Devletin yapısını değiştiren anayasa maddelerinin değişiklik önerileri görüşülürken AKP Bursa Milletvekili İsmail Aydın “Anayasanın değiştirilemez maddesi olmaz. Gerekli nisapla tüm maddeleri değiştirilir, hatta yenisi yapılabilir” dediği için ortalık karışmıştı.
Özellikle CHP kurmayları feryat ederek MHP’nin buna tepkisiz kalmasını eleştirmişlerdi. MHP, konunun açıklığa kavuşması için Başbakanı açıklama yapmaya çağırdı. Sayın Yıldırım “Böyle bir düşüncemiz yok ve bunu söyleyenlerle de işimiz olmaz” diyerek itirazcıların yüreğine su serpti ve olay kapandı.
Oysa sonradan kanunlaşan, anayasa maddelerinin değişiklik teklifleri hem devletin yapısını değiştiriyor hem de anayasanın değiştirilemez maddelerinin özünü ortadan kaldırıyordu. Duyarlı çevrelerin Başbakanın açıklamasından tatmin olmaları ve değiştirilemez maddelerin yazılı metinde kalmasını yeterli bir güvence saymaları akıl almaz bir pişkinlik olarak tarihe geçti.
Anayasanın değiştirilemez maddelerinin de değiştirilebileceği beyanları karşısında feveran edenlerin değişimin fiili olarak gerçekleşmesinden sonra suspus olmaları Nasrettin Hoca’nın ünlü ciğer ve atmaca fıkrasını hatırlatıyor:
Nasrettin Hoca, çağrılı olduğu bir yemekte ikram edilen ciğer yahnisini çok beğeniyor ve ev sahibinden yediği lezzetli yemeğin yazılı tarifini istiyor. Ertesi günü, ciğerciden aldığı ve akşam yiyeceği yahniyi hayal ederek elinde salladığı ciğerle evine giderken yukarılardan taze ciğeri gözleyen bir atmaca ani bir inişle ciğeri kaptığı gibi tekrar yükseliyor. Hoca hiç bozuntuya vermeden atmacaya: “Senin ciğeri kapıp kaçman kaç para eder, yahninin nasıl yapılacağını bilmiyorsun ki; tarifi bendedir” diyor ve elindeki tarifnameyi ona doğru sallayarak keyifle eve dönüyor.
Hocanın beğendiği yemeğin gizini tarifnamesinde gören ve onu teselli eden fıkradaki mantık, Anayasanın değiştirilmesi yasaklanan maddelerine karşı duyarlı çevrelerin bunların fiilen kadük olmasına karşın, kanun metninde korunmalarını yeterli bularak tepkisiz kalmalarındaki yaklaşıma ne çok benziyor…
Değiştirilemez maddeler nasıl kadük oldu?
1982 Anayasası’nın ‘Değiştirilemeyecek Hükümler’ başlıklı 4. maddesi şöyledir: “Madde 4-Anayasanın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’inci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
4. maddenin değiştirilmesini yasakladığı hükümler iki bölümdür. Bir bölümü şeklidir. Örneğin hiçbir siyasetçinin hatta hiçbir yurttaşın devletin şeklini Cumhuriyet olarak tanımlayan 1’inci maddesini değiştirme düşüncesinde olduğu söylenemez. Yurttaşların tümünün üzerinde mutabık olduğu bu maddenin anayasa hükmü ile korunmasına ihtiyaç dahi yoktur. Yasaklar arasında bu hükme yer verilmiş olması bir gereklilik değil, sembolik bir davranıştır. Keza 3’üncü maddedeki Devletin bütünlüğü, bayrağının şekli, Milli marşı (İstiklal Marşı) ve Başkentinin Ankara olduğu konusunda da toplumda hiçbir itiraz yoktur. Bu maddenin de değiştirilemez maddeler arasında yer almasının bir gereklilik olduğu iddia edilemez.
O halde Anayasanın değiştirilemez maddeleri söz konusu olduğunda üzerinde titizlikle durulması gereken 2’inci maddesinde yer alan önermelerdir. Çünkü bu madde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin niteliklerini belirliyor. Bu nedenle de 4’üncü maddenin değiştirilmesini yasaklamayı amaçladığı asıl hüküm 2’inci maddede yazılı olan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti (…) Atatürk milliyetçiliğine bağlı (…) demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir” biçimindeki ifadedir.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devletini tanımlayan bu önermelerin özü, 16 Nisan referandumunda kabul edilen yeni anayasa ile ortadan kaldırılmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti “demokratik bir hukuk devleti” olma niteliğini kaybetmiştir.Diğer bir deyimle CHP ve MHP kurmaylarının titizlikle savundukları anayasanın değiştirilemez maddelerinin özü ortadan kalkmıştır.
