2014 yerel seçimleri gecesi bir yorumcu televizyonda şunu dedi: “Demek ki, işi yorum ve fikir üretmek olan bizlerin toplum üzerinde o kadar da bir etkisi yokmuş.” Bu ifade, Türkiye’deki toplumsal kırılmayı ve gerginleşen toplumsal ve siyasal yapıyı anlamak için önemli bir başlangıç noktası olabilir. Toplumsal gerçekliğe dair üretilen “uzman” bilgisi ve “uzlaşımsal” bilgi[1] ayrımını ve bu ayrımın siyasete etkisini incelemekte yarar var.
Bu ayrımın en net görüldüğü alanlardan biri bilim. Bilimsel bilgi, uzmanlar tarafından üretilen ve uzlaşımsal alana yayılan bir bilgi türüdür. Topluma yayılan bilimsel bilgi, elbette bir takım dönüşümlerden geçiyor ve toplumdaki gruplar yeni bilgiyi kendi süzgeçlerinden geçirerek, kendileri için tanıdık olana demirleyerek algılıyorlar. Bilimsel bir kuram ya da buluş (örneğin genetik klonlama, psikanaliz, “Tanrı parçacığı”) popülerleşiyor ve kültürün bir parçası haline geliyor. Siyasetçi, siyasi yorumcu ve sosyal/siyaset bilimcilerin ürettiği yorum, fikir ve analizlerin, gündelik sosyal ve politik yaşamımıza nüfuz etme süreci de toplumsal grupların bağlamı ve çıkarlarından bağımsız değil.
Son aylarda sıklıkla kullanılan “algı yönetimi”, “algı manipülasyonu” gibi ifadelere bir bakalım. AKP’liler ve savunucularının sıklıkla kullandıkları bu ifadelerin, parti tarafından kullanıma sokulduğu izlenimi doğuyor. Bu ifadelerle ne kast edildiğini tam olarak anlamasam da, ilk anda aklıma “propaganda”, “rıza imalatı” gibi kavramlar geliyor, sonra “meta-temsil” ya da “meta-biliş” kavramları geliyor[i]. Aslında söz konusu olan başkalarının algıları, başkalarının gerçekliği.
Siyasi partiler artık kendi kitlelerinin gerçekliğinden çok, diğerlerinin gerçekliğine nüfuz etme mücadelesindeler. Elbette her zaman partiler, diğer parti kitlelerine hitap etme gereği duymuşlardır. Ancak artık, kutuplaşmanın had safhada olduğu günümüzde, partiler kendi kitlelerini zaten “içeriyor”lar. Birçok seçmen zaten “mecburen” kendi partisine oy veriyor. Gönülleri el vermese de, insanlar başka seçeneklerinin olmadığını düşünüyorlar. Alternatifsizlik söylemide çaresizliğin ve etkisizliğin bir tezahürü olarak gözümüzün önünde inşa ediliyor.
Taraflar birbirini algı yönetimi yapmakla suçlayadursun, acaba gruplar, aralarındaki sınırlara duvarlar inşa ederek birbirlerini kendi alanlarına mı hapsetmeye çalışıyorlar? Gücü elinde bulunduran iktidar, pekala alternatifsizlik söylemini muhalefet için kendisi üreterek, var olan potansiyeli, köhne muhalefet partilerinin basiretsizliğine mi hapsetmeye çalışıyor?
Yerel seçimler
Başta bahsettiğim, seçimler özelinde üretilen uzman siyasi bilgisinin toplumda o kadar etkisinin olmaması argümanı haksız değil. Bunda elbette birtakım yapısal faktörlerin etkisi bariz; internet, medya gibi yaygın iletişim araçlarının manipülasyonu ve tek parti devletlerindeki gibi kontrolünün önemli etkisi var. Ancak, muhalefetin kendi sorunları ortada, bir sonraki bölümde buna odaklanacağım.
Kısaca, yerel seçimlerde muhalefet kanadında ortaya çıkan bas-geç davranışını düşünelim. Mecburen basıp geçenlerin bu pragmatik davranışlarının, iktidarın çizdiği bir alanda sınırlandığı ve hapsolduğu kanaatindeyim. Baskın temsiller, gruplar arası karşıtlıklar üzerinden nesneleşir. Örneğin, AKP’nin kullandığı hegemonik ve otoriter temsiller, kendini bu karşıt kimlikler üzerinden gerçekleştiriyor. AKP’nin, iddia edilen seçim hileleri ve ekonomik gerileme ihtimalinde kaybedeceği oyları çıkardığımızda dahi ciddi bir “kemik” oyu var. AKP’yle kimliklenmiş bu kitle bahsettiğim karşıtlığın hem bir sonucu hem de bu karşıtlık bu kitle üzerinden oluşturuluyor. Bu kitlenin AKP’yle kimliklenmesi, kullanmayı çok sevdikleri tabirle gönül bağıyla bağlanması üzerinden gerçekleşiyor. Bundan ileride tekrar bahsedeceğim.
