalanmayanlar kaçacak yer arıyor: elde kalan son kutsal duygulardan birinin rezil bir tüketim politikasının eline düşmesinden ar ediyor, öfkeleniyorlar.
Ama insanların birbirini öldürmesinden, birbirinden korkmasından, şüphelenmesinden para kazanan bir sistem, nasıl olacaktı da insanların birbirini sevmesinden para kazanmayacaktı? Mümkün müydü?
Düşünüldü taşınıldı. Önce bir hikaye lazımdı. Sonuçta şu Aziz Valentine hikâyesi çıktı "Zaten sevişiyorlar" dedi teorisyenlerden biri "Yılda bir gün de bizim için sevişecekler, hepsi bu!". Ve ekledi bir diğeri: "Biz hiçbir şey yapmayacağız, yalnızca ambalaj, kalp formunda kırmızı kutucuklar, hepsi bu." Ve virüs tüm dünyaya yayıldı. Her 14 Şubat'ta çarşıda pazarda kalp formunda kırmızı kutucuklarda herkesin bütçesine göre aşk satılmaya başlandı. Aşka dair bütün klişeler pazara sürüldü. Aşk paraya tahvil edildi. Ama hangi aşk?
İnsanın aşkı satın almaya kalkması için ilk önce aşktan haberi olmaması gerekir. Bunun için de kendinden bihaber olması, kendini, bedenini, duygularını okumayı bilmemesi gerekir. Bu da, eğitim sistemine ve kitlesel medyaya havale edilmiştir, bilindiği üzere. Aşkın, her yere ulaşan uzun ahtapot kollarına, bilinçleri zehirleyen gazlarına rağmen sistemin her zaman girmeyi beceremeyeceği özel bir alan olduğunu unutması gerekir. Orada yalnızca iki insanın macerasının olduğunu, yalnızca ikisine ait bir dille yazıldığını, yalnızca ikisinin bildiği gizli bilgilerle örüldüğünü hiç hatırlamaması gerekir. İki kişiye ait bir gizli bilgiler hiyeroglifidir aşk.
Aşık ve maşuk insanların yaşadığı bir başka alem olduğunu, orada hayatın adına aşk denilen her biri kendi tadında farklı meyvelerinden tadıldığını, o meyveyi tadan insanların değişip büyüyüp güzelleştiğini, bu büyülü âlemden kimsenin girdiği gibi çıkamadığını hiç fark etmemesi gerekir. Ve adına aşk denen bu güzel alemin sistemden gayrı herkese açık olduğunu bilmemesi gerekir. Mevlana'nın dediği gibi "O geniş ovada elbet bizim de bir yerimiz var. Arif oraya varanda, başını kor."
Aslında her çiftin bir özel günü vardır ve o özel gün genelde, sayısız özel biçimleriyle, kutlanır. Ama sistem detayları sevmez, farklılıktan hoşlanmaz, çeşitlilik sinirini bozar. Var gücüyle kendi tüketici formülünü dayatır. 14 Şubat bir yanıyla tüketim kültürünün bir uzantısıdır elbet ama bir yanıyla da sistemin tektipçi yanını ifşa eder. Kitlesel tüketimi coşturmak için bütün özel günleri 14 Şubat'ta toplamayı denediğini gösterir. Sunduğu üniforma askerinki ya da polisinki değildir, Daltonların çizgili üniforması da değildir, ama kırmızıya ve beyaza kesmiş, üzeri kalpten lekeciklerle dolu tasarımıyla onlardan özünde bir farkı yoktur. Varsaydığı aşk kızla erkeğin aşkıdır. Adamla kadını bile dahil etmez, kadınla kadının, erkekle erkeğin aşkı zaten çok ayıptır. Teklif edilmesi dahi düşünülemez.
Aynı minvalde, aşk tercihi ne olursa olsun, yalnız insanı da dışlar bu tüketim sistemi. Umudunu "Düşünüyorum, öyleyse varsın" diye insanca bir cümleyle besleyen ve arayan yalnız insanın takviminden bir günü çalar kendince. Hatta okulun, ailenin, askerin iğdiş edici tedrisatından geçmiş, medyanın yağmurundan nasibini epeyce almış sıradan vatandaşa, eğer yalnızsa, tarifsiz acılar sunar. Parası olmayan kişi bir hiçtir, sistemin bakış açısına göre. 14 Şubat'ta sevgilisi olmayanın da bir hiç olduğunu söyler aynı bakış açısı.
Kendi yarattığı insan biçimine yine kendi yarattığı aşk formlarını, stil hediyeleri, sosyal aktiviteleri sattığı da söylenebilir bir taraftan. Yalnız bırakılan, korkutulan, düşünme, yaratma, üretme becerileri ellerinden alınan insanların yalnızca Allaha sığınmadığını, bazen mevcut sisteme, tüketim çılgınlığına, hatta çoğu zaman sevilmediklerini bildikleri ötekine sığınabileceklerini de gösterir bize. Bu yanıyla öğreticidir de bizim için.
Aşk bir müsamereye dönüşür 14 Şubatlarda. Ancak o aşk bizim aşkımız değildir. Argümanlarımız haklıdır. Aşkın çağrıldığı yere geldiğinin daha vaki olmadığını, kaprisli, sürprizli olduğunu, ele avuca sığmadığını, uçarı, haşarı, havai olduğunu, insanlığın en büyük öğretmenlerinden olduğunu, bize elimizden tutup kim olduğumuzu, ne olduğumuzu öğrettiğini ve daha birçok şey söyleyebiliriz. Bitmez.
14 Şubatlarda aşklar dağlarda gezer, diyor bir arkadaşım gülerek. Aşkın sisteme el vermeyen, sisteme karşı koyan, boyun eğmeyen ve asla da eğmeyecek olan isyankar yanını, eşkıya yanını söylüyor bir yandan. Dağlarda bir ateşin başına oturup bize, şehirlerimize bakıp ne düşünür acaba? diyorum ben de Üzülüyor mudur halimize?
Boş ver bu melankolik safsataları, diyor arkadaşım, Ateşe dikkat et, kalp formunda kırmızı kutucuklarla besliyor ateşi. (BK/TK)