Aydınlanmanın gerçekleştiği final sahnesinde, hemen her zaman son derece etkileyici, büyüleyici ve ikna edici bir söylev vardır. Bu söylevler bazen üst düzey bir askeri yetkilinin, bazen yeraltı dünyasını karşısına almış bulunan genç, hırslı ve yetenekli bir avukatın, kimi zaman da sıradan bir vatandaşın uzun ve dokunaklı cümlelerle "kalben iyi olan Amerikalı"nın kamusal vicdanına seslendiği söylevlerdir.
Söylev sona erdiğinde, sistemin "mükemmel" işleyişini kısa bir süre için sekteye uğratıp sağduyulu Amerikalıyı bir süre için yanıltan ve yanlış tarafta yer almasına yol açan defolu unsurların ipliği pazara çıkarılmış ve tıkır tıkır işleyen bir demokrasi geleneği gündelik yaşama iade edilmiş olur.
Amerikan halkı toplumsal realitenin nesnel bilgisine vakıf olduğu zaman zulme, kötülüğe ve haksızlığa asla tahammül göstermez yani!
Yeter ki, birisi çıkıp ona sistemin işleyişindeki çarpıklığı göstermiş, çözüm yollarını önermiş ve dokunaklı bir dille onda "adalet" duygusu ve duyarlılıkları uyandırabilmiş olsun.
Bu filmler arasında politik-aksiyon filmi olarak adlandırabileceğimiz grubun ortak bir özelliği; filmin kahramanı adaletin yeniden inşasının peşinde tutku ve kararlılıkla koşarken, ona bu koşuda eşlik eden, destek veren ya da bir biçimde bu süreç içinde yer alan yan karakterlerin çoğunun birer birer telef olmasıdır. Bu yan rolleri paylaşan oyuncuların azımsanmayacak bir kısmının zenci oluşu ayrıca ilginçtir.
Esasoğlan, en olmadık riskleri atlatırken, figüratif karakterler aptalca kazalara ya da tedbirsizliklere kurban giderler. Böylece özdeşleşmeci bir duygusal yatırım yapılan ana karakterler aracılığıyla izleyicinin heyecan ve başarı gereksinimleri adamakıllı tatmin edildiği gibi, figüratif karakterlerin zavallı ölümleri için akıtılan gözyaşları sayesinde dört başı mamur bir arınmaya da olanak sağlanır.
Burada ilginç olan şey, bütün yanlışların faturasının "bir kaç kötü adam"a çıkarılması ve filmin muhteşem bir ideolojik kapanmayla sona ermesi gerçeğine rağmen, sistemin kıyasıya bir özeleştiriden geçiriliyormuş gibi gösterilebilmesidir.
11 Eylül 2001 tarihinden bu yana olan bitenler, yalnızca bütün bir olay örgüsünün filmsel bir gerçek dışılık içinde kurulmuş gibiliği ile değil, Amerikalıların bu en yeni politik aksiyon filminin finaline kenetlenmiş, her tür eleştirellikten uzak tavırlarına ayna tutmasıyla da "film-miş- gibi"liğini sürdürüyor.
Akşamları eve döndüklerinde kapılarını dış dünyaya kapatarak birbirlerine, "Honey, I am Home" diye seslenmeyi alışkanlık haline getirmiş Amerikalılar, her zaman çok uzaklardaki evlerin kapısını tekmeleyecek ucube bir yaratık olarak gördükleri terör'ün , o korkunç 11 Eylülde, yeri göğü inleterek "Honey, I am Home" diyen sesini duyduklarında, hiç bir şey anlamadılar.
... Ya da biz anlamadıklarını sanıyoruz. Amerikalıların "göze göz" istemek konusundaki kararlılıklarının, eleştirel bir bakış geliştirme yeteneklerindeki bir sorundan ya da bilgisizlikten kaynaklandığını varsayıyoruz.
Amerikan zihniyetini steril ve müreffeh yaşantılar içinde serpilmiş bir algılama ya da bilgi eksikliği olarak kavramak, bir bakış açısıdır kuşkusuz. Onlara, dünyanın geri kalan kısımlarında hüküm süren şiddet ve vahşete dair hiçbir şey bilmiyor olma "masumiyet"ini tanıyan bir bakış açısı...
Bu bilmeme ve anlamama sendromu bu kadar masum mudur gerçekten?
Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi (The Sublime Object of Ideology, 1989, Verso) adlı kitabında, klasik ideoloji kavramlaştırmalarının, toplumsal gerçekliğe ilişkin bir bilgisizlik nosyonu etrafında geliştirildiğini ifade eder. İdeolojinin yeniden üretimine katkıda bulunanların "bilmediklerinin ama yaptıklarının" varsayıldığını belirtir Zizek.
Yani, ideoloji tanımındaki vurgu "yapmak"ta değil, "bilmek"tedir. Ona göre "ideoloji", bir "yanlış bilinçlilik" durumu olmaktan başlayarak, sosyal gerçekliğe dair bilinçteki yanılsamalı ya da hayali tasavvurlara uzanan bir yelpazede bir "bilmek" problemi olarak kavramsallaştırılmıştır.
Oysa Zizek'e göre, ideolojinin egemen işleyişsel kodu siniktir. Bu da klasik ideoloji tanımlarını imkansızlaştırmaktadır. Çünkü sinik özne, ideolojik maske ile toplumsal gerçeklik arasındaki mesafenin son derece farkındadır. Fakat maskede ısrar etmektedir.
Bu, "ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar fakat yine de yapıyorlar" demektir: "Bilmiyorlar, fakat yapıyorlar"ı tersine çeviren bir tanım.
Zizek'e göre, sinik aklın naif olduğu söylenemez. Sinik akıl, aydınlanmış bir yanlış bilinç paradoksudur. Bu tarife göre yanlış bilinç, belli bir ideolojik evrenselin arkasında gizli, özgül bir çıkarı çok iyi görebilir fakat o şeyi yapmaktan vazgeçemez.
Zizek, yanılsamayı "bilmek" düzeyinde tarif etmenin ve insanların gerçekte ne yaptıklarına dair bilgilerini problemliymiş gibi ele almanın hatalı olduğunu belirtir.
Ona göre problem, insanların "ne yaptıkları" düzeyinde ortaya çıkmaktadır ve yanılsama, "yapmak" düzeyinde tanımlandığı zaman, "eylemlerinde bir yanılsamayı takip ettiklerini biliyorlar fakat yine de yapıyorlar"a ulaşılacaktır.
Zizek'in açıklamaları ışığında Amerika'ya ve Amerikan zihniyetine yeniden baktığımızda, bulduklarımız kimseyi şaşırtmayacaktır. Amerikalıların, kendi hükümetlerinin uzak diyarlarda niçin at koşturduğunu ve vakt-i zamanında şaha kaldırılmış bazı atların şimdi neden terbiyecilerini tepelediklerini anlamadıklarını varsaymak, kör bir iyi niyetliliktir.
Savaş severlerin, savaşın kimseye bir yarar getiremeyeceğini, dünya barışının ancak ve ancak adilane paylaşım ilişkileri aracılığıyla tesis edilebileceğini, Afganistan'a yağdırılan bombaların yüzlerce sivil ve masum insanın tepesine düşme ihtimalinin, kıytırık bir kaç stratejik noktaya isabet etme ihtimalinden kat be kat fazla olduğunu bilmediklerini varsaymak körlüktür.
Amerikalılar ve dünyanın her yerinde savaşa alkış tutanlar, her şeyi biliyor. Bile bile alkışlıyorlar. Çünkü bu savaşta Afgan halkına ve sıradaki diğerlerine figüran rolü biçilmiştir. Savaş severler, figüranların ölmesine gözyaşı dökebilirler ama oyunun kuralının böyle olduğunu da çok iyi bilirler. Bu yüzden 'yapar'lar, alkış tutarlar.
Bugüne kadar herşeyin bu oyunun kuralını izlemiş olmasına güvenirler çünkü.
Sonra birileri çıkar ve koca dünyayı bir mahkeme salonuna dönüştürerek bir söylev çeker; kimilerini sanık, kimilerini tanık, kimilerini de jüri sandalyesine oturtarak, izleyiciler için mükemmel bir vicdani arınma ve topyekûn bir aydınlanma olanağı da sunar nasılsa...(NU)