Amida’nın Sofrası’ndan[1] yeni kalkmıştık. Diyarbekir mutfağının dimağımızda unutulmaya yüz tutmuş birçok lezzetli yemeğinin tadını yeniden damaklarımızda hissetmenin keyifli sarhoşluğunu yaşıyorduk. Ama biliyorduk daha tadılacak likörlerimiz, anlatılacak hikâyelerimiz var.
Yıllar önce içinde rengârenk şişeler olan kargo kutusunu açtığımda ne yalan söyleyeyim likörlerden çok şişeler dikkatimi çekmişti. Antik çağlarda ölenlerin arkasından dökülen gözyaşları küçük şişelere konup ölenle birlikte gömülürmüş. Silva’nın likör şişeleri aynen o şişelere benziyordu. İçinde rengârenk likörler, kenarında her biri bin bir özenle tasarlanmış kurdeleler, birer içki şişesi değil de küçükken evcilik oynadığımız şirin neşeli objeler gibiydi…
Sonra anladık ki içinde her biri yerinden yöresinden özenle seçilmiş meyveler, çiçekler kargolarla gönderilmiş, Silva Özyerli’nin gönül tenceresinde kaynatılmış, damıtılmış, içine hatıralar, anılar, acılar, mutluluklar, düğünler, doğumlar eklenmiş.
İçine ROH[2], yani ruh katılmış. Artık renkli birer sıvı olmaktan öteye içinde yüzlerce yıllık tarihi, hafızayı, göçleri, katliamları, eşini kaybeden babaları, annesini kaybeden çocukları, mutlulukları, aşkları, sevinçten ve kederden dökülen bütün gözyaşlarını doldurmuş o şişelerin içine.
O şişelere anne ve annesizliği, Diyarbekir’in eyvanlı, mahfelli, kilerli ihtişamlı havadar taş evlerinden sadece yoldan geçenlerin ayaklarının göründüğü İstanbul’un kibrit kutusu, mezarlık yavrusu evlerine sığamayan insanların gözyaşlarını doldurmuş.
O şişelerde ta Bursa’dan Resülayn’a kadar azala azala yürüyen tehcir çocuklarının açlığı, Dicle nehrinde son yolculukları olduklarını bilmeden keleklere bindirilen aydınların mürekkebi, marhamaları rengârenk yamalı aşefçilerin Hevsel Bahçası’ndan Mardinkapı’ya tırmanırken döktükleri alın teri varmış.
O şişelerde komşu bahçelerden meyve aşıran çocukların haylazlığı, Kamp Armen’de böğürtlen pembesi, alnımızda kaderimizi yazan tanrının acımasız yara izi, dudaklarımızda ve ellerimizde karahöbür karası, gül dikeni, şeftali tüyü, ayva kokusu, nar tanesi…
O şişelerde Bağlar’ın uçsuz bucaksız asmaları ve üzüm bağları, Alipar’da kilise duvarı, bin yıldır her defasında küllerinden doğan Surp Giragos Kilisesi, imece ruhu, kardeşlik, dostluk, kirvelik. Bazen dayanışma, bazen de ihanet varmış.
Dağların dumanı, yaylaların rüzgârı, bostanların serin akşamları, düğünler, kınalar buk u zavalar…
Tilililer, zılgıtlar, ağıtlar, vaftizler, kahkahalar, zenginlik ve yokluklar.
Menekşeler, Beybunlar, nergisler, papatyalar, kakuleler, mahlepler ve mayana baharatı. Dedemizin köyünden aldığımız heybemizdeki bademle birlikte şehirden şehire taşıdığımız karıncalar var.
O şişelerde bir türkü: Sen orada dalından koparılmış bir zerdali gibi dur, ben burada zerdalisiz bir dal gibi durayım.
Şekerler, şekerşiler, lebzuniyeler, leblebi ve badem şekerleri.
Vartavarlar, Ramazanlar, Noeller, Paskalyalar, Kurbanlar…
Bayram akşamlarının çocuk heyecanı; kokusunda nenemizi, anamızı, üstündeki nakışlarda çocukluğumuzu aradığımız çörekler…
O şişelerde fenerli düğün alayı, gelin kınası, damat hamamı, kildanlar, badiyeler, rahleler varmış.
Şenlikler, panayırlar, salıncaklar. KARŞİ DOLABA! HALLA HALLA HEEEEEY ses ve nidaları; maniler, fıkralar, tekerlemeler, şarkılar, türküler, çayda çıra, Delilo ve halaylarımız var.
O şişelerde bir şehrin gözyaşı var: Sur var, Xançepek var, Arapşex var, Gavur Mahlesi var, Taxa Fılle var… Küpeli - Dıngılava var.
O ŞEHİR ŞİMDİ YOK…
Kıtırbıl yok. FETİH var. Üstünde sermayenin tepindiği, altına kalbimizi gömdüğümüz bir mezarlık var…
O şişelerde kırılmış kalpler, incitilmiş inançlar, kaybedilmiş güven duygusu, yitirilmiş yaşam sevinçleri, “roh”unu kaybetmiş zaman, onlarca hayal kırıklığı var.
Tespih taneleri gibi dünyanın her tarafına dağılmış, dillerini yitirmiş, ocağı sönmüş, sofrası kapanmış, neşeli şarkılarını yitirmiş, yakılan ağıtları ninni gibi dinlemiş bebeklerin gözyaşları var.
Kılıçlardan arda kalanlar, uzak diyarlar, kaybolmuş akrabalar, gurbetin yalnızlığı, memleket hasreti, sevginin arayışı, yastan dirilişe uzanan inatçı duruş, umuda yolculuk, barışa ve kardeşliğe özlem var.
Yüzyıldır umutlarımızı, ruhlarımızı bir küpe doldurup bekledik. Tam bir şeyler yoluna giriyor derken o korkunç kâbus yeniden başladı. Doldurduğumuz küpten tekrar her gün bir şeyler eksildi.
Küpün payı, kuyriglerin payı, mayriglerin payı, hayriglerin payı, legleglerin payı, Hrant Dink’in payı, Tahir Elçi’nin payı, yıkılan şehrimizin payı, yitirdiğimiz onca gencecik çocukların payı derken elimizde bomboş bir küp kalmıştı.
Şimdi doldurabilirsek dolduralım. Gözyaşlarımızla…
O şişelerde susan sazlara, boşalan kazanlara, yıkılmış eyvanlara inat, dağılmış bir halkın unutulmaya yüz tutmuş günlerini, tırnağıyla kazıyan dipdiri bir hafıza, bütün bunları nasıl hatırlıyorsun diyenlere; onlar hafızamızı güçlü sanıyor, oysa bilmiyorlar bizim yaramız derin, diyen AMİDA’NIN RUHU var…
Silva Özyerli/Amida’nın Ruhu - Diyarbakır'dan İstanbul'a Likörlü Hayat/Aras Yayıncılık/1. Baskı/Mart 2024/288 sayfa
Dipnotlar:
[1] Silva Özyerli’nin bir önceki kitabı Amida’nın Sofrası bkz. “Bu kitabı kimler okumamalı?”, bianet, 19 Ekim 2019.
[2] Diyarbakır Ermenicesiyle ruh, yani likör.
(SD/VC)