Görünen o ki, yerel seçimler birçok insanı tatmin etmedi, belirsizlikleri gidermedi. İktidar görece gücünü korurken, muhalefetin umutları, vizyonsuzluklarının da tescili oldu.
İthal Siyaset
Solun kitleselleşememesi meselesine bakalım. Solun ürettiği (bazen ithal ettiği) “evrensel” bilgi, kimi zaman yerel gerçeklikle uyuşmayabiliyor ya da yetersiz kalıyor. Bunu sosyal bilimcilerin çok iyi anlayacağı bir örnekle açıklamak gerekirse, bu durum Amerikan (ya da Batı) kültüründe geliştirilmiş birtakım kuram ve metotlarla Türkiye’de toplumsal süreçleri araştırmaya benziyor. Elbette ki siyasette de, toplumsal süreçlerde de evrensel mekanizmalar mevcut. Ancak, bunlara ek olarak, kültürün ve yerelliğin kendi dinamikleri ve gerçeklik algılarından kaynaklanan etkileri de mevcut.
Yerel sosyal bilimlerimiz bu noktada eleştirilebilirler. Örneğin, siyasi davranışlar konusunda tartışma üretebilecek sosyal psikoloji gibi bir alan, bunca yıllık varlığına rağmen, hala yerel bir sosyal psikoloji bilgisi üretebilmiş değil. Üretilen bazı yerel kuramlarınsa, “uzman” evreninin dışına çıkamadığı, uzlaşısal alanda toplumsal değişime katkıda bulunamadığı iddia edilebilir. Benzer şekilde, kullanılan bazı kategorilerin, eşitsizlik ve adaletsizlikleri içeren sosyal gerçekliği maddeleştirdiği ve toplumsal eşitsizliklerin devamına katkıda bulunduğu da söylenebilir.
Ülkemizde sosyal psikolojinin bu durumu ayrı, ama ilgili bir konu. Bu yazı için bu noktayı bir kenara bırakıp siyasete yeniden dönersek sol siyasetin bir takım evrensel siyasi pratikleri ve başka ülkelerin deneyimlerini, sosyal bilimcilerin yaptığına benzer şekilde, burada yeniden üretmeye çalışmaları birtakım yerellikleri gözden kaçırmalarına neden olabiliyor. Burada soru, neden uzman siyasi alanda üretilen bilgi, ‘uzlaşısal’ alana nüfuz edemiyor; siyasi değişimi sağlayamıyor?
Bunu anlamak için önce AKP’nin seçmeniyle kurduğu gönül bağına bakalım. Bu, kolay kırılacak bir bağ değil, çünkü yerel siyasi ve toplumsal gerçeklikte üretilmiş bir kimliklenmeye dayanıyor. Bizde ne batı tipi seçmen modeli oluştu ne de bir demokrasi kültürümüz oldu. Demokratik idealler, özgürlük ve adalet gibi soyut kavramlar, hiçbir zaman ekonomik durumun önünde olmadı. “İdeoloji karın doyurmuyor” bize göre. Peki ideoloji gerçekten “lüks” mü? Sol, gerçekten yerel siyaset üretemiyor mu?
Türkiye’de muhafazakar-sağ siyasetin yıllar içindeki söylemine ve siyasetine baktığımızda, uzlaşısal evreni domine ettiklerini görebiliriz. Zira bu evrende -bazılarının iddiasına göre bilimde de bu böyle- önemli olan hakikatin kendisinden çok, hakikatin ne olduğuna olan inançtır, yani bu yöndeki uzlaşıdır.
Dünyanın dönüyor olduğu mutlak bir hakikat olabilir, ama Ortaçağ aklının uzlaşısal dünyasındaki hakikat böyle değildi ve norm bugünkü hakikatin aksi yöndeydi. Bu yüzden, geçerli olan dünyanın dönmediği inancı ve bu inanç doğrultusundaki uzlaşıydı. Siyasi evrenimiz ve uzlaşısal alan muhafazakar akıl tarafından öylesine domine edilmektedir ki, başka bir siyasete yer kalmamaktadır. Bu yüzden solcular da kendilerini sağ retoriği ve pratikleri kullanmaya mecbur hissetmişlerdir.
AKP - ve önceki muhafazakar sağ siyaset - kendini öylesine normatif olarak konumlandırmıştır ki, onların gözünde ideoloji karın doyurmaz, lükstür; kendileriyse ideolojik yaklaşımlardan tamamen azadedir. Bu yüzden, muhalefeti, yargıyı, medyayı ideolojik davranmakla suçlayabilmektedirler. İdeolojik yaklaşmak yerellikten uzak, elitist, hayalci ve yanlı davranmak gibi sunularak, adeta siyasi bir suça dönüştürülmektedir.
AKP’nin kendini ideolojiler dışı ve üstü sunabilmesinin nedeni, yerel ideolojilerimizin hep içinde yaşadığımızdan, bize görünmez hale gelmesi, gündelikleşmesidir. Bugünkü toplumsal normlarımız, merkez-sağ siyasetin ölesiye savunduğu inkar ve bedavacılık kültürleridir[2]. Bu normlar, siyasi algıları şekillendirmekte ve eylemi tetiklemektedir. Mutlak gerçeklikler hırsızlık ve yolsuzluğun varlığı ya da kirli savaş planlarının yapıldığı olabilir. Önemli olan (!), bunların “kültürümüze” uygun olduğu, kabul edilebilir olduğu ve normatif olduğu gerçeğidir bugünkü normlarımıza göre.
Maalesef, yerel seçimler bu gerçekliği doğrulamış oldu ve toplumsal bölünmeyi maddeleştirdi.
Mevcut siyaset ve alternatifler
Peki, bugünkü siyasi alanda bize sunulanlar neler?
AKP, toplumsal hastalıklarımız üzerinden siyaset yaparak, geçici zaferlerle hepimizi sömürüyor, ülkeye ve geleceğimize zarar veriyor.
CHP, yeri geldiğinde cumhuriyetin kurucu aktörlüğünü kaynak göstererek gurur duyduğu kimliğini, aktörü olduğu cumhuriyetin ayrımcı temelleriyle yüzleşemeyerek, ikiyüzlü bir denge siyaseti izliyor. Oy kaygısından dolayı “kemik” kitlesini kaybetmek istemiyor; ama bu kemik kitle, AKP’nin antitezi ve hastalıklı bir yapı.
MHP herhangi bir siyaset üretmeden toplumsal hastalıklarımızı sömürüyor.
BDP (ve HDP) şu anda en ilerici ve yerel siyaseti üretiyor, aynı zamanda da en gerçekçi siyaseti. HDP’nin idealleri, toplumsal hastalıklarımıza doğru teşhisler koyan ve ikna edici tedaviler öneren tek siyaset.
Bas geç platformu, AKP’nin karşı kitlesinin gerçekliğini tanımladığı bir kimlik hapishanesi şeklinde gelişti; görünürde AKP’ye zarar vereceği hesap edilse de, AKP’nin işine yaradı. Her ne kadar, AKP zulmünden kurtulmak için can havliyle yapılmış olsa ve geçici bir çözüm olarak haklı görülse de, yetmez ama evet mantığıyla aynı şekilde oluştu. Bu saatten sonra yapılacak olan, bir an önce geçici çözümlerden vazgeçmek ve gerçekçi çözümlere odaklanmak olacaktır. Bu anlamda Gezi hareketinin siyasi bir örgütlenmedeki rolü kritik. Basıp geçerek yalnızca günü kurtarabiliriz, yerel seçimlerde bunun başarısız olduğunu gördük. Düzen partilerinden medet ummak anlamsız. Bu anlamda Gezi hareketinin, Kürt hareketinin siyasi ve örgütsel deneyiminden faydalanabileceğini düşünüyorum. Gezi forumları, yerel seçim sonrası ortaya çıkan sandık gönüllüleri, Berkin’in cenazesi, aslında vicdan sahibi ve değişime aç kitlelerin olduğunu gösteriyor. Gezi yerel siyaset üretebilir, ancak aşılması gereken bir güvensizlik ve etkisizlik/güçsüzlük algısı var.
Gezi’nin yerel siyaset üretebilmesi için tarihsel yanılgıları da görmesi gerekir. Kemalist lobotomi [3], prematüre bir şekilde geçmişle bağları kopararak toplumsal dönüşümü amaçlamış; ancak toplumsal dinamikleri yerle bir etmişti. Toplum, yabancı olanı tanıdık olan alana aktararak kabul eder. Tanıdık olmayan yeni bilginin demirleneceği temsil alanları patolojikleştirilmiş [4] ve bu, muazzam bir direnişle karşılaşmıştı. Tesis edilmeye çalışılan Kemalist ideoloji burada üretilmemiş, ithal edilmişti.
Bugünün düzen muhalefet partileri de, ithal çözümlerle sonuç almaya çalışıyorlar. Gezi, çoğulculuğun, çeşitliliğin mümkünâtını ve farklı –hatta çelişen- bilgilerin aynı ortamda bir arada bulunabileceğini gösterdi. Siyaseten AKP’nin alternatifsiz görünmesi, toplumda bu muhalefeti oluşturabilecek potansiyelin olmadığı anlamına gelmez. AKP, siyasi alanın sınırlarını giderek daraltıp tahakkümü altına alırken, daralan bu kısır siyasi alanda mücadele edersek kaybetmeye mahkumuz.
Bu karamsar tablonun yarattığı çaresizlik ve güçsüzlük hissini aşmanın tek yolu iktidarın şiddetle kırmaya ve yok etmeye çalıştığı örgütlenmedir. Meydanların barışçıl protestolara dahi yasaklanması ve en ufak eylemde kullanılan şiddetin tutarlılığı ve düzenliliğinin, internet yasaklarının amacı örgütlenme ve iletişimi yok etmeye çalışmaktır. Normalleşen nefret söylemi ve yalanların diliyle mücadele etmenin yolu, aynı dille karşılık vermek değil; bu dili komik duruma düşürmektir. Gezi’de bunu görmedik mi?
Alternatiflerin ne olacağı, siyasi ve ideolojik projeler, çözüm önerileri toplumsal mutabakatla aranmalı. Kapsayıcı toplumsal projeler geliştirme talebi ve isteği zaten var. Önemli olan bu potansiyeli, örgütlenerek siyasete kanalize edebilmek. İsteyenler yine “kendi” partilerine gidip, oraları dönüştürmeye çalışabilirler “occupychp” örneğinde olduğu gibi. Bu gibi hareketlerin başarıya ulaşması için, bu hareketin partileri dönüştürmesi gerekir, partilerin bu hareketleri değil. Şahsi kanaatim, solun CHP gibi bir düzen partisinde değil, BDP-HDP gibi umut verici bir platformda canlanabileceği. Değişim enerjisini, değişim potansiyeli olan bir yapıya harcamak her zaman daha etkilidir. (RK/AS)
[1] Sosyal Temsiller Kuramı’nda Moscovici’nin önerdiği bilgi evrenleri (Reified ve consensual knowledge universes)
[3] Graham Fuller (2008) The New Turkish Republic: Turkey as a Pivotal State in the Muslim World isimli kitabında, Türkiye’nin Ortadoğulu yanını görmezden gelerek Batılılaşma projesinin tarihi bir yanılgı olduğunu iddia ediyor. Halk üzerinde Kemalist tarihsel lobotomi uygulaması olarak niteliyor.
[4] Echebarria ve ark. (1994), gruplar-arası süreçlere sosyal temsiller kuramı çerçevesinden yaklaştıkları çalışmalarında, ideolojik değişimlerle birlikte, eski toplumsal pratiklerin patolojikleştirildiğini söylüyorlar. Örneğin, sigara yasaklarıyla birlikte değişen normlar, artık sigara içmenin patolojik olarak algılanmasını sağlıyor ve daha önce cezalandırılmayan gündelik bir davranış cezalandırılmaya başlıyor. Toplumsal seviyede de, Kemalist devrimler, toplumun gündelik deneyimlerini ve pratiklerini bir nevi patolojikleştirerek, eskiye (ya da eski kabul ettiğine) patolojik, gerici ve hastalıklı rolü biçiyor.
Meta-temsil de Elcheroth ve ark. (2011) tarafından kullanılan bir ifade. Gerçekliği anlamlandırmaya çalışırken, kendi temsillerimiz kadar, başkalarının bizimle ve dünyayla ilgili temsillerinin ne olduğunun bilgisi de önemli hale geliyor. Meta-temsil ya da meta-bilişten kast edilen temsillerin ya da bilişin sosyal ve ilişkisel düzlemde ortaya çıktığı ve dönüştüğüdür.