Büyük 15-16 Haziran 1970 Direnişi’ne benzetilebilecek Şanlı Taksim Gezi Direnişi sürüyor. Türkiye’nin birçok aydını, bu konuda yazdı çizdi ve anaakım ve muhalif medya izin verdiği ölçüde konuştu. Kuramsal konuların ve siyasal gündem tartışmalarının arasında, bizzat alanı çözümleyen ve bunu yaparken toplumsal bilimlerin kavramsal araçlarını kullanan yazıların sayısı, son derece az. Bu yazıda, bu boşluğu –naçizane- doldurmaya çalışıyoruz.
‘Bir Komün Olarak Gezi Parkı Direnişi’ gibi bir başlık altında şunları söyleyebiliriz: Çoğumuz, Gezi Parkı Direnişi’ni bir ayaklanma ya da bir tepki olarak görüyor. Ancak, Gezi, aynı zamanda, yeni bir toplumun kuruluş özelliklerini taşıyor. Halkın oluşturduğu barikatlarla TOMA’lara ve diğer araçlara kapatılmış olan Taksim Meydanı ve Gezi Parkı alanında, sabah, belli bir saatte, göstericiler tarafından çöp toplanıyor. Halk, çeşitli kuruluşlarla birlikte, kendi sağlık hizmetini kendi veriyor; kalacak yer ve yiyecek-içecek gibi gereksinimlerini kendileri karşılıyor. Polis, günlerdir, kurtarılmış bölgeye giremiyor. Bu, Türkiye tarihinde bir dönüm noktası. Herkes gitsin görsün. Halk, kendini yönetebilir mi, Taksim’den öğrensin. Küçücük bir toplaşmaya bile saldıran polis, Taksim’e adımını atamıyor. Siviller girmeye başladı elbet; ancak, onlar da korka korka; çünkü linç edileceklerini biliyorlar. Bu halk, birçok özgür tutsağın öldürülmesinden sorumlu olan eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ü tanıdı. Utanmadan kurtarılmış bölgeye gelen bu kişi, kendini linçten zor kurtardı. Halk, dostunu da düşmanını da iyi biliyor.
Belki herkes farkında değildir (bunu, özellikle, Taksim’e gitmemiş ya da gidememiş olanlar için vurgulayalım): Taksim Meydanı’na ve Gezi Parkı’na giden bütün yollar, halkın oluşturduğu barikatlarla korunmuş durumda. Bu barikatlar, yan yatırılmış çevik kuvvet araçlarından, yanal olarak park edilip lastikleri patