Türkiye'de konuya vakıf olmayanlar iyi niyetle de olsa bu iki konumu sürekli birbiriyle karıştırıyor ve farkında olmadan Avrupa'da Türkiye ile müzakerelere başlamaya niyeti olmayanların ekmeğine yağ sürüyor. Zira Türkiye'nin üyeliğini, dinî ve kültürel farklılıklardan ötürü istemediklerini hiçbir zaman açıkça dile getiremeyecek olanların elindeki en son gerekçe, Kopenhag Siyasî Kriterindeki yetersizlik olacak.
Tartışma, Türkiye'nin yarattığı rahatsızlığa odaklanmalı
Kopenhag Siyasî Kriterinin, Kopenhag Ekonomik Kriteri gibi kesin tarif edilmiş ve imzalanması istenen birkaç uluslararası anlaşma ve protokol dışında; kontrole tabi tutulabilecek müktesebatı ve kıstasları yok. Çünkü bu kriterin ucu, tıpkı demokrasi gibi, açık. Niyeti bozuk bir muhatap isterse, hele Türkiye için, ebediyete kadar eksik ve gedik bulabilir.
Türkiye eksiklerini zaman içinde elbette tamamlayacaktır, hatta bu yıl sonundan önce siyasî sorunların çözümünde ses getirecek önemli adımlar da atılabilir ve atılmalıdır. 1 Mart'ta "Zaman" gazetesinde yayımlanan bir makalede bunları dile getirdik. Ama bugün gelinen yerin, Türkiye'nin müzakerelere başlaması için engel teşkil edemeyeceğini bilmek ve tartışmada bu kerteden sonrasını düşünmek gerekiyor.
Artık tartışmanın odaklanması gereken nokta Siyasî Kritere uyum veya uyumsuzluk değil; Türkiye'nin farkının AB'nin belli kesimlerinde yarattığı derin rahatsızlık ve buna karşı geliştirilmesi gereken gerekçeler olmalı. Kopenhag Siyasî Kriterine kilitlenmiş naif yaklaşımın en büyük tehlikesi de, esas tartışmayı gizliyor olması.
Zira Türkiye ile ilgili rahatsızlık, örneğin Fransa'da, o kadar derin ki, sanıldığı gibi Kopenhag Siyasî Kriterinde sütten çıkmış ak kaşık dahi olunsa müzakerelerin başlamasının garantisi yok.
"Aday ülkelerdeki eksiklikler, müzakereleri engellemedi"
Konuya açıklık getirmek ve tartışmayı gereken yere doğru yönlendirmek amacıyla genişleme sürecinin teamüllerine göz atalım.
AB'ye aday olan ülkeler, katılım müzakeresi etabına başlamak için Kopenhag Siyasî Kriterinde somut ve güçlü bir irade beyanında bulundular. Aralık 1997'deki Lüksemburg Zirvesi'nde ilk altı aday, Aralık 1999'daki Helsinki Zirvesi'nde geriye kalan altı aday bu önkoşulu yerine getirdiler, haklarında alınan kararlar sonucu ve akabinde, yani yıl sonu tatili sonrasında müzakere sürecine başladılar. Ekonomik kriterlerde uyum bu etap için gerekli değil.
Müzakere sürecine giren adaylar uygulamayı, siyasî ve tüm diğer eksikliklerini süreç içerisinde tamamlamakla mükelleftirler. Bu olguya en çarpıcı örnek Letonya'dır. Bu küçük Baltık ülkesinde yaşayan 2.5 milyon insanın yüzde 40'ı Rus kökenlidir. Bu 1 milyon Rus, Letonya'nın bağımsızlığından beri her türlü kamusal haktan yoksun "vatansız" sayılmaktaydı.
Avrupa Parlamentosu (AP) Dışişleri komisyonunda 17 Şubat 2004'te görüşülen ve komisyon başkanı Elmar Brok'un imzasını taşıyan PE 359.354 sayılı "Aday ülkelerin üyeliğe hazırlık durumlarının kapsamlı denetimi" adlı raporda açıkça belirtildiği gibi, hâlâ tam anlamıyla çözüme ulaşmamış olan bu muazzam sorun Letonya ile 1999 Helsinki Zirvesi'nde müzakere başlatılmasına engel teşkil etmedi.
