Bu kadar eski bir roman hakkında bir şeyler dinlemek üzere böylesi bir kalabalığın toplandığını görmek beni çok mutlu etti. Demek istediğim, çevirmenlerin ve öteki okurların aklına Aşk-ı memnu deyince oldukça eski bir kitap gelir. Roman ilk olarak 1898'te Servet-i Fünun dergisinde tefrika olarak yayınlanmış. Ama aranızdaki tarihçi ve arkeologlar için sanırım 110 yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçiveren bir süre.
Halid Ziya Uşaklıgil'in yazdığı bu kitap ilk modern Türkçe roman olarak biliniyor ve günümüzde Türk edebiyatının klasiklerinden biri kabul ediliyor. TRT 70lerde bazı klasik Türkçe romanları televizyon filmi haline getirmeye karar verdiğinde ilk seçilen Aşk-ı memnu olmuş. Bugün göreceğiniz görüntülerden bazıları o televizyon dizisinden; dizinin yönetmeni Halit Refiğ bu görüntüleri kullanmamıza cömertçe izin verdi.
Türkçe edebiyat tarihi açısından sadece romanın kendisi değil önemli bir kilometre taşı olan, aynı şey yazarı için de geçerli. Halid Ziya Uşaklıgil 19uncu yüzyılın sonu ve 20'inci yüzyılın başında Türkçe edebiyatın modernleşmesinde önemli bir rol oynadı. Çok da üretken bir yazardı. İlk makalelerini ortaokulu bitirdikten hemen sonra yazan Uşaklıgil, öldüğünde geriye 150'den fazla kısa hikaye, altı roman ve anı, oyun, makale ve edebiyat tarihi incelemesi gibi farklı türlerde 50'den fazla kitap bıraktı. Deyim yerindeyse, bir kalem adamıydı.(...)
Ancak, bütün bu baş döndürücü üstünlük sıfatlarından ve rakamlardan sonra, öncelikle size Halid Ziya Uşaklıgil'i tanıtmama izin verin.
Yazar ve tarihi dönem
Uşaklıgil tahmini 1865 yılında İstanbul'da doğdu, ancak gençliğinin bir kısmı İzmir'de geçti. Halid Ziya, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak genç yaşından itibaren eski Osmanlı edebiyatı ve tasavvuf kültürüyle tanıştı. Ama aynı zamanda daha Avrupalı bir hayat biçimine de tanıklık etti: çocukken Beyoğlu'nda babasıyla tiyatro oyunlarına gitti. İzmir'de Ermeni öğrenciler için kurulan Katolik Okulu'na gitti.
Ancak ‘Doğu' ve ‘Batı' sıfatlarıyla anılan kültürlere olan ilgisi, belki en iyi yansımasını bildiği dillerde bulur: ana dili Türkçe'nin yanı sıra, Arapça ve Farsça; Fransızca, İtalyanca, İngilizce ve Almanca öğrendi.
Uşaklıgil Osmanlı tarihinin şiddetli ve fırtınalı bir döneminde büyüdü. Osmanlı yavaş yavaş parçalanmaya başladığında Tanzimat Fermanı'nda (1839) vaad edilen demokratik toplumsal reformlara gerçekten ihtiyaç vardı. Ferman topluma yeni bir şevk ve heyecan getirdi. Tanzimat döneminin yazarları da bunun bir parçasıydı. Bu yazarlar edebi eserlerinde siyasi meselelerle yakından ilgileniyorlardı. Edebiyata halkı eğitmede, toplumsal bilinci geliştirmede bir araç olarak bakılıyordu.
Ancak bu umut dolu rüyalar 1876'da Sultan Abdülhamid'in tahta çıkmasıyla bir anda bitiverdi. Abdülhamid saltanatının baskı ve sansürü Edebiyat-ı Cedide'nin, yani ‘Yeni edebiyat'ın yazarlarını hayalkırıklığına uğratmış ve küstürmüştü. Sansür ve baskılar tarafından engellendiklerinden ya da ülkenin kaderinde bir değişiklik yapabilme inancını zaten yitirmiş olduklarından artık edebi çalışmalarında siyasi meselelerle ilgilenmiyorlardı. Bunun yerine, bu edebi hareketin yazarları bireyciliği seçtiler ve estetikte ve batılı örneklere modellenmiş sanatta teselli aradılar.
Bu bireyci eğilim bir yere kadar Batı'nın, özellikle de Fransız edebiyatının etkisinin sonucuydu: dönemin birçok yazarı ve sanatçısı, kendi istekleriyle olsun olmasın, bir süre Fransa'da kaldılar. Bu durum 1862'den başlayarak Les miserables, Paul et Virginie ve Monte Christo gibi Fransız romanlarının çevirisinde bir patlamaya yol açtı. Fransızcadan yapılan bu çeviriler Osmanlı İmparatorluğu'nda yazılanları da etkiledi: o zamana kadar Osmanlı edebiyatında neredeyse bilinmeyen roman, kısa hikaye ve tiyatro oyunu gibi yeni edebi türler benimsendi. Bu batılı türlerle beraber, romantizm, gerçekçilik ve natüralizm gibi akımlar da Osmanlı edebiyatında moda haline geldi.
Halid Ziya ilk dergi makalelerini işte bu dönemde yayınlamaya başladı. Birçok çağdaşı gibi o da Fransızcadan bazı hikayeler çevirdi. Latin, Yunan, Fransız ve İtalyan edebiyatlarının tarihleri üzerine kitaplar yazdı. Genellikle Fransızcadan olmak üzere Fransız edebiyatı okudu, özellikle de Balzac, Stendhal, Flaubert gibi yazarları. Uşaklıgil Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan ‘Yeni edebiyat' hareketine katılmakta gecikmedi.
Kısa zamanda bu akımın önemli yazarlarından biri haline geldi. O dönemde romantizm yanlılarıyla realizm ve natüralizm yanlıları arasında gerçekleşen tartışmada neredeyse en baştan realist/natüralist tarafı seçti: tasvir etmeye çalıştığı peri masallarının veya ütopyaların dünyası değil, gerçek dünyaydı. Bugün de bu sıfatla biliniyor: Türkçe edebiyatın ilk realist romancılarından biri. Aşk-ı memnu, Uşaklıgil'in yazdığı altı romanın en olgunu kabul edilir. Sıkı yapısı, kahramanlarının psikolojik gelişiminin gerçekçi tasviri, etrafımızdaki dünyaya dair gerçekçi gözlemi ve tasviri, dili ve üslubu övgüye değer görülür.
Çoğunuz romanı okumamış, veya televizyon dizisinin ayrıntılarını hatırlamıyor olabilirsiniz, bu yüzden öncelikle hikayenin bir özetini sunacağım.
Romanın özeti
Adnan Bey genç ve güzel Bihter'e evlenme teklif eder. Adnan Bey ellili yaşlarında zengin bir adamdır, Boğaz kıyısında varlıklı bir yalının sahibidir. Adnan dul ve iki çocuk babasıdır: kızı Nihal ve oğlu Bülend. Kıskanç annesinin itirazlarına aldırmayan Bihter Adnan'ın teklifini kabul eder: sebep maddidir, ailesinin gücünün yettiğinden daha rahat bir hayat sürmeyi arzulamaktadır. Ama aynı zamanda annesinin etki alanından da çıkmayı istemektedir.
Annesi Firdevs Melih Bey takımı diye bilinen aileden giyinmeye ve gezmeye meraklı çapkın bir kadındır. Bihter annesinin namının diğer adayları kendisinden uzak tutmasından ve sonunun uçarı annesine benzemesinden korkmaktadır. Evlilik iyi bir çözüm gibi görünmektedir.
Bihter hayatın huzurlu geçtiği zengin yalıya yerleşir. Yalının sakinleri Bihter'in yeni kocası Adnan Bey ve babasını çok seven kızı Nihal'dir. Onların yanı sıra Adnan Bey'in yumuşak başlı oğlu Bülend, Adnan'ın yeğeni, zamparalığıyla ünlü Behlûl ve Fransız mürebbiye Mlle de Courton da yalıda yaşamaktadır. Son olarak yalının çalışanları ve uşaklar vardır, bunlar arasında efendisi Nihal'e gizli bir aşk besleyen siyah köle Beşir hikaye açısından özellikle önemlidir.
Bihter Adnan'a iyi bir eş, Nihal'e de iyi bir üvey anne, uşaklara da iyi bir evin hanımı olmak için oldukça çaba gösterir. Ama ne kadar uğraşsa da çabaları fayda getirmez. Uşaklar ondan nefret eder. Uşaklardan biri ayrılmaya karar verdiğinde Nihal bunun Bihter'in bir komplosu olduğundan emindir: Nihal'i seven herkesi uzaklaştırmak Bihter'in hedefi olmalıdır. Nihal düşmanca davranışlar göstermeye başlar. Bunun üstüne bir de artık kocası Adnan'a hiçbir tutku duymadığını keşfeder.
Bu tutkuyu, bir süreliğine de olsa, Adnan'ın yalıda yaşayan yeğeni Behlûl'de bulur. Bihter bir maceraya atılmanın kendisini annesiyle bir kılacağından korkarak direnir, ama nafile. Aralarında bir ilişki başlar. Nihal'in sırdaşı Mlle de Courton Fransa'ya geri gönderilir. Nihal kafa tutmaya başlar. Behlûl Bihter'den sıkılır ve İstanbul gece hayatındaki metresine geri döner.
Bu noktada Bihter'in annesi Firdevs şeytani bir plan önerir: Behlûl Nihal'le evlenecektir. Bu Behlûl'e talepkar ve ısrarcı Bihter'den kurtulmak için mantıklı bir çözüm gibi görünür. Genç ve saf kıza aşık olmayı bile başarır. Bir süre tereddüt ettikten sonra, Nihal de Behlûl'ü sevdiğine karar verir. Bihter kıskançlıktan çıldırır ve her şeyi Adnan'a açıklamayı ve böylece Behlûl, Nihal ve annesi Firdevs'ten intikam almayı düşünür.
Ancak bu düşüncesini gerçekleştiremeden bütün macera efendisi Nihal'e gizli aşk besleyen uşak Beşir tarafından anlatılır. İntikam arzusuyla yanıp tutuşan Bihter, o andan itibaren kaderi olan hayatını düşmüş bir kadın olarak devam ettirme fikrine katlanamaz ve kendi kalbine bir kurşun sıkar. Behlûl kaçar, Beşir veremden ölür, ama uşak kadın yalıya döner, Mlle de Courton da Fransa'dan dönüş yoluna çıkmıştır. Baba ve kız, Adnan ve Nihal, artık eski huzurlu, sessiz hayatlarına dönebilirler.
Yorumlar
Roman genellikle Flaubert'in Madame Bovary ve Tolstoy'un Anna Karenina'sıyla karşılaştırılır; Almanca çevirisi ise Thomas Mann'ın romanı Buddenbrooklar. Bir Ailenin Çöküşü adlı romanıyla karşılaştırıldı, Hollandaca çevirisi ise Hollandalı yazar Louis Couperus'un Eline Vere'siyle[1] karşılaştırılırsa şaşırmayacağım.
Romanda özetle, iki hikaye var. Birincisi Adnan'la evlenen, Behlûl'le ilişki yaşayan, üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanan annesinin namının baskısını hisseden, nihayet her şeyini kaybeden ve kendini bir kurşunla öldüren Bihter'in hikayesi. İkinci hikaye ise babasını seven, Bihter'i kıskanan, aşka susayan ama Beşir'in aşkını göremeyen, nihayet Behlûl'le evlenmeyi kabul eden ama sonunda babası Adnan'la mutluluk içerisinde tekrar bir araya gelen Nihal'inki.
Önde gelen Türk edebiyat eleştirmeni Berna Moran Aşk-ı memnu'yu başarılı bir natüralist roman örneği, insan davranışının çevre ve kalıtsal yatkınlık tarafından belirlendiğini gösteren bir roman olarak görür. Bihter edepsiz değil, talihsiz bir kadındır. Ama der Moran, Nihal'in hikayesi gereksizdir. Hatta daha da ileri gider: bu hikaye romanın etkisini bir oranda bozmaktadır. Nihal'in mutlu sonu Bihter'in trajedisinin etkisini zayıflatmaktadır. Bunun hakkında daha sonra bir şey söyleyeceğim.
Bazı diğer eleştirmenler psikolojik anlamdan çok hikayenin geçtiği çevreleri vurgulama eğilimindedirler. Romanı İstanbul yüksek sosyete çevrelerinde hayatın bir tasviri olarak yorumlarlar, batılı hayat biçimi bu dünyaya sızdıkça geleneksel ahlaki değerler ufalanıp gitmektedir.
Elbette her edebi yapıt farklı şekillerde yorumlanabilir. Hikayenin yapısındaki motiflere ve temalara bakılabilir, veya karakterlerin gelişimine. Feminist veya psikanalitik bir çerçeve seçilebilir. Ben ise bir çevirmen olduğumdan, dilbilimsel bir yaklaşım benimsemek istiyorum. Dil ve üslup da elbette bir romanın yorumuna katkıda bulunabilirler. Özellikle de bu örnekte: Dil, Servet-i Fünun yazarlarının ana uğraş alanlarından biriydi. Eski kelimeler ve çok sayıda eş anlamlı kelime kullanarak yarattıkları süslü, gösterişli bir üslupta bulmayı umdukları estetik uğruna didiniyorlardı. Nasıl bazı kitaplar macera romanıysa, Aşk-ı memnu da bir dil romanıdır. Neredeyse hiçbir şey olmaz. Yalıdaki kimsenin işi yoktur. Çalışma nakış yapmayla sınırlıdır. Adnan'ın hobi olarak yaptığı ahşap oymalar bile bitmeden bırakılır. Tencere tava tangırtısı, leğen ve süpürge gürültüsü yoktur. Yalıda hayat sonsuz bir Pazar gününde geçmektedir. Herhangi bir hareket veya faaliyet olduğunda ise gösterilmez, sadece tasvir edilir.
Dolayısıyla roman tasvirlerle doludur: dışarının ve içerinin, hareketin ve duyguların tasvirleriyle. Bir de diyaloglar ve düşünce akışları ile. Birazdan bunların üçüne de bakacağız.
Aşk-ı memnu zor bir roman olarak bilinir. Sokaktaki adama Uşaklıgil'in romanını çevirdiğinizi söyleyin, çoğu zaman şöyle iç geçirir: ‘Ah, Müjde Ar!' Romanın orijinal baskısı neredeyse hiç okunmamaktadır ama televizyon dizisi kalıcı bir etki bırakmıştır.
Çoğu okuyucuyu korkutan romanın dilidir. 1898'te Osmanlı Türkçesiyle yazıldığını hatırlatmak isterim. Kısa süre sonra, 20inci yüzyılın başında Türkçe dil reformları yürürlüğe kondu: bu kampanyanın amacı Osmanlı dilini, kelime ve yapılar açısından, Arapça ve Farsça unsurlardan arındırmaktı. Bu reformların sonucunda günümüzün genç okurları Uşaklıgil'in Arapça ve Farsça kelimeler ve yapılarla dolu diline aşina değiller. Kitabın son dönemde yeni, ‘sadeleştirilmiş' baskıları yayınlandı. Ölümünden önce Uşaklıgil'in kendisi dahi yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bazı ‘eski moda' Farsça ve Arapça kelimelerin yerine aşağı yukarı eşdeğerlerini yerleştirdiği bir gözden geçirilmiş baskı hazırlamış.
Kısacası Aşk-ı memnu'nun zor bir üslubu olduğu kabul edilmektedir ve dürüst olmak gerekirse, romanın ilk sayfalarını okuduğumuzda bizim de hevesimiz kırılır gibi oldu. Ama daha da dürüst olmak gerekirse: gerçek bundan ibaret değil. Daha yakından bakıldığında kitabın bu ağdalı, tumturaklı Osmanlıcası ilk sayfadan son sayfaya aynı düzeyde korunmuyor. Bazı sayfalar açıkça bazı diğerlerinden daha gösterişli bir üslupla yazılmış. Bu bazen romanlarda olur: yazar iddialı bir üslupla başlar, ilk birkaç bölümden sonra bundan kendi de sıkılır, sonra rahatlar ve daha sade bir anlatımla devam eder. Ama Aşk-ı memnu'daki böyle bir durum değil. Bana bu üslup romanda açık bir işlev görüyormuş gibi geliyor. Bu süslü üslubun romana nasıl dağıldığına bakalım.
Doğa tasvirleri
Yalıdaki psikolojik ve ilişkisel gelişmeler arada bir doğa tasvirleriyle kesilir. Bu dikkate değer bir durumdur, çünkü yalı sakinleri, en hafif tabiriyle, dışarı çıkmaya pek hevesli değildirler. Doğa ve peyzaj ancak pencereden, yani izleyen içeride otururken görülen manzara olarak vardır. Ve belki de haklıdırlar, çünkü dışarıdaki bu dünya genellikle vahşi ve ıssız bir yer olarak resmedilir: ne alımlı yeşil otlaklar, hafif rüzgâr esintileri ne de hoş bir kış güneşi. Aksine, doğa ve hava koşulları hep aşırı ve haşindir: gökyüzünde ağır bulutlar toplanır, etraf insanı kapmaya çalışan ağaçlarla dolu korkunç ormanlarla çevrilidir. Yaz pikniği bile daha çok cehenneme yapılan bir ziyareti anımsatmaktadır: sıcaklık kavurucu, Göksu deresinin suyu koyu ve siyahtır, çimlerde şüphe yok ki kurbağalar ve yılanlar barınmaktadır.
Kitabın bağlamında bu tasvirler kolayca karakterlerin ruh halinin bir yansıması olarak yorumlanabilir, özellikle de Bihter ve Nihal'in. Bu anlamda, bulutların sadece gökyüzünde değil, karakterlerin zihinlerinde de belirmesi kayda değer. Aynı süslü üslup Uşaklıgil psikolojik açımlamalara giriştiğinde, örneğin genç kızlarda ergenlik üzerine bilgi verdiğinde veya kendisini aynada çıplak gören Bihter'in hislerini tarif ettiğinde de kullanılır.
Deniz, derin bir uyku sükûtu içinde gibi, yukarıdan sarı bir ateş şişesi afaka sekr veren bir zülâlin selsebilini isar eden kamerin altında, baygın, melûl bir rüya içinde uzun nefeslerle göğüs geçirerek, seriliyor; uzakta müphem gölge yığıntılariyle duran sahillerin muavveç rişelerine sokularak daha samimi köşeler, gizlenecek, siperlenecek tenha, mahfi muzlim etekler arıyor; beride, ancak siyah birer sırtı görünen Adaların, meçhul bir uçurumdan fışkırıvermiş binlerce sarı gözlerinin hain ateşleriyle bakıyor zannolunan bu mehip siyah devlerin önünden kaçarak, tâ uzaklara, bitmez tükenmez ufukların uzak enginlerine doğru imtidat ediyordu, ve aydan dökülen ziya şelâlesi ile yaldızlanarak böyle serilip uzanan deniz o uzak ufuklarda semalarla birleşiyor gibiydi; onların bu visal noktasında beyaz bir fecr hattı inkişaf ederek, parıldayan bir toz galeyanı içinde, sanki orada tutuşup yanmış bir güneşin hâlâ şâşaalı külleri savrularak, kaynaşıyordu.
Diyaloglar
Süslü Osmanlıca doğa tasvirlerinin aksine, kitaptaki diyaloglar dil açısından çarpıcı derecede moderndir. Eskinin hissi azıcık hissedilir, ama yine de modern okuyucu bu diyalogları kolayca anlayabilir - bu durumun bir kanıtı da TRT televizyon dizisindeki diyalogların çoğunun birebir kitaptan alınmış olmasıdır.
[Firdevs hanım:] ‘Deminden beri size bütün lüzumsuz şeylerden bahsediyorum. Asıl size söylenecek başka bir şey var. Keşfediniz bakayım.'
[Behlûl:] ‘Pek kolay! Creme de Simon bitmiş, Beyoğluna ilk çıkışımda sizin için ondan bir kutu almak...'
[Firdevs hanım:] ‘Lâtifeyi bırakınız, rica ederim. Size dair pek ciddî bir mesele. Sizi iki günden beri bunun için bekliyorum, bana öyle çapkın gözlerle bakmayınız, bütün ciddiyetinizi takınız...'
[Behlûl:] ‘Lâkin mümkün olmayan şeyler teklif etmeyiniz, rica ederim. Ciddiyet! Siz beni hiç ciddî gördünüz mü?'
[mevrouw Firdevs:] ‘Ik zit je hier de hele tijd maar allerlei dingen te vertellen die nergens voor nodig zijn. Er is iets anders. Raad maar eens.'
[Behlûl:] ‘Heel eenvoudig! De Crème de Simon is op, en de eerstvolgende keer dat ik naar Beyoğlu ga, wilt u dat ik een pot voor u meeneem...'
[mevrouw Firdevs:] ‘Kun je alsjeblieft ophouden met die grapjes. Ik heb het over een ernstige aangelegenheid die jou zelf betreft. Daarom zit ik al twee dagen op je te wachten, en kijk me nu maar niet zo ondeugend aan, ik zou graag willen dat je in alle ernst luistert...'
[Behlûl:] ‘Maar u moet geen onmogelijke dingen van me vragen. Ernst! Hebt u me ooit ernstig gezien?'
Diyaloglar üsluplarıyla ilgi çekmeseler de, kitaba bir bütün olarak baktığımızda kayda değer bir yönleri olduğunu görürüz. Belki bir ayrıntı, kolayca gözden kaçan bir şeydir bu, ama kitabı çeviriyor ve her cümleye onlarca kez bakıyorsanız gözünüzden kaçmaz: roman boyunca, bir diyalog veya düşünce akışında karşımıza çıkan bir çift cümle romanın ilerleyen kısımlarında farklı karakterler arasındaki bir başka diyalogda ya da bir başka kişinin zihninde yeniden beliriverir.
İlk örnek Bihter'in bir çığlığı: Sevmek! diye bağırır, sevmek istiyordur. Nihal'in de benzer bir cümlede benzer bir çığlığı vardır, ama bu sefer cümle edilgendir: ‘Sevilmek!' Sevmek değil, sevilmek! Minik bir cümle ama bence iki kadın karakter arasındaki ilişki açısından önemli bir ipucunu ortaya seriyor: biri sevmek isterken, yani etkin bir rol üstlenirken, diğeri edilgen bir rol üstlenir ve sevilmek ister. Etkin olanın, Bihter'in, sonu ölüm olur, edilgen olan Nihal ise babasına kavuşur. Bu açıdan bakıldığında romanda Nihal'in hikaye hattının, Berna Moran'ın iddia ettiği gibi gereksiz olduğuna katılmıyorum.
Çeviri
Özetlemek gerekirse, süslü dil Uşaklıgil tarafından hava durumu ve peyzaj tasvirlerinde, açıkça veya örtülü bir şekilde, hisleri tasvir etmek amacıyla kullanılmaktadır. Duygular, natüralist romanlarda sık görüldüğü üzere, sert ve aşırıdır. Öte yandan iç mekan tasvirlerinin üslubu çok daha sadedir.
Sadece hisleri değil, maddi varlık ve kültürel yönelimi de yansıtırlar. Diyaloglar da dikkate değer derecede moderndir. İfadelerin tekrarı romanın anlamı konusunda ipuçları sağlar.
Romanın yorumu ile ilgili olarak yazarın üslubuna daha yakından baktıktan sonra, çevirisi hakkında da kısa bir açıklamada bulunmak isterim. Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu kadar uzak -coğrafi ve kültürel anlamda, ama aynı zamanda tarihsel anlamda uzak- bir yerde konuşulan bir dile bu metin nasıl çevrilir?
Aşk-ı memnu'yu okumaya başlayan Türkçe bilen her okur kitabın eski bir metin olduğunu fark edecektir. Peki ya Hollandalı okurlar? Onlar da 110 yıl önce yazılmış bir metin okuduklarını hissetmeli mi? Demek istediğim, bunu kullanılan dilden çıkarabilmeliler mi? Ve eğer cevap evetse, 19uncu yüzyıl Hollandacasının hangi nitelikleri seçilmeli? Durum eski usul gramer kurallarından, örneğin ismin hallerinden mi anlaşılmalı? Yoksa kullanılan kelimelerden mi, yani çeviri eski moda kelimelerle mi dolup taşmalı? Yazım belki? ‘Grote'yi ‘groote', veya ‘mens'i tekrar ‘mensch' yazmak gibi örneğin?
Çevirmenlerin böyle sorunlar karşısında tercihi aynı olmuyor. Kültürel bir farklılıktan bile bahsedilebilir. Yanılıyor olabilirim ama bazen Türkiye'de eski klasik kitapları oldukça modern bir Türkçeyle çevirme eğilimi bulunduğu izlenimine kapılıyorum. Hollanda'da ise bu konuda bir uzlaşma olmadığını söyleyebilirim.
Çalışma arkadaşım Margreet Dorleijn ve ben tekrar 19uncu yüzyıl sözdizimini kullanmanın yapay olacağına karar verdik - kullanacak olsak da zaten bunun altından kalkabilir miydik bilmiyoruz. Yazım da metne gülünç bir tat katıp okuyucunun dikkatini dağıtacaktı. Ancak öte yandan, okuyucuya romanın (diline bakınca) birkaç sene önce yazıldığı izlenimini de vermek istemedik. Dolayısıyla gerektiği yerde daha eski Hollandaca kelimeler kullandık - ama okuyucunun sözlüğe başvurmasını gerektirecek kadar eski değil. Çoğu Hollandaca kelime dağarcığına daha yakın zamanlarda girdiğinden İngilizceden ödünç kelimelerden uzak durduk (‘piknik' hariç). Bunlar yerine hala birçok örnekte, yüksek sosyete çevrelerine uygun düşecek şekilde, kendilerine özgü bir ayrıcalık havası taşıyan Fransızcadan ödünç kelimeleri tercih ettik.
Çevirmen olmayanlar genellikle cümle karmaşıklaştıkça çevirisinin zorlaştığını düşünürler. Bu her zaman geçerli değildir. Üç kelimelik bir cümleye uygun bir karşılık bulmak için uzun saatler harcanabildiğini kendi tecrübemden biliyorum, öte yandan incelikli bir üslup içerisinde zarafetle örülmüş cümlelerin yoğun bir bakışla çevrilebildiğini de. Zıttı da geçerli - bazı ayrıntılı doğa tasvirleri bizi oldukça uğraştırdı.
Ama izin verin, boşunaymış gibi görünen ama çok dikkat gerektiren, sözdizimi, tarih ve kültürün kesişimiyle ilgili ayrıntılardan bir örnek vereyim: Sen/siz ayrımı, veya Hollandacada: jij ve u - İngilizce burada resmi olmayan ile resmi zamir arasındaki ayrımı belirtmekte açıkça yetersiz kalıyor. Bunun yanı sıra, resmi ya da resmi olmayan hitap biçimini kullanma konusundaki adetler Türkçe ve Hollandacada aynı değil.
Üstelik 19uncu yüzyıl Hollandacasında bu adetler günümüzde olduklarından oldukça farklıydılar. İşi daha da karmaşıklaştıran Aşk-ı memnu'da karakterlerin kolayca resmi hitaptan resmi olmayana ve sonra tekrar resmi hitaba geçiş yapmaları. Hollandacada ise resmiden resmi olmayana geçiş yapmak mümkün, ama bir kez resmi olmayan jij'i kullandıktan sonra tekrar resmi u'ya dönmek kulağa çok tuhaf geliyor. Her diyalogda konuşmacıların her birinin yaşına, yakınlık derecesine ve her bağlamda ortamda başkalarının bulunup bulunmadığına baktık. Örneğin, Adnan ve Bihter birbirlerine yatak odalarında yalnızken resmi olmayan jij ile hitap ediyorlar: büyük bir yaş farkı var ama u kullanmak için fazla samimiler. Ama yalının diğer sakinleriyle çay içerken birbirlerine resmi ifade olan u ile hitap ediyorlar.
Bazı mobilyaların ve giysilerin kültürel çağrışımıyla ilgili son bir söz. Gördüğümüz gibi bunlar sık sık daha batılı veya daha doğulu bir kültürel yönelimin göstergeleri olarak kullanılıyor. Bu Türkçe okuyucu için hemen anlaşılan bir durum, ama Hollandalı okur için değil. Yaşlı kadının sedirde değil, yerde yastığa oturduğu nikah sahnesini hatırlayalım. Hollandalı okurlar bunu kültürel bir yönelim değil, bireysel bir tercih olarak yorumlama eğiliminde olacaklar. Bu sorunun üstesinden dipnot kullanarak değil metnin içinde, örneğin kelimeye sadece bir sıfat ekleyerek gelmeye çalıştık: örneğin hotoz - eski Osmanlı başlığı. Bunun dışında, çevirimize, romanın kültürel bağlamını açıklayacağımız kısa bir sonsöz de yazacağız.(HH/EZÖ)
* İngilizceden çeviri: Nazım Dikbaş (Özgün Metin)
** İstanbul Hollanda Araştırma Enstitüsü'nde 21 Ocak 2008'de sunulan konferans metni
***Halid Ziya Uşaklıgil'in Aşk-ı memnu'sundan Türkçe alıntılar Hilmi Kitabevi'nin 1962 tarihli İstanbul baskısından, Hollandaca pasajlar Hanneke van der Heijden ve Margreet Dorleijn'in çeviri taslağından alınmıştır. Hollandaca baskı Haziran 2008'te Athenaeum-Polak & Van Gennep, Amsterdam tarafından Verboden liefde adıyla yayınlanacaktır.
**** Bu yazıyı cevbir.org'dan kısaltarak alıntıladık.