"Tüm çağdaşlarımla birlikte ben de gemideyim. En çok sevdiklerimle veya daha az sevdiklerimle birlikte. Tüm başardığım veya başardığımı sandıklarımla birlikte" cümlesi Amin Maalouf'un son kitabı Uygarlıkların Batışı'ndaki önsözünden. Devamla,"Kuşkusuz kitap boyunca mümkün olduğu kadar sakin bir uslubu korumaya gayret edeceğim" diyor, "dehşetle" baktığı "buz dağlarından" kurtulmak için de "Tanrı'ya kendi tarzında yürekten dua ediyorum" diye ekliyor.
Uygarlıkların Batışı "Önsöz yerine" açılıyor, "Alevler İçinde Bir Cennet", "Batma Tehlikesi İçindeki Halklar", "Büyük Değişim Yılı" ve "Dağılan Dünya" başlıklı denemelerle sürüyor, sonsöz ile kapanıyor.
Ali Berktay'ın Türkçeleştirdiği Uygarlıkların Batışı'nın ithafı da şöyle: "Anneme, babama ve bana aktardıkları sırça düşlere..."
Alevler İçinde Cennet'in 39-45 ile 48-55 sayfalarından memleketi Lübnan üzerine bir derleme yaptık. Maalouf'un anlatısı ekonomik kriz ve hükümetin vergi politikalarına karşı 29 Ekim 2019'da Başbakan Saad el-Hariri'nin istifasını, Şii Hizbullah örgütü ve siyasi müttefikler desteğiyle kurulan Hassan Diyab hükümeti ortamını ve hatta Doğu Akdeniz'i anlamayı kolaylaştırıyor.
Alevler içinde bir Cennet'ten
Annemin cenneti bir daha geri gelmeyecek şekilde yok olmuş, hatta çalkantılar dolayısıyla peşi sıra babamın cennetine uzanmasına da ramak kalmıştı. Ama Lübnan bu defa paçayı sıyırmıştı ve biraz zaman kazanacaktı. Hatta tarihe bugünden baktığımızda, son bir altın çağ yaşayacaktı bile diyebiliriz.
Altmışlı yıllarda beni çevreleyen dünyaya gözlerimi açtığımda, Beyrut Arap Doğusu’nun entelektüel başkenti olarak Kahire’nin yerini almaya başlamıştı. Nâsır bölgenin açık ara en nüfuzlu şahsiyetli haline gelirken, ülkesinde iktidarı sadece kendi elinde toplaması gazetelerin, yayınevlerinin, akademik çevrelerin ve siyasal hareketlerin hizaya sokulması şeklinde yansımıştı. Bu nedenle Araplar arası tartışmaların “agora”sı hiçbir ezici otoritenin ortalığı kırıp geçirmediği tarafsız bir sahaya taşınmıştı.
Bu saha Lübnan’dı: Başka hiçbir ülke böyle bir rolü onun kadar iyi oynayamazdı. Çok çeşitli duyarlılıkları olan ve hiçbiri hegemonya iddiasında bulunamayacak birçok cemaati bünyesinde bir araya getiren ülke, çeşitlilik ve çoğulculuk için ideal bir yerdi. Böylece yurtlarında kendilerini ifade imkânını artık bulamayanlar gayet doğal olarak Lübnan’a yöneldiler.
Komşu devletler iktidarda olmayanlara -veya artık olmayanlara-karşı konukseverliklerini giderek yitiriyorlardı. Özellikle Suriye bu durumdaydı.
Bu ülkenin henüz bağımsız bir basma, serbest seçimlere ve geniş bir siyasal parti yelpazesine sahip olduğu devri hatırlayabilenlerin sayısı fazla değildir. O devir pekâlâ yaşanmıştı ama benim bu konuda doğrudan hiçbir anım yok çünkü Mart 1949’da, ben doğduktan bir ay sonra Şam ilk darbesiyle tanışmıştı. Bir general iktidarı ele geçirmiş ve anayasayı askıya almıştı. Haziran ayında oyların yüzde 99’unu alarak kendini cumhurbaşkanı seçtirdi ve mareşal unvanını aldı. Ama Ağustos ayında ikinci bir darbeyle devrilip infaz edildi. Sonra Aralık ayında onu deviren de devrildi, birkaç ay sonra da öldürüldü...
Üç darbenin yaşandığı 1949’dan sonra, bir daha Suriye’de hiçbir zaman demokrasi kendini kabul ettiremedi. Ülke üzücü ve hayal kırıcı bir şekilde peşi sıra yaşanan istikrarsızlık ve diktatörlük evrelerinden başka bir şey tanımadı. Ve her sarsıntıda, mağluplar Lübnan’a sığınıyorlardı: Kızağa çekilmiş subaylar, hapisten kaçmış siyasetçiler, fabrikaları millileştirilen sanayiciler, bir özgürlük alanı arayan sanatçılar ve entelektüeller...
Onlarca yıl boyunca Şam ile Beyrut arasında sürekli bir mülteci akımı oldu; bu mültecilerden zaten Suriye seçkinlerinin içinde yer alanlar kendilerini kabul eden ülkenin elitiyle fazla zorluk çekmeden bütünleşebildiler. Şu şairin, şu kadın oyuncunun, şu bestecinin, Lübnan’ın şu bakanı veya cumhurbaşkanının Beyrut ya da Sur’da değil de Şam, Halep veya Lazkiye’de doğduğunu öğrenme hiç kimseye dokunmuyordu.
(…)
Kavafis’i, Camus’yü, Ungaretti’yi veya Asmahan’ı çıkaran kültürel dünya tamamen kaybolacağına, dönüşüp yeni duruma uyum sağlayabilseydi çok mutlu olurdum; ne var ki bu dünyanın temellerinin çürüdüğünü de kabul etmek gerekiyor.
Anne tarafımın Mısır’ının çökmesi kaçınılmazdı. Sadece bir kalıntıdan ibaretti, geride kalmış bir çağın can çekişen tanığıydı. Nâsır da son darbeyi indirdi ve bir daha ayağa kalkamadı.
• • •
Lübnan aynı durumda değildi. Nüfusun hiçbir kategorisi herhangi bir yabancı uyruk statüsünden, dokunulmazlıktan yararlanmıyordu. Ülkenin kurucularının amacı, yerel dini cemaatlerin -Maruniler, Dürziler, Sünniler, Şiiler, Ortodoks Rumlar ve Katolik Rumlar, ayrıca Ermeniler, Süryaniler, Yahudiler, Nusayriler veya İsmaililer- bir arada yaşamasını düzenlemek ve aralarındaki dengeyi korumaktı.
Bazı cemaatler hatırlanamayacak kadar eski çağlardan beri oradayken, bazıları ise en fazla kırk elli yıl önce gelmişlerdi ama hiçbiri yabancı sayılmıyordu; çocukluğumda, “yerliler” ile “sonradan gelenler” veya soydan Lübnanlılar ile yeni Lübnanlı olanlar arasında ayrım yapmak uygunsuz görülür, hatta açıkça kabalık sayılırdı. Demek ki bu Doğu Akdeniz modeli, Mısır usulü kozmopolit çoğulculuğu kirleten ilk günahla malûl değildi.
Ama ne yazık ki onun da kendi kusurları vardı. Bunların en önde geleni de farklı cemaatlerin ülke içindeki konumlarını güçlendirmek için dışarıda hamiler arama alışkanlığıydı. İsviçre’de -Lübnan’a sık sık Yakındoğu’nun İsviçresi dendiği için bu örneği veriyorum- Zürih, Cenevre veya Ticino sakinlerinin diğer kantonlarla ne zaman ihtilafa düşseler, Almanya, Fransa veya İtalya’ya başvurduklarını düşünün. Konfederasyon paramparça olur giderdi.
Bir gün babam şu açıklamayı yaptı: “Başlangıçta, bu sağlıksız davranışların çalkantılı tarihimizin mirası olduğu ve zamanla onlardan kurtulacağımız söylenirdi.”
Gerçekten de eskiden Cebel-i Lübnan’a yerleşmiş ve başlıca özellikleri her gün hakaret, aşağılama ve keyfi yönetim olan Osmanlı rejiminde hayatta kalmakta zorluk çeken küçük cemaatler bir koruyucuya ihtiyaç duyuyorlardı. Maruniler Fransa’ya, onların rakipleri olan Dürziler de İngiltere’ye bağlanmışlardı. Sünniler Türklere, Ortodokslar Ruslara güveniyor ve diğer cemaatler için de bu böyle devam ediyordu. Babamın ait olduğu Katolik Rum cemaati Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun şemsiyesi altına girmişti; köydeki evlerden birinde İmparator Franz-Joseph’in çerçevelenmiş heybetli bir fotoğrafının hep durduğunu görsem de büyük ölçüde simgesel bir bağ söz konusuydu.
Bu yakınlıklar yöre sakinlerine dünyaya açılan bir pencere veya en azından tamamen kaderine terk edilmemişlik duygusu sağlıyordu. Kaliteli okullar ve üniversiteler açılmasını kolaylaştırmak gibi tartışılmaz olumlu sonuçları da oldu. Ülkenin doğuşunda da belirleyici bir rol oynadılar.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu dağılmaya başladığı sırada, Maruni Kilisesi’nin liderleri kendi topraklarının Fransız mandası olması ve kendilerini evlerinde hissedebilecekleri yeni bir devletin sınırlarını Fransa’nın çizmesi için uğraşmışlardı. Bugünkü sınırları içindeki Lübnan böyle doğmuştu.
Bu ülke ilk zamanlar, evlatlarının çoğuna, öncelikle Maruniler için tasarlanmış bir Fransız icadı gibi gözüküyordu. O devrin bazı okumuş yazmışları, “Bunun yerine niçin büyük bir Suriye kurmadılar?” diye soruyorlardı. Bazıları da, niçin bütün Arap halklarını bir araya getiren geniş bir toprak olmasın, diyorlardı.
Nüfus topluluklarının iç içe geçtiği ve yakın zamana kadar süregelmiş hükümranlıkların olduğu bu bölgede, birlik tasarıları her zaman çok sayıda taraftar bulmuştu. Kuşkusuz belli bakımlardan gerçekçilikten uzaktılar. Ama sayısız cemaatin her birine kendi hükümran devletini vermeyi düşünmek; hele son toprak parçalanmasından ya da bütünleştirilmesinden doğmuş siyasi birimleri, ezeli, ebedi vatan toprakları düzeyine çıkarmayı istemek de hiç gerçekçi değildi.
---
Nasır’ın [Mısır cumhurbaşkanı, Cemal Abdülnasır (1918-1970)] iktidara gelişini izleyen yıllar boyunca Arap birliği sorunu sahnenin önünü işgal edecekti. Bölge halklarının bir numaralı kahramanı olan Nasır, önüne hedef olarak bu halkların hepsini “okyanustan Basra Körfezi’ne kadar uzanacak” tek bir devlet çatısında birleştirmeyi ve böylece sömürgeciler tarafından çizilmiş sınırları kaldırmayı koymuştu. Kalabalıklar onun projesini coşkuyla alkışlıyorlardı.
Şubat 1958’de, ülkelerini etkileyen kronik istikrarsızlıktan bıkan ve yurttaşlarının Pan-Arabizm tezlerini kitlesel olarak benimsediklerinin bilincinde olan Suriye yöneticileri reisten gelip iktidarı almasını resmen istediklerinde, bu ateş iyice harlandı. Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) adını alan birleşik bir devlet kuruldu, Mısır bu devletin “güney eyaleti”, Suriye de “kuzey eyaleti” oldu.
(…)
Kesin olan bir şey varsa, Suriye-Mısır birleşmesi Lübnan’ın hem bağımsızlığı hem de iç barışı için ciddi ve çok yakın bir tehdit oluşturmuş, o dönemdeki yöneticilerinin bilgeliği, ileri görüşlülüğü ve ustalığı sayesinde ülke bu zorlu sınavdan sağ salim, hatta belki daha da güçlenmiş olarak çıkmıştı.
Sonraki yıllarda, seçimlerde iki koalisyon oluştuğu görüldü: Biri Başkan Lübnan] Şehab’ın siyasi hattından yanaydı, zaten “Hat” diye adlandırılıyordu; diğeri ise buna karşıydı ve ona da İttifak deniyordu. Koalisyonların her birinde Hıristiyanlar kadar Müslümanlar da vardı; sadece etnik veya dinsel aidiyete göre değil, fikirlere, programlara göre karşı karşıya geliyorlardı. Ülke iyi bir yola girmiş gibiydi; rüştünü ispatlamış, modernleşmeye ve gerek siyasal yaşamını gerekse kuramlarını adım adım “sekülerleştirmeye” kararlı bir ulus görünümünü veriyordu.
Soylu, sağlıklı, heyecan verici ve gözü pek bir yönelişti bu, üstelik başarma şansına da sahipti. Ülkenin ciddi kozları vardı.
Okulları, üniversiteleri, gazeteleri, bankaları ve ticaret gelenekleriyle bölgenin öncüsü konumundaydı. Geniş ifade özgürlüğüyle, hem Doğu’ya, hem Batı’ya açıklığıyla diğer ülkelerden ayrılıyordu. Doğu Akdeniz dünyasını ve Arap dünyasının bütününü demokrasi ve çağdaşlık yolunda daha yukarılara çekebilirdi. Ama tersine aşağı doğru çekilen o oldu. Daha fazla şiddete ve daha fazla hoşgörüsüzlüğe doğru. Sıkıntı ve gerilemeye doğru. Bütün özgüvenin ve gelecek beklentilerinin yitirilmesine doğru...
---
O kadar gelecek vaat eden bu modelin yıkılması bana artık telafisi olmayan bir hüzün veriyor. Gönlüm kolay mazeretler aramaktan yana da değil. Kuşkusuz başarısızlık kısmen doğduğum ülkeyi devasa açmazlarla karşı karşıya bırakan Yakındoğu krizleriyle izah edilebilir. Ama bu krizler karşısında verilen feci tepkiler de bir diğer izahı oluşturuyor.
(…) Bağımsızlık kazanıldığından beri, özellikle de son otuz kırk yılda, Büyük devlet adamı vasfına sahip yönetici fazla çıkmadı. Çoğunun tek pusulası kendi hiziplerinin, zümrelerinin veya dinsel cemaatlerinin çıkarlarıydı. Ulusal sınırlar dışında güçlü müttefikler aramak alışılmış bir uygulama halini almıştı.
Her biri el altından yapılan bu uzlaşmaları kendi tarafının azınlıkta kalması, uzun süre acı çekmiş olması ve her ne pahasına kendini savunma ihtiyacı duymasıyla meşrulaştırıyordu. Lübnan’daki bütün cemaatler, en kalabalık olanlar bile tabii ki azınlıktır, her biri günün birinde baskıya veya aşağılanmaya tabii ki maruz kalmıştır ve tabii ki hepsi hayatta kalabilmek için kurnazlık yapma ve korunma ihtiyacı duymuştur. Bu nedenle de her biri, kendi emelleri, korkuları, düşmanlıkları olan türlü çeşitli ortaklarla bölgesel ve uluslararası dayanışma ağları örmeye uğraşmıştır.
Geride kalan yıllar, krizler ve savaşlarla birlikte Lübnan toprağı doğrudan veya aracılar üzerinden sayısız çatışmanın yürütüldüğü bir açık alana dönüştü: Ruslar ile Amerikalılar arasında, İsrailliler ile Filistinliler arasında, Suriyeliler ile Filistinliler arasında, Suriyeliler ile İsrailliler arasında, Iraklılar ile Suriyeliler arasında, İranlılar ile Suudiler arasında, İranlılar ile İsrailliler arasında — çatışma listesi uzundu... Ve her seferinde bu dış çatışma mihrakları dayanabilecekleri bir yerel hizbin yardımını sağlıyor, yerel hizipler de mükemmel bahaneler üreterek, ülkeyi ve onun hassas dengelerini fazla umursamadan kendi piyonlarını ileri sürebilmek için bu dış güçlerden destek almayı ustaca ve meşru bir davranış olarak gösteriyorlardı.
Sonunda o küçük ülkenin duvarları, güzelim çatısından temellerine kadar çatlamaya başladı. Artık hiçbir şey ilk başta kurulmak istenmiş yapıya benzemiyor ve hiçbir şey düzgün işlemiyordu. Siyasal kurumlar öyle sarsılmışlardı ki her seçim döneminde çökme tehlikesi geçiriyorlardı. Ekonomi, iflası bir yarı yıldan diğerine sürekli erteleyen zahmetli el çabuklukları sayesinde ayakta durabiliyordu ancak. Yozlaşma ve rüşvet sistemli yağmacılıkla kol kola yürürken halk su, elektrik, sağlık, toplu taşıma, telekomünikasyon veya çöplerin toplanması gibi en temel hizmetlerden yoksun durumdaydı.
Gençliğimin Beyrut’unun dinlerin bir arada var olması anlamında, hatta dünyanın başka yerlerine de üzerinde düşünülmesi gereken bir örnek sunabilecek az rastlanır bir deney yaşadığı dikkate alındığında, bu maddi ve manevi yıkıntı insanın daha da içini acıtıyor.
(…)
Doğduğum ülkede dinsel çeşitliliğin nasıl yönetildiği meselesine gelince, tam bir başarısızlıkla sonlandığı göz önünde tutulduğunda ona övgüler düzmek pek kolay değil. Ama eski bir Alman atasö-zünün dediği gibi, “banyo suyuyla birlikte çocuğu da atmak” da doğru olmaz.
Burada çocuk derken, en küçüklerine varıncaya dek tüm dinsel toplulukların varlığının kabul edilmesi ve her birinin yasal statüsünün, ibadet özgürlüğünün, siyasal ve kültürel haklarının -kısacası saygınlığının- tanınması fikrini kastediyorum. Lübnan daha kurulurken benimsenen bu ilke, onu dünyadaki ülkelerin pek çoğundan farklı kılmaktadır.
Bu özgünlük, uzun süre oldukça gülünç ve muhtemelen gereksiz yerel bir tuhaflık olarak algılandı. Çünkü komşu ülkeler tum yurttaşlarının dini veya etnik aidiyetleri ne olursa olsun aynı bayrak altında yaşadıklarını güçlü ve emin bir şekilde ifade ediyorlardı. İnsanın Sünni veya Şii, Müslüman veya Kıpti, Arap veya Kurt, Nusayri veya Dürzi olmasına göre farklı muameleye tabi tutulduğunu ileri sürmeye cüret edenler, ulusun düşmanlarının uydurdukları yalanları yayıyorlardı! Ne Suriye’de, ne Irak’ta, ne Mısırda, ne Sudan’da ne de diğer Arap ülkelerinin herhangi birinde ya da Ortadoğu’nun İsrail, İran veya Türkiye gibi Arap olmayan ülkelerinde, yurttaşlar arasında dinine veya etnisitesine göre ayrım yapılmıyordu ki zaten, öyle değil mi? Sadece Lübnan hâlâ bu arkaik yutturmacalara takılıp kalmıştı işte...
Bugün, farklı dinsel veya dilsel toplulukların varlığını kabul etmeye yönelik bu reddin, yurttaşlar arasındaki eşitliği pekiştirmeye veya ayrımcılıkları yok etmeye değil, tam tersi sonuca yol açtığını biliyoruz. Bu inkâr her yerde, oynayabilecekleri bir rol bulunan koca koca insan topluluklarının marjinalleştirilmesi ve dışlanmasıyla sonuçlandı.
(…)
En endişeli cemaatlerin içini rahatlatmaya yönelik bu kaygı Lübnan tecrübesinin başlangıcından itibaren mevcuttu ve benim gözümde Lübnan’ın günümüz uygarlığına yaptığı en dikkat çekici katkı olmayı sürdürüyor. Bu “arkaizm”, dış görünüşün aksine, bünyesinde gerçek bir modernitenin vaatlerini barındırıyordu.
Ama ne yazık ki gelecek vaat eden “çocuk”, bir “banyo suyu” ile çepeçevre kuşatılmıştı ve bu suyu mümkün olan en kısa zamanda boşaltmak şarttı. Mezhepçilikten bahsediyorum. Başka yerlerde cemaatçilik adı verilen olgunun yerel karşılığı olan bu terim, bütün bir kota sistemini ifade etmektedir; ülkenin önemli makamları bu sisteme göre önceden cemaat temsilcileri arasında paylaştırılır.
İlk çıktığında bu fikir saçma değildi: Ne zaman bir yönetici seçilecek olsa, Hıristiyan bir adayın karşısına sürekli Müslüman bir aday çıkması, ikisinin de kendi dindaşları tarafından desteklenmesi olgusundan kaçınmak gerekiyordu. Bu nedenle makamların en baştan farklı cemaatler arasında paylaştırılmasına karar verilmişti. Cumhurbaşkanı mecburen bir Maruni Hıristiyan, Bakanlar Kurulu başkam bir Sünni Müslüman, Meclis başkanı bir Şii Müslüman olacaktı. Hükümette Hıristiyan ve Müslüman bakanların sayısı her zaman eşit olacaktı. Ayrıca her cemaatin kendi milletvekili sayısı olacak, bu sayıya itiraz edilemeyecekti. Kamu görevlerinde de bazı dozajlara uyulmaya gayret edilmişti.
Bu kurgu karmaşık, hatta içinden çıkılması zor olmakla birlikte bir sebebi vardı ve belki de sonunda istenen neticeleri verecekti. Ama kotalar sistemine özgü zehirli ve aldatıcı nitelik yeterince dikkate alınmamıştı. Aslında cemaatler arası rekabet azaltılırsa, gerilimlerin yavaş yavaş düşürüleceği ve yurttaşlarda bir dinden veya mezhepten ziyade bir ulusa ait olma duygusunun güçleneceği umuluyordu. Ama bunun tam tersi yaşandı. Yurttaşlar haklarını elde etmek için devlete yöneleceklerine, kendi cemaatlerinin yöneticilerine başvurmayı daha faydalı buluyordu. O zaman cemaatler, zümreler veya silahlı milisler tarafından yönetilen ve kendi çıkarlarını ulusal çıkarın üzerine koyan özerk derebeyliklere dönüştü.
İşin aslı ve bunu ömrümün akşamında sonsuz bir hüzünle yazıyorum, çocuğu tutup pis suyu atacağımıza tam tersini yaptık. Çocuğu atıp geride sadece pis suyu bıraktık. Gelecek vaat eden hiçbir şey gelişemedi, çelimsiz kaldı. Endişe verici, sağlıksız olan ve kalıcı olmayacağını umduğumuz her şey ise hiç olmadığı kadar sağlam bir şekilde yerleşti.
Bugün, ideal çözümün -doğduğum ülke için, ama sadece orası için de değil- ne toplumu zararlı bir mantık içine hapsedip dosdoğru sakınılmak istenen noktaya giden kotalar sisteminde ne de sorunları örten ve çoğunlukla onları ağırlaştıran farklılıkları inkârda olduğunu düşünüyorum. İdeal çözüm tetikte olmayı sağlayacak bir düzenek kurulmasıdır; bu düzenek sayesinde nüfusun hiçbir kesiminin, daha da ideali hiçbir yurttaşın rengi, dini, etnisitesi, yaşı, cinsiyeti vb’den kaynaklanan haksız bir ayrımcılığa maruz kalmaması denetlenecektir. Toplumsal dokunun yavaş yavaş çürümesine sessiz kalmak, diğer yandan da cemaatçiliğin tuzaklarla dolu mantığına girmek istemiyorsak, nüfus içinde mevcut çok sayıda duyarlılığı dikkate almaya gayret etmek gerekir; böylece her yurttaş yaşadığı toplumla, onun toplumsal sistemiyle ve kurumlarıyla özdeşleşebilir. Böyle bir düzenek bütün gerilimlere ve bütün sapmalara her gün dikkat edilmesini gerektirir.
Tabii ki bu basit bir iş değil. Nasıl ki modern bir ülkenin yetkili makamları için kamu sağlığını, ulaşımı veya eğitimi yönetmek de basit değilse... Ama ulusun hayatta kalmasının, refahının, dünyadaki yerinin ve iç barışının söz konusu olduğunun bilincine varılırsa, bunu yapmanın yolu her ne pahasına olursa olsun bulunur.
• • •
Doğduğum bölgeye, onun sosyolojik özelliklerine ve onu mateme boğan trajedilere bu kadar önem vermem doğru mu?
Arap-Müslüman dünyanın içine düştüğü girdapların şu son yıllarda tüm insanlık için büyük bir endişe kaynağı haline gelmesi beni buna sevk ediyor. Bu bölgede ağır ve daha önce hiç görülmemiş bir şeyler cereyan etti, bu da dünyamızın düzeninin bozulmasına ve izlemesi gereken yoldan sapmasına katkı yaptı.
Sanki hep birlikte çok şiddetli zihinsel bir depreme maruz kaldık; bu depremin merkezi doğduğum topraklardaydı. Tam da bu nedenle, “fay hattı”nın kıyısında doğup büyüdüğüm için, sarsıntının nasıl gerçekleştiğini ve niçin bilinen canavarca sonuçlarıyla birlikte dünyanın geri kalanına yayıldığını anlamaya çalışıyorum.
Beni bir türlü rahat bırakmayan ve elinizdeki kitabın da eksenini oluşturan bu soruna tekrar döneceğim. Çocukluğumun kayıp cennetlerine ayrılmış bu bölümün sonunda ondan söz ediyorum, çünkü bana öyle geliyor ki eğer bu Doğu Akdeniz deneyleri başarı olup sürdürülebilir modeller sunabilselerdi, belki de Arap ve Müslüman toplumlar farklı bir gelişim içine girselerdi gericilik, bağnazlık, ıstırap, umutsuzluk bu düzeyde olmazdı.
Hatta belki de insanlık bile başka bir yol izleyebilir, bugün bizi doğrudan batışa sürükleyen yolda olmazdı. (AM/KU/APA)