Çünkü yapılan anayasa değişikliği ile ‘tek adamın egemenliğinde, erkler birliğine dayalı ve Cumhurbaşkanının aynı zamanda parti başkanı olduğu’ yeni bir sistem kurulmaktadır. Bu sistemin uygulamaya girmesiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti demokratik bir hukuk devleti olmaktan çıkmakta, tek adamın yönettiği otoriter bir devlet haline gelmektedir.
1982 Anayasası’nın 2’inci maddesindeki üç temel ilke, (A-demokratik hukuk devleti, B-Laiklik, C- Atatürk milliyetçiliği) 16 Nisan’da yapılan anayasa değişikliğiyle oluşan yeni sistemin getirileriyle karşılaştırmak suretiyle bunların nasıl işlevsizleşerek fiilen ortadan kalktıkları (kadük oldukları) kolayca anlaşılır.
A- Demokratik Hukuk Devleti ilkesi:
Anayasanın devleti tanımlayan ve değiştirilmesi yasaklanan 2. maddesindeki en önemli ilke demokratik hukuk devleti ilkesidir. Bu ilkenin yeni anayasa değişikliği ile nasıl ortadan kalktığını, oluşturulan başkanlık sistemini irdeleyerek göstermeye çalışacağım. Bir devletin “demokratik hukuk devleti” olabilmesinin dört temel koşulu vardır:
1- Erkler ayrılığı:Devleti oluşturan üç temel erkin (yasama, yürütme ve yargı) evrensel hukuka uygun olarak karşılıklı etkileşim içinde ayrı ve bağımsız olmaları demokratik devlet olmanın temel koşuldur. Erkler ayırımına yer vermeyen ve her üç erkin tekelden yönetilmesine olanak sağlayan bir devletin anayasası yok hükmündedir ve yönetim sistemi antidemokratiktir. Nitekim son anayasa değişikliği ile ‘tek adam’ yönetiminde erkler birliğine dayalı yeni bir sistem kurulmuş ve erkler ayrılığına son verilmiştir.
2- Yürütmenin denetlenmesi: Demokratik bir devlet olmanın ikinci temel koşulu ise yürütmenin her türlü eylem ve tasarruflarının, yasama ve yargı denetimine tabi olmasıdır. Meclisin ve yargının idare üzerindeki denetleme yetkisine yer vermeyen ya da bu yetkileri şeklen muhafaza ederek işlevsizleştiren bir sistem demokratik sayılamaz. Aşağıda belirtildiği veçhiyle yeni anayasa ile yargı denetimi fiilen işlevsizleşmiş ve meclis denetimi sembolik hale getirilmiştir.
3- Denge ve denetleme:Demokrasiyle yönetilen toplumlarda rejimin en güçlü dayanağı Meclistir. Meclisin yasama, denetleme ve bütçe yapma gibi üç temel işlevi vardır. Ama bunlardan en önemli olanı denetlemedir. Meclis düzenli denetleme görevi yaparak yürütmenin hukuk dışına çıkmasını ve aşırı derecede güçlenerek yozlaşmasını önler. Çünkü denetlenemeyen iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar ise mutlaka yozlaştırır[1]. Bu nedenle gelişmiş demokrasilerde Meclisin denetleme görevine büyük önem verilir ve bu görevin eksiksiz biçimde yapılmasına özen gösterilir. Oysa yeni anayasa ile Meclisin yürütmeyi denetleme görevi fiilen ortadan kaldırılmıştır. Güven oylaması, gensoru, sözlü soru gibi önemli denetleme araçları anayasadan çıkarılmıştır. Soruşturma açılması üye tam sayısının 3/5, yüksek divana sevk kararının alınması ise 2/3 oranlarında ulaşılması güç yetersayılara bağlanmış olmakla yargısal denetim de çoğunluk grubunun iradesine bağlanmış ve fiili olarak önlenmiştir. Öte yandan Cumhurbaşkanı tek başına her iki seçimin yenilenmesine karar alabilmektedir. Buna karşılık seçimlerin Meclis kararıyla yenilenmesi ise ancak 3/5 oy oranı ile mümkündür. Bu da sadece çoğunluk grubunun katılımı ile gerçekleşebilir. Cumhurbaşkanı çoğunluk grubunun başkanı olduğu için seçimlerin zamanından önce meclis tarafından yenilenebilmesi de Cumhurbaşkanına tanınan münhasır bir yetki olarak düzenlenmiş oluyor. Sonuç olarak anayasada yapılan değişiklik ile Meclis’in yürütme üzerinde hiçbir denetleme yetkisi olmadığı gibi, aksine Meclis Cumhurbaşkanına bağımlı bir organ konumuna gelmektedir. Meclisin kanun yapma yetkisine gelince bu da Cumhurbaşkanın kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi nedeniyle son derece sınırlıdır. Çünkü Cumhurbaşkanı anayasada belirtilen kimi sınırlı konular dışında yaşamın her alanında geçerli kararnameler çıkarabilir. Meclisin bütçe yapma yetkisi ise reddetme hakkı olmayan göstermelik bir düzeye indirgenmiştir. Yeni anayasa gereğince Meclisin reddettiği bir bütçe, Cumhurbaşkanı tarafından ‘bir önceki yılın rakamlarıyla yeniden değerlendirme oranına göre’ artırılmak suretiyle uygulanabilir. Tüm bu gerçekler karşısında yeni anayasaya göre Meclis, denetleme görevi kısıtlandığı, kanun ve bütçe yapma görevleri de Cumhurbaşkanı tarafından paylaşıldığı için,yürütmeye bağlı bir organ haline gelmektedir. Sonuç olarak anayasa değişikliğiyle oluşturulan yeni düzende Türkiye Cumhuriyeti Devleti demokratik bir devlet olma vasfını tümden kaybetmektedir.
4- Hukuk Devleti ve Hukukun Üstünlüğü:Bir ülkenin Demokratik Hukuk Devleti olarak tanımlanabilmesi için, erkler ayrılığı bağlamında yargı erkinin mutlak anlamda bağımsız olması, yürütme ve yasamanın tasarruflarını hukuk içinde özgürce denetleyebilme yetkisine sahip olması ile mümkündür. Aksi halde hukuk devletinden ve hukukun üstünlüğünden söz edilemez. Oysa yeni anayasada devlet yetkilerinin tümü Cumhurbaşkanının şahsında toplanmıştır. Yeni sistem erkler ayrılığını değil, erkler birliğini esas alan bir sistemdir. Cumhurbaşkanı yürütmenin başıdır. Yasama ve yargı organlarını belirleme hakkına sahip tek yetkilidir. Erkler birliği onun şahsında temsil edilmektedir. Bilindiği üzere yargı erkinin belirleyici organı HSK’dir. HSK Yargıç ve savcıların atama, yer değiştirme, yükseltme, cezalandırma, görevden alma ve diğer özlük işlerinin tümünden sorumlu tek organdır. Yeni sistemde 13 üyeden oluşacak HSK’nin altı üyesi Cumhurbaşkanı tarafından atanmakta, yedisi de onun başkanı olduğu çoğunluk grubunun oylarıyla Meclis tarafından seçilir. Üyeleri doğrudan ve dolaylı olarak Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen HSK’nin onu oluşturan Cumhurbaşkanının buyruğu dışında hareket etmesini düşünmek olanak dışıdır. Anayasa Mahkemesi üyelerinin de 12’si Cumhurbaşkanı tarafından atanacak ve üçü de onun başkanlığındaki çoğunluk grubunun oylarıyla Mecliste seçilecek. Yeni sistemde yargı erkinin belirleyici üst organları (AYM ve HSK) yürütmeye bağımlı olacak, onun açık ya da dolaylı direktifleri doğrultusunda görev yapacaklardır. Sonuç olarak üst yargı organlarını yürütmeye bağımlı hale getiren yeni anayasa ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti hukuk devleti olma niteliğini tamamen kaybetmiştir.
B-Laiklik İlkesi:
1982 Anayasası’nın Türkiye Cumhuriyeti Devletini tanımlayan ve değiştirilmesi yasaklanan 2. maddesindeki laiklik ilkesi da işlevsizleşme tehdidi altındadır. Nitekim AKP iktidara geldiği günden başlayarak laiklik ilkesinin sürdürülebilirliği konusunu tartışmaya açmıştır. AKP yöneticileri, devletin kuruluş yıllarına özgü militan laikliği, haklı olarak, eleştirirken demokratik laikliği de itibarsızlaştırmaya özen göstermekte ve anti laik talepleri yücelterek yaymaktadırlar. Fırsat buldukça da laiklik karşıtı eylem ve edimleri idari kararlarla topluma dayatmaya özen göstermektedirler.
Erdoğan ve yandaşları sıkça “dinine ve kinine bağlı bir gençlik yetiştireceğiz” demekte ve milli eğitim programlarını bu amaç doğrultusunda yeniden düzenlemeye çalışmaktadırlar. Sıkça yapılan değişikliklere karşın henüz kesinleşen bir eğitim program oluşturulamadı. Çalışmalar sürdürülmektedir. İlk ve orta eğitimi birleştiren (4+4+4) sisteminin benimsenmesi, yeni İmam-Hatip liselerinin açılması ve normal liselerin İmam Hatip liselerine dönüştürülerek sayılarının arttırılması bu arayışın ürünleridir. Bugün için öngörülen hedef normal liseleri de dönüştürüp imam-hatip liselerini üniversite öncesi temel eğitim kurumu konumuna getirmektir. Örneğin 2002-2003 ders yılı başında 440 olan İmam-Hatip Lisesi sayısı 2014-2015’te 1017’ye çıkmıştır. Bu okulların öğrenci sayısı ise 2002-2003 ders yılında 71.000 iken 2015-2016’da 1 buçuk milyona çıkarılmıştır. Hedef “dinine ve kinine bağlı gençlik yetiştirmek” olduğu açıktır.
Bir devletin laik olmasının temel kuralı, bütün inançlara eşit mesafede durması, onlara saygılı olması ve inançlar arasında ayırım yapmadan adalet içinde devlet imkânlardan yararlanmalarını sağlayabilmektir. Oysa AKP hükümetlerinin izledikleri inanç politikasında Sünni İslam’dan başka hiçbir inanç grubunun yeri ve hakkı yoktur. Vatandaşların tümü tek bir inancın mensubuymuş gibi algılanıyor. Örneğin Türkiye’de 20 milyon Alevi vatandaş yaşadığı halde, AKP Aleviliği ayrı bir inanç grubu olarak tanımayı reddetmekte ve onlara yasal hiçbir hak tanımamakta direnmektedir. Azınlıktaki diğer inanç grupları da yok sayılmakta ve haklı talepleri gözardı edilmektedir. Sünni İslam’ın devlet dini olması yönünde önemli adımlar atılmış ve gelişmeler sağlanmıştır. Laiklikilkesinin uygulanması toplumda göz ardı edilirken dış ilişkilerde de Şii olanlara karşı Sünni İslam ülkelerle daha uyumlu politikalar izlemektedir. Böylece laikliğin işlevsizleşmesi yolunda başlatılan süreç içte ve dışta aralıksız biçimde sürmektedir. Artık Türkiye’nin evrensel normlarda laik bir ülke olduğunu söylemek pek geçerli değil.
C-Milliyetçilik ilkesi:
1982Anayasası’nın 2. maddesinde değiştirilmesi yasaklanan bir diğer bir ilke de Atatürk milliyetçiliğidir. Atatürk milliyetçiliğinin açık ve herkesçe bilinen net bir tanımı yoktur. Bireyler ya da farklı siyasal ve kültürel toplulukların her biri kendi anlayışlarına göre bir milliyetçilik tanımı yapmakta ve bunu Atatürk milliyetçiliği olarak sunmaktadırlar. Örneğin kimileri Atatürk milliyetçiliğini ırkçılık olarak algılamakta ve vatandaş olmak için Türk ırkından olmayı zorunlu koşul saymaktadırlar. Bunlardan bir bölümü de sadece Türk ırkından olanları bu ülkenin gerçek sahibi ve efendisi saymakta. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek bir hakları olduğunu, bunun da hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı olduğunu iddia etmektedirler.[2] Başka bazı yorumcular da, Atatürk milliyetçiliğini, kökenine bakmadan ve hiçbir ayırım yapmadan vatandaşların tümünü kapsayan bir milliyetçilik olarak tanımlamaktadırlar. Bu, ırkçı milliyetçiliğe karşı geliştirilen, görece çoğulcu, özünde homojen bir Türk milliyetçiliğidir. Farklılıklara yer vermez. Üçüncü bir grup ise Atatürk milliyetçiliğini, farklılıkları tanıyan onların ulusal demokratik haklarına saygılı çağdaş, çoğulcu ve çok kültürlü bir milliyetçilik olarak yorumlamaktadır.
Atatürk’ün gerek Kurtuluş Savaşı yıllarında, gerekse kuruluşun ilk evrelerinde ve Cumhuriyet’in ilanından sonraki yılları kapsayan uzun bir süreçte her üç anlayışı da haklı çıkaracak açıklamaları vardır. Mustafa Kemal 1919’da Heyeti Temsiliye adına Ali Rıza Paşa Hükümeti ile imzaladığı 1 No’lu Amasya Protokolünde, 1921 Anayasası’na koyduğu hükümlerde ve 16/17 Ocak 1923 tarihli İzmit basın toplantısında Kürtlerin varlığını ve özerk yaşama haklarını tanıdığını kayıt altına alırken üçüncü gruptaki yorumculara hak veren bir milliyetçilik anlayışını sergilemekte. 1920 ve sonrasında Birinci Mecliste yaptığı çeşitli açıklamalarda ise ikinci gruptakilerin yorumlarıyla örtüşen bir milliyetçilik anlayışını savunmuştur. Atatürk 1925’ten itibaren önce Şark Islahat Planı, sonra da Mecburi İskân Kanununa dayanarak, Kürtleri Türkleştirmek amacıyla uyguladığı yığınsal sürgünler münasebetiyle de birinci gruptaki ırkçı yorumculara hak verdirecek bir milliyetçilik politikası izlemiştir. Bu nedenle özgün ve tek bir “Atatürk milliyetçiliğinden” söz etmek mümkün değildir. Onun tarihi şahsiyetinden yararlanarak yeni bir milliyetçilik kategorisi oluşturmanın hukuksal ve sosyolojik dayanağı yoktur. Bu nedenle Anayasanın 2. maddesindeki “Atatürk milliyetçiliği” hukuken yoklukla maluldür. Sınırları bilinmeyen, farklı zamanlarda ve farklı biçimlerde açıklanan ve değişik tarzlarda yorumlanabilen yaklaşımların anayasada bir hüküm olarak yer alması gerçekçi değildir.
Sonuç
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalar, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin niteliklerini belirleyen ve değiştirilmesi yasaklanan Anayasanın ikinci maddesindeki “Türkiye Cumhuriyeti (…) Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir” hükümleri, gerek son anayasa değişikliği ile hukuksal olarak ve gerekse AKP’nin izlemekte olduğu dayatmacı anti-laik, şoven milliyetçi politikaların yaygınlaşmasıyla fiili olarak ortadan kalkmıştır.
Anılan hükümlerin Anayasada şeklen kalması, son değişikliklerle birlikte yürürlüğe giren erkler birliği ilkesinin uygulanmasına ve AKP’nin dindar ve milliyetçi (dinine ve kinine bağlı) bir nesil yetiştirme politikasını yaygınlaştırmasına engel değildir. Bu nedene CHP ve MHP kurmaylarının titizlikle savundukları 1982 Anayasası’nın 2’inci maddesindeki temel hükümlerin işlevsizleştiğini ve anayasanın değiştirilmesi yasaklanan hukuksal ve sosyolojik özününün ortadan kalktığını kabul etmeleri gerekir.
Değiştirilemez hükümlerin yazılı metinde korunmasını, bu hükümlerin filhal geçerli oldukları tarzında algılaması ise gerçeklerle bağdaşmayan bir keyfiliktir. 16 Nisan öncesine kadar bu maddelerin korunması konusunda aşırı duyarlılık gösteren çevrelerin Anayasada yapılan köklü değişikliklerden sonra fiilen ortadan kalkmış olmaları karşısında sessiz kalmaları, hatta kimi zaman destek olmaları izaha muhtaç bir davranış olarak kalacak.
[1] Lord acton 1880’de ‘iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır’ demiştir.
[2] Mahmut Esat Bozkurt’tan nakleden Ömer Vehbi Hatipoğlu, Bir Başka açıdan Kürt Sorunu, s.25