Letonya örneği tek değil. Kuzey komşusu 1.5 milyon nüfuslu Estonya'da da hatırı sayılır bir Rus nüfus bulunmakta ve onlar da "vatansız" sayılmaktaydı. Aynı AP raporu, bugün dahi, ülkenin tam üye olmasına iki aydan az kalmışken 165 bin Rus kökenli Estonyalının hâlâ her türlü haktan yoksun vatansız olduğuna dikkat çekiyor. Estonya müzakerelere Aralık 1997'de başladı!
Aday ülkelerde yaşayan 6 milyon Roman'a oralarda reva görülen muamele, Komisyon'un Mayıs 2002 tarihli raporunda son derece yaygın ve endişe verici olarak nitelendirilmiştir. AP'nin raporu da Çek Cumhuriyeti ve Slovakya'da bu sorunun da hâlâ tam anlamıyla çözülmediğine işaret ediyor.
Ayrıca insan hakları örgütü Human Rights Watch'un son raporunda, Slovakya'nın Birleşmiş Milletler'in silah ambargosu uyguladığı Liberya ve iç savaşın kol gezdiği Angola gibi insan haklarını hiçe sayan ülkelere silah sattığı öne sürülüyor. Slovakya'nın bu alanda daha sıkı yasal düzenlemelere gitmesi gerektiği belirtiliyor.
1 Mayıs Cumartesi günü üyelikleri fiiliyata geçecek olan on ülkenin siyasî eksiklikleri ile ilgili en mufassal çalışma Açık Toplum Enstitüsü'nün Budapeşte merkezli "EU Accession Monitoring" veya "AB'ye Üyeliğin Denetimi" programıdır.
Avrupa Komisyonunun İlerleme Raporlarından çok daha kapsamlı araştırmaların yer aldığı bu program üç yıldır adayların siyasî uyum konusunda ne kadar zayıf olduklarını sayısız örnekle ortaya çıkarmıştır. Ancak bütün bu eksiklikler adayların müzakere sürecine başlamalarını engellememiştir.
"Türkiye için yeni kurallar uydurulmamalı"
Türkiye ise, 2001 sonbaharı Anayasa değişiklikleri ve ardından yasalaşan yedi uyum paketi ile Kopenhag Siyasî Kriteri'nde somut ve güçlü irade beyanında bulunmuş ve katılım müzakeresi sürecine başlamak için gereken ön şartı ziyadesiyle yerine getirmiştir.
Dolayısıyla Prodi, Verheugen, Kretschmer ve AB'li siyasîlerden sıkça duyduğumuz, "müzakerelerin başlaması Kopenhag Siyasî Kriterinde tüm eksikleri tamamlamanıza bağlı, sonra bakarız, belki başlarız", biçimindeki beyanların, genişleme pratikleri açısından ve uyum paketlerinin içerik ve anlamları göz önünde tutulduğunda, bir dayanağı yoktur.
Türkiye'de bu beyanlara paye vermek, entelektüel tembellikten başka bir şey değildir. Beteri, Türkiye'nin istenmemesinin ardındaki ana nedenleri görmemizi engellemekten ve dolayısıyla çareler üretmemizi kösteklemekten başka bir işe de yaramamaktadır.
Türkiye için yeni kurallar uydurulmaması gerekiyor. Buna koşut olarak AB'li yetkililerin Kopenhag Siyasî Kriterinin arkasına saklanmadan sorunun özünü tartışmalarını sağlamak, bu amaçla çok yönlü bir iletişimin ilke ve içeriklerini belirlemek, müzakerelere başlama veya başlamama kararının da artık sadece bu çerçevede alınmasını hedeflemek gerekiyor. (BB)
* Dr. Cengiz Aktar, Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi