Yakın zamanda Samsun’un bir köyünde PKK’li olduğu şüphesiyle vatandaşların “etkisiz hale getirdiği” Iraklı mülteci haberini okumayan kalmamıştır muhtemelen.
Önce sosyal medyada paylaşılan sonra haberlerde yer alan fotoğraf gözümün önünden günlerce gitmedi. Son zamanlarda gördüğümüz ölü bedenlerin ömür boyunca gözlerimizin önünden gitmeyeceği gibi.
Sürekli maruz kaldığımız görüntüleri birbirleriyle kıyaslamak gibi bir şey mümkün değil, buna cüret etmek de öyle. Çaresizliğimizin görüntüleri.
Fotoğraftaki Iraklı mültecinin çaresizliğine denk midir bilmem ama bende öfke uyandırdığını biliyorum bu çaresizliğin. Savaştan kim bilir ne koşullarla kaçmış bu adamın Türkçe konuş(a)madığı için düşürüldüğü hal, yüzündeki ifade.
İranlı "turist"?
Almanya’da karşılaştığım İranlı bir genç adamın, İstanbul'da yaşadığı bir olayı hatırladım yıllar sonra. Polisin yaptığı bir kimlik kontrolünde İranlı olduğu için “Sen ne arıyorsun burada?” sorusuyla muhatap olur. “Turistim” der. Polisten aldığı karşılık “Siktir git lan! İran'dan turist mi gelir?” olur.
Turist dediğin de medeniyet gibi Avrupa'dan gelir, değil mi ama? Kentleri kapitalizmin hizmetine pervasızca sunan neoliberal politikaların ışığında, epeydir Ortadoğu’dan gelen turistlere kapılarını açan İstanbul’da, paranın gelebileceği her yerden turistin de gelebileceğini her halde İstanbul polisi de bellemiştir artık.
Evet de, bu hikâye aklıma nereden düştü? Bu topraklarda ulus devlet kurulurken yaslandıkları muasır medeniyet tasavvurunun iz düşümlerinden birisi olduğundan. Hemen peşi sıra, Iraklı mülteci haberi, bu tasavvurun gerçekleştirilmesinin temel taşlarından birini, yaratılan ulusun ve ulus devletin tek ve yegâne dilinin Türkçe olması gerektiğini de hatırlatıyor.
Alper'in filmi
Sonra izlediğim bir filmi ve bir belgeseli hatırladım. Emin Alper'in Tepenin Ardı filmi; Tepenin ardındaki, ne film kahramanlarının ne de izleyenlerin hiç görmediği “kötüler”. Kim ve nasıl olduğunu bile tam bilemeden gittikçe fikri büyüyen “düşman”.
Hikâyenin geçtiği yeri işte Türkiye’deki binlerce yer olarak düşünebiliriz, dünyadaki on binlerce yer hatta. Sonrasında bizden olmayanın/düşmanın adını koymaya zorlanmıyor kimse.
Pippa'ya mektuplar
Daha önce hiç karşılaşılmamış, bilinmeyen olanın adının hep “kötü”ye denk düşmesine bir başka hatırladığım ise Elmas Bingöl’ün Pippa'ya Mektubum belgeseli; Ölümünün ardından Pippa Bacca'nın barış için kat etmeyi istediği yolun en azından Türkiye kısmını tamamlama çabası. Kadınlarla birlikte dikilen siyah bir gelinlikle yola çıkıyor Bingöl.
Aklıma kazınan sahne ise İç Anadolu’nun bir kasabasında pazarcı bir ailenin iki kızıyla arasında geçen diyalog. Kamerayla birlikte 10-12 yaşlarındaki iki kıza yaklaşıyor. Konuşmanın bir yerinde kızlardan birisi “Sen Kürt müsün?” diye soruyor ona.
Elmas Bingöl “Evet Kürdüm” diye cevap veriyor. Kızlar gülüşerek, o garip kıyafetle onların da zaten Kürt olduğunu tahmin ettiklerine dair bir cevap veriyorlar.
İnsan pırıl pırıl, bütün saflıklarıyla, heyecan ve merakla konuşan, gülüşen kız çocuklarını sevmekten alamıyor kendini izlerken. Ve memleket gerçeği taş olup bağrına oturuyor tabii.
"Düşman"ın adı
Düşmanın adı duruma, zamana ve konjonktüre göre değişebiliyor bizim memlekette ama son zaman sıklıkla Kürt, malum memleketin bu savaş halinde. Iraklı mültecinin yanında çömelmiş elinde kâğıt kalemle ne yapıyor acaba o adam diye düşünürken, yakaladıkları “terörist”le konuşma çabası olduğunu okuyorum.
Arapçayı seçmişler yazışarak anlaşmak için, muhtemelen Türkçe dışında bildikleri/aşina oldukları tek dil olduğundan. Ve ensesine bir av tüfeği dayayarak!
Yani Türkçe konuşmuyorsan zaten düşmansın, hele seni oralarda hiç görmemişlerse daha önce. Düşmansan Kürtsündür yüksek ihtimalle, e Kürtsen de PKK'lisin pek tabii!
Dilin politikaları
Faşizmin irrasyonel düşünce sisteminde, bu topraklardaki faşizm için yıllardır olağan bir silsile. Türkçe konuşmuyorsan seni kendinden saymayan, düşman kılan olağanlık ise ulus devlet kurgusundaki dil politikaları bütününde.
Bir ulusu yaratmanın en temel ve önemli araçlardan biri olarak kullanılan dilin politikalarında yani.
Saussure dilin politik tarihle bağları olduğundan söz eder ve ülke içi politikaların dillerin hayatı üzerinde hatırı sayılır etkisinden.[1] Öyle kolay gelinmiyor bugünlere?!
Vatandaş Türkçe konuş!
1921 anayasasıyla Türkçe devletin resmi dili oluyor. Soyadı kanunu Türkçe olmayan isimleri ortadan kaldırıyor. 1934 mesken kanunuyla Rumca, Ermenice ve Kürtçe mesken adları Türkçeleşiyor. Perçini 1982 anayasasıyla vuruluyor. Devletin resmi dilinin Türkçe olduğu madde, değiştirilemez hatta değiştirilmesi talep bile edilemez hale getiriliyor.
Asıl itibariyle Yahudi nüfus hedef alınarak 30’larda yürütülen “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyası İstanbul’da vapurlarda, tramvaylarda sadece Yahudilere değil Ermenilere ve Rumlara, “Türk vatandaşların” Türkçe konuşma ayarı vermesi olarak geri döner.[2]
"Kamber Ateş nasılsın?"
Sonra 90'larda “Kamber Ateş nasılsın?” cümlesini kazır hafızalarımıza Cumhuriyet boyunca yürütülen dil politikaları. Şimdi bir Iraklının ensesindeki av tüfeği olabiliyor yani.
Sokaktaki faşizmin elindeki en kolay araçlardan biri diye düşünüyorum dil. Anadilini rahatça konuşmak uluslararası pek çok sözleşme ve bildirgelerde ifade edilmiş temel haklardan birisi oysa.
Başka hangi dille (en iyi) ifade edebilir insan kendisini, hele de konuşabildiğin başka bir dil yoksa. Kişinin kendisini kurmasının en önemli aracı dil. Elinden alındığında, yasaklandığında bir derin sessizliğe, kabul edilemez bir haksızlığa mahkûm ediliyorsun.
Türkçe bilmeyince
Yerinden edilerek Türkiye'nin batısına göçmek zorunda kalan Kürt kadınların bu sessizliğin en derinine düştüğünü de söylemeden geçmeyelim. Sokakta, markette, otobüste dolmuşta yüksek sesle Kürtçe konuşmak en hafifinden size dikilmiş gözler, memnuniyetsiz surat ifadeleri demek.
Herkesin duyacağı şekilde Türkçe dışında bir dille telefonda konuştuğunuzda, diyelim ki bir dolmuşta, kırık Türkçe ve belki dış görünüşle birleştirilerek Kürtçe olduğuna kanaat getirildiğinde, sözle dile getirmesi zor, o yükselen tansiyondan kaçınmanız mümkün değil.
Anadilinizle öyle biraz geri duracaksınız yani. Yüksek sesle konuşmanıza tahammül yok. Kamu kurumlarında, okullardaki durumu ise artık söylemeye bile gerek yok her halde.
Bu ülkenin tarihi tüm kamu kurumlarında Kürtçeyle aşağılanma tarihi, tek kelime Türkçe bilmedikleri için okullarda sıra sopa dayak yiyen çocukların tarihi (kaldı ki sadece Kürt çocukların da değil).
Baran'ın dili
Bir başka olay, bu ülkenin onlarca şehrinde çocukların başka halklar ve onların Türkçeden farklı dillerinin olduğu gerçeğinden fersah fersah uzakta büyüdüğünü hatırlatıyor.
Xezal kocası ve çocuklarıyla Silvan'dan 2004'te gelmiş İstanbul'a. Hiç Türkçe bilmiyor. Oğlu Baran ilkokula gidiyor. Yürüyerek gittiği okulu tadilata girince bir süre servisle gitmesi gereken başka bir okula gidiyor.
Her sabah servise o bindiriyor oğlunu. Baran İngilizce dersinin sınavından oldukça yüksek bir not alıyor ve servisteki arkadaşları bunu öğrenince tepkileri şöyle oluyor:
“E tabii, annen seninle hep İngilizce konuşuyor da ondan!”
Çocukların, Xezal ve Baran’ın konuştuğu ve onların anlamadığı bu dilin Kürtçe, Ermenice ne bileyim Lazca olabileceğini hiç düşünememeleri tesadüf olabilir mi?
Muktedirin anadili değilse...
Anadili hakkının ya da dilin kendisinin yok sayılması konuştuğunuz anadilinin ne olduğuna göre değişiyor elbette.
Dilin iktidarla oldukça sıkı bir bağı var. Dolayısıyla muktedirin anadilini konuşuyorsanız dile dair haklarınız var, anadilinizin bir kıymeti var. Türkiye'deki algıda Avrupa dilleriyle Ortadoğu dillerinin değeri bir olamıyor. Türkçeyle, Türkiye'de konuşulan diğer halkların dillerinin değerinin bir birine denk olamadığı gibi.
Türkiye'de bir azınlığın, duruma göre “düşman” olabilenin anadiline sahipseniz, mümkünse sadece evinizin içinde kullanacak, kamusal alanda öyle ulu orta yerde çoluğunuz çocuğunuzla, arkadaşınızla konuşmayacaksınız.
Yani kimliğinizi ve onun vazgeçilmezi anadilinizi de alıp eve kilitlemelisiniz. Bu belirlenenin dışına çıkmanız sizi her an hem devletin faşizminin hem de dolayısıyla sokakta ziyadesiyle yansımasını bulan gündelik faşizmin hedefine koyabilir. (İG/EKN)
[1] Saussure, F. de, Genel Dilbilim Dersleri, Multilingual Yayınları, İstanbul, 2001. (Cours de linguistique générale 1916).
[2] Bkz. Balçık, Mehmet Berk, “Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik” içinde Milliyetçilik ve Dil Politikaları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 777-787., Coşkun, Vahap, M. Şerif Derince, Nesrin Uçarlar: Dil Yarası, DİSA Yayınları, Diyarbakır, Ekim, 2010.