Küçük bir Anadolu kasabasında dünyaya gözlerini açan, kendi söylemiyle altı yaşındayken dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissederek, gitmesi, çok uzaklara gitmesi gerektiğine inanan1 ve tüm yaşamı boyunca hep gidenler tarafında olan Tezer Özlü; kimi kaynaklara göre 1942, kimi kaynaklara göre 1943 doğumlu. 10 Eylül günü doğduğunu yazıyor kaynaklar. Kendisi ise Pavese’nin doğum günü olan 9 Eylül’ü seçmiş: “ …Pavese’nin doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9 Eylül. Ben gece yarısından sonra. Ama Anadolu’da gece yarısı geçtiğinde, S. Stefona Belbo’da henüz belki de gece yarısı olmamıştı. Aynı gün. Aynı yıl değilse de…”2
Bazı insanların yaşamları, direnişleri, isyanları, yıllar boyu diğer insanların hayatını etkiler. Pavese nasıl Özlü’yü etkilediyse, Özlü de yazdıklarıyla ve yaşamıyla hayatlarımızı etkilemeye devam ediyor.
Özlü’yle bağ kurmak, duyarlılıklarını anlamak, ondaki özgürlük coşkusunu fark etmek, bağımsızlık arzusunu hissetmek aynı duyguları yaşayan insanlar için zor olmasa gerek. Giderek daha çok okunan bir yazar olması onun içtenliği, samimiyeti ve belki de en çok cesareti ile bağlantılıdır.
Dünyada kendisine bir yer aramış, nereye giderse gitsin ülkesini, İstanbul’u aklından çıkaramamış, kendini hiçbir yere ait hissedememiş Tezer Özlü.
Ne yazık ki kendisi olmak, belirlenmiş çerçevelerin dışına çıkmak, kendini ve toplumu sorgulamak, yeni şeyler denemeye açık olmak toplumuzda ve çoğu toplumlarda kabul görmüyor hala. En ilerici olduğunu varsaydığınız çevrelerde bile desteklenmek bir yana kolayca öteki oluveriyorsunuz. Tezer Özlü de bu ötekilerden biri olmuş ya da öyle hissettirilmiş yaşamı boyunca.
Kısacık yaşamında iyi ki yazmış, iyi ki çağdaşı olabilmişiz diyeceğimiz kişilerden Tezer Özlü. Biz de sevgili yazarımızı; Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar3ile anmak, iki kadın yazar arasındaki dostluğun izini, mektuplar aracılığıyla sürmek istedik.
Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış 69 sayfalık bir kitap… 17 mektuptan oluşuyor. İlk baskısı 1995’te yapılan kitabın 13. baskısı yine aynı yayınevi tarafından 2023’ün ocak ayında gerçekleştirilmiş. Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar, yayına hazırlayan Leyla Erbil’in önsözünün ardından, Benim Gözümle Tezer Özlü başlığı altındaki 4 metin ile sürüyor.
“Tezer Özlü benim yaşamımda, ne şanslıyım ki sayıları pek de az sayılamayacak derin dostluklar kurabildiğim bir kişi olarak yerini aldı,” diyor Leyla Erbil. Mektuplara giriş niteliğindeki; Benim Gözümden Tezer Özlü bölümündeki Son Aşk, Yazarın Ülkesinde Bir Gezinti ya da “Burası Bizi Öldürmek İsteyenlerin Yurdu…”, Sevgi ya da Sanat Dünyasında ve Dostluğumuza, Hastalığa ve Ölüm Meleğine Dair başlıklı metinlerde, bu dostluğun nasıl sımsıkı olduğunun izini sürebiliyoruz.
Özlü’nün 1 Mayıs 77 katliamından sonra söylediği “Burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu…” cümlesinin de tanığı Leyla Erbil. Tezer Özlü; kendisi gibi olanların bu ülkede yaşamasına izin verilmeyeceği duygusunu, 12 Eylül darbesi ile yeniden yaşıyor. Hans Peter ile evlenmesine izin verilmiyor Türkiye’de. Şöyle diyor Leyla Erbil, Özlü’nün yurdunu terk etmesiyle ilgili: “Böyle bir Türkiye’de genç bir Türk kadın yazarın (artık kadın yazar sözcüğünü kullanmak gerekiyor, çünkü erkek yazar olsaydı doksanında bile olsa on yaşındaki bir kız çocuğuyla evlenmesine ses edilmezdi?) kendinden yaşça ufak bir yabancı erkekle evlenmesine yetkililer bir türlü izin vermiyor! Engeller çıkarılıyor, sorgular, sualler, nedenler, nasıllar, ertelemeler… Tam iki yıl sonra pes ediyor Tezer, Zürih’e yerleşiyor.”
Tezer Özlü’nün son eşi Hans Peter ile tanışmasını da anlatıyor Erbil. Özlü “Bu adam benim ölümüm Leyla!”diyor tanıştırırken. 1982’nin Ekim’inde oluyor bu tanışma ve bu tarihten 4 yıl sonra Hans Peter’in yurdunda, onun kollarında yaşamı sona eriyor Tezer Özlü’nün.
Tezer Özlü ile Leyla Erbil, iki konuda söz vermişler birbirlerine: İlki evlilik kurumunun, kocaların, daha çok eşlerin anlatılacağı birer roman yazmak, ikincisi birbirlerine yazdıkları mektupları yayımlamak. Özlü’nün yaşamının kısalığı sözünü tutmasını engellerken, Erbil Mektup Aşkları ile sevgili dostuna verdiği sözü tutuyor.
Hülya Soyşekerci Özlü için: “En zarif, en içten ve en direnişçi yazarlarımızdandır.” diyor “O da yakın dostu Leylâ Erbil gibi bir put kırıcıdır; insan yaşamını hapishaneye çeviren gelenek, dogma, tabu, kural, sınır, dayatma… ne varsa gözden geçiren; kalıpları kıran, yerleşik değerleri sorgulayan, yeni değerler arayan özgün ve özgür bir yazardır.”3Aynı metinde şu cümleler de var Özlü ile ilgili: “…yaşamıyla yazdıkları bu denli iç içe olan yazarlara çok rastlanmıyor. Korkmadan, çekinmeden, bütün içtenliğiyle kendini ortaya koymak, ‘ben böyleyim.’ diyebilmek kolay mı? Bence her şeyden önce cesaretin simgesi Tezer Özlü.” Soyşekerci’nin tüm söylediklerini görebiliyoruz mektuplarda.
Soyşekerci’nin de belirttiği gibi edebi yazınını kendi öz yaşamından yola çıkarak oluşturan Tezer Özlü’nün mektupları, aynı eserlerinde olduğu gibi yalınlığından hiç taviz vermiyor. Uzun uzadıya felsefi çözümlemelere boğmuyor bizi. Kendi izlenimleri, anlık duygulanımları, içinde yaşadığı toplumun eleştirisi eserlerinde olduğu gibi mektuplarında da gözleniyor.
Tezer Özlü’nün edebiyata ilişkin görüşlerine, yaşadığı günlerin özetine, gittiği ülkelerdeki izlenimlerine, edebiyat çevreleriyle ilgili olumlu-olumsuz düşüncelerine, ilişkilerine, Türkiye, özellikle Arnavutköy özlemine, sevdiği kişilerle ilgili olaylara, sorulara tanık oluyoruz mektuplarında. Zaman zaman hiç sakınmadan özellikle edebiyat çevresi ve aydınlarla ilgili sıkı eleştirilerde bulunuyor.
Leyla Erbil ile yazışmaları daha öncesine dayansa da kitapta yer alan ilk mektup, 27 Mart 1982 tarihini taşıyor, son mektup ise 13 Ocak 1986 tarihli. İlkinde üç aydır yazamadığını belirtiyor Tezer Özlü ve “Senin yazdığın mektup bir şaheserdi,” diyor, eğer Erbil’in izni olursa ve yazabilirse, o mektubu bir kitapta yayımlamak istediğini söylüyor.
Tezer Özlü, kendisine, Türkiye’de düşünen insan var mı, diye sorulduğunu belirtiyor. Eleştiri oklarını kendinden önce gelen ve Avrupa’da yaşayan edebiyatçılara yöneltiyor: “Bizim D., E. gibi (düşünürlerimiz) Türkiye’yi o denli tanıtmamışlar ki herkes bizi şalvar giyer, başını örter, yazsa yazsa geri kalmış bir toplumun geri, egzotik öykülerini yazar diye düşünüyor.”
Tezer Özlü’nün sağlık durumu da zaman zaman mektuplarda öne çıkıyor. “Burada 20 gündür mide yanması ve baş ağrısı çekiyorum. Bir tek sigara, bir yudum içki içemiyorum”, “Hastalık yerine çıban çıkarıyorum, iyi mi?” diye yakınıyor. “Tuzla kirada mı? Mehmet’in işleri ne alemde?”, gibi soruların yanı sıra, “Şimdi haberlerde gene İsrail savaşı…” gibi güncel politika da yer alıyor mektuplarda.
Berlin’deki Türklerin o zaman dilimindeki durumu hakkında şunları söylüyor Özlü:“Türkler, bu toplum içinde -ne yazık ki- bir yama gibi duruyor. Çok acıklı. Burada Türkler'in yoğun olduğu semtlere, yalnızca lahmacun ve eskici kültürü getirmişler. Soğan, biber ve kıyma kültürü...”
Tezer Özlü yıllarca içinde yaşadığı kültürün, batı kültürü ile uyum sağlayamadığını bir kez daha görüyor. Her ikisini de bunaltıyor bu değişime kapalı olma durumu… Mektuplarda batı kapitalizminin de eleştirisi var: “Burada da edebiyat yapmanın, bu topluma kitaplarını çevirmenin hiçbir anlamı yok. İstesem, çevirsem basacaklar, ama bu toplumda edebiyat ve kitap, tıpkı "çamaşır tozu" gibi ticarî bir mal haline gelmiş.”
Özlü, 22 Mayıs 84’de bu kez İsviçre’den yazıyor batılı yazarın halini… “İsviçre'nin en büyük yazarı Robert Walser, yaşamının son 26 yılını burada akıl hastanesinde geçirmiş, 1956'da ölene dek. Bu büyük yazara ekmek bile vermemiş bu ülke, uşaklık bile yapmış bu adam, çevreye uymadığı için tımarhanede kalmış 26 yıl, Thomas Mann'dan, "edebiyatın emperyalisti" diye söz ediyor, ne kadar haklı. "Yalnız korkak ve yaşam canlılığı göstermeyenleri küçümsüyorum! diyor, ne kadar haklı. Korkak değiliz ve çok canlıyız.”
Yine bir başka mektubunda da şöyle yazmış: “Aslında Türk aydını olarak görevimiz her zamandan daha çok. O kadar eğitilmesi gereken insanımız var ki. Ama gene de her ülkede seni ben, beni sen anlıyorsun. Olay beş on bin kişinin dışına çıkmıyor. Hele buralarda, edebiyatın hiçbir etkisi yok. Yalnız diğer olaylar gibi bir tüketim aracı. Türkiye'de de edebiyat cahillerin elinde. Cümle kurma estetiği olmayan, düşünceleri de bunamayı kanıtlayan herkes tuttu. Şaşılacak şey. Oysa Can Yücel gibi büyük bir şairin adını bile geçirmiyorlar.”
Batılı yazarların da Tezer Özlü’nün beklentilerini karşılamadığını, belki biraz da hayal kırıklığı yarattığını görüyoruz. “Octavio Paz bizden daha entelektüel bir insan değil. Dediğin gibi, beni de birçok şey kızdırıyor. Ne güzel anlatmışsın. Ama Leylâ, sende ne cesaret, kalkıp onunla taa güneye gidebiliyorsun? A. ile de yola çıkmıştın. Biz ki, ne çocuğuna, ne kocasına dayanamayan, kendi kendine dayanamayan kadınlarız, sen onunla nasıl yola çıkarsın? Ee, seni bayağı kutlarım, sende daha sabır kalmış.”
“Ama Türkiye'de güneyde seninle bahçeli bir taş oda, iki oda yapalım, gidip oturalım, ben varım. Sıcak bana da gerekli” diyen Tezer Özlü içinde yaşarken onu boğan her şey bir yana ülkesini, ülkesinde yaşamayı yine de çok özlüyor ve istiyor; bir gün dönebileceği umudunu, belki bir şeylerin değişebileceği umudunu canlı tutmaya çalışıyor.
Bir başka mektubundaki “Aslında insanın temelinden uzaklaşması hiç de kolay bir olgu değil. Mehmet'in "özlersin kız, özlersin buraları kız" deyişi sık sık kulaklarımda çınlıyor,” sözlerinde, yurt özlemini açıkça görüyoruz Özlü’nün.
Bir yandan da o çok sevdiği ülkesi onu korkutmaya devam ediyor. Erbil’in “Ben, Tezer Özlü'nün sıkıntılarının, büyük ölçüde, kışkırtılan bu toplumsal şiddetten, korkudan kaynaklandığına inananlardanım,”sözlerini desteklercesine Tezer Özlü şunları yazıyor: “Bu gece ilk uyanınca, aklıma Beyoğlu'nun yan sokakları geldi. Ne de olsa, dönünce en çok Beyoğlu'nda yaşayacağım. Yan sokakların görünümünden korktum. Bir kahve düşündüm. Korktum. Sonra yeni otellerin kahveleri, oralarda oturan kara, zengin, boyunlarında altın zincir taşıyan erkekleri düşündüm. "Şark, şark", dedim, gene korktum.”
Tezer’in değişken halini de mektuplardan öğreniyoruz. “Canım hiçbir yere seyahat etmek istemiyor. Çok geniş bir çatı katıdayım. Tüm ağaçların tepelerini görüyorum. Merdivenli, sütunlu, yerleri halı kaplı nefis bir yatak odam var. Yatağımın karşısı gökyüzü. Güneş -eğer doğarsa- yüzüme doğup beni uyandırıyor. Bazen hiçbir şeyden yılmayacak kadar gücüm oluyor. Bazen çok aciz oluyorum.”
Yurtsuzluğunu da eklediği bir Zürih mektubunda ise şu cümleler var: “Ben zaten yeryüzünün neresini benimsedim ki? Zaman zaman kendimi çok iyi, zaman zaman da kötü duyuyorum. İki durum da uzun sürmüyor, böylece bir denge kuruluyor”
Tezer Özlü, Leyla Erbil ile ortaklaşan noktalarına da dikkat çekiyor mektuplarında: “Tabii sende, ya da bende sana benzeyen çok yönler var. Mektubunu okuduktan sonra otobüs beklerken bunları düşündüm. Erkeklerin beğendiği, istediği bir kadınsın. (Sana söylediklerimi kendime de söylüyorum.) Hep sevildin. Güzelsin, temizsin. (Pis kadın olur mu, diyeceksin.) Ama kimlerin pis olduğunu sen de çok iyi biliyorsun. Sonra senin, benim gibi (galiba kendimi çok koydum bu işin içine) eleştirici yanın çok güçlü. Sonra cin gibisin, bir kere kendi kendini iyi gözlüyorsun.”
Aynı mektuptaki şu satırlar Tezer Özlü’nün edebiyat anlayışının da Leyla Erbil’e benzediğini gösteriyor bize. Kendim 30-40 sayfa kadar yazı yazdım. Ancak konulu bir şey anlatmak istemiyorum. Konu o kadar çok ki, çevresine bakan binlerce konuyu görür, görsün. Ünlü ve aktüel olmak da istemiyorum. Ama gene küçük bir kitap yaparsam, okuyana bir şey versin, içini dalgalandırsın, onu huzursuz etsin istiyorum...”
Mektuplaşmalarda Yaşamın Ucuna Yolculuk’u yazarken Erbil’den aldığı desteği de okuyoruz: “Üç gün önce Ferit Edgü'den uzun bir mektup aldım. Kitabımı "müthiş" olarak nitelendiriyor. Uzun yıllardan beri, Kafka'yı, Dostoyevski'yi, Rimbaud'yu okuduğundan bu yana, hiçbir metnin kendisini bu denli heyecanlandırmadığını yazıyor. Kitabın dizgide olduğunu, Svevo'nun Zeno Cosini'siyle birlikte Nisan'da çıkacağını yazıyor. Hemen aklıma sen geldin. Çok olmasa da birazcık yazı yazmaya devam etmemin baş nedeni senin desteğindir. Beni her zaman o denli yüreklendirdin ki, bir şeyler yazabileceğime beni inandırdın. Bu yeni kitapta da kendi soluğundan çok şey bulacağına eminim.”
Kadın yazar olmanın hem aile hem yazın yaşamını bir arada yürütmenin zorlukları da var Özlü-Erbil mektuplaşmalarında. “Ama işte aile yaşamı ile yazmak bir arada yürümüyor. Bunun acısını sen benden daha çok çektin.” diyen Tezer Özlü, Leyla Erbil’in eserlerini anımsatıyor bize. “Annenin durumu yürekler acısı. Gerçekte insanın durumu yürekler acısı. Bilinçsiz yaşayan, bilinçsiz yiten bir insan desem, sert mi söylemiş olurum? Sevgili Leylâ'cığım, Avusturya televizyonunda, Alman televizyonu yapımı bir film izledim. Tiyatro/film. Bir orta yaşlı erkek oyuncu, bunaklar yurdunda annesinin bunak son günlerini hem annesi hem oğlu rolü ile oynadı. Seni çok düşündüm, o kadar başarılı bir metin ve oyundu ki, katma hiçbir olgu yoktu, aynı senin yaşadıkların.”
Aynı Karanlığın Günü’ndeki Neslihan’ın yaşadıkları değil mi gerçekten?
Yine Leyla Erbil eserlerini çağrıştıran satırlar: “Yazın bir gün G. telefon etti. Senin mektuptan sonra da canım onu hiç görmek istemedi. Neyse sonunda görüşmedik. Ben aramadım. Artık ikiyüzlü ilişkileri yürütemeyeceğim. Geçmiş ola!”
Leyla Erbil’i eserlerinden tanıyorsanız iyi bilirsiniz. Erbil eserlerinde kıyasıya eleştirilen konulardan biri de ikiyüzlülük ve ikiyüzlü ilişkilerdir. Erbil’in karakterleri daha çok bu ilişkiler içinde kendilerini sorgularlar; Tezer Özlü ise bir adım öne geçip tavır alıyor.
Tezer Özlü, 3 Ocak 85’te çok sevdiği dostuna destek olmaya çalışıyor: “Aslında memnunluk ya da rahatsızlıklarımızın tümü kendi içimizden kaynaklanmıyor mu? Türk edebiyatında çığır açmış bir yazar olmana karşın, çağdaşlarının geriliği nedeniyle cahillerin baskısı altında kaldın. Ama bu yalnız sana özgü bir durum değil, tüm ülkelerde örneği var. Seni anlayan, seven, değerini bilen mutlak önemli bir kesim var, bu kesim de hiç de küçük değil. Zamanlara dayanacak bir öncüsün. Senin gibi bir kadın -kadın olmasın, kadın demeyeyim, insan- kiminle yaşarsa yaşasın, sorunlar olacaktır. Bizler belki de kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilikler yapan kadınlarız... Paris, New York gibi kentlerde olsaydık, belki başka türlü yaşardık... bilmiyorum. Ama İstanbul'da da çok derin yaşadığımızı, içten insanlar bulduğumuzu... burada daha iyi algılıyorum.”
Erden Kıral’ın Ferit Edgü’nün romanından filmleştirdiği Hakkari’de Bir Mevsim’in senaryo çalışmalarına katılan Tezer Özlü, filmin Avrupa’daki gösterimlerinde de Kıral’ı yalnız bırakmıyor. “Sezer'e de yazdım. Sana da kısaca yazıyorum: Berlin'de Erden'le birkaç kez oturduk. İlk buluştuğumuzda çok tutuktu, yarım saat bile yanımda oturamadı, "bilirsin ben kılıbığımdır", dedi, gitti. Orhan'ı, Demir'i göremedi. Sonra geldi, duygularını yenmişti.”
Erden Kıral, Özlü’nün boşandığı eşi… Devamındaki satırlarda evliliklerini irdeliyor Tezer Özlü. Leyla Erbil metinlerinden farklı değil bu satırlar da. “Herkesle beni aldattı, ben de onu herkesle aldattım. Benim boşanmam nedeniyle her şeyi rahatlıkla konuşabildik, açıldık. Bu boşanma, ikimizin ilişkisini, bir araya gelsek de gelmesek de her türlü yalandan arındırdı”
İlişkinin boşandıktan sonra da olsa yalandan arındırılmasını değerli buluyor Özlü. Meselenin aldatmak aldatılmak değil, dürüst yaşayabilmek olduğunu söylüyor, içtenlikle kendini sorgulamaya devam ediyor. “Hans Peter'i çok seviyorum. Benim gerçekten ilk sevdiğim, tüm çocukluk özlemlerim içinde sevgiyi verebildiğim, alabildiğim bir insan, ilk insan. Son insan. Onu tanımayabilirdim. Ama insanın kendisi kadar duygulu bir insanla bir sevgiyi bölüşmesi, birbirine sevgiyi aktarması ve o insanla bir arada yaşaması o kadar güzel, ama o kadar zor ki. ……insanın kendi yaşıtı, kendi yorgunluğunda, kendi geçmişini 15 yıl bölüştüğü biriyle olması belki daha tarafsız, daha rahatlatıcı... diyorum. Erden'in yanında güçlü oluyorum, Hans Peter'in yanında duygulu. Sezer'e de yazdım, yoksa bu duygular duramayışımın, sürekli gidişimin, aynı şimdi çıkan kitabımdaki gidişimin sürekliliği mi? Oysa zamanla bu evimi, Zürih'i de seviyorum, mutluyum, ama Erden'den, özellikle Deniz'in ikimiz arasında büyümesi gerektiğini düşünmekten vazgeçmek istemiyorum. Deniz de ne güzel, canlı, onun genç kızlığını babası yerine bir başka erkek mi yaşasın? Erden kararlılığında, yaşında bir erkek ona daha sağlam bağlar vermez mi?”
Özgür de olsa, prangalarından kurtulmak için hayat boyu mücadele de etse, ülkeler de aşsa, Tezer Özlü de olsa, insan, yılların içine kazıdığı anlamlardan kolay kurtulamıyor. Annelik, sorumluluk, özgürleşme…Sürekli kendisiyle mücadele etmesi, kendi içindeki kültür kodlarını yenmesi gerekiyor. Hayatın en basit anlamı olan “sevmek” için her şeyle ve belki de en çok kendisiyle mücadele ediyor.
Son söz Tezer Özlü’den: “Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten ne dolunaydan ne ölümlülükten ne ölümsüzlükten ne seslerden ne gün doğuşundan ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırlardan geç. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur. Artık hiçbir yerdesin.”1
1100 Maddede Tezer Özlü /Feryal Saygılıgil/Sanat Kritik
2 Yaşamın Ucuna Yolculuk / Tezer Özlü/ Yapı Kredi Yayınları (14.baskı-2010)
3 Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar /Hazırlayan: Leyla Erbil/ Yapı Kredi Yayınları (5. baskı-2014)
(SÇ/FU/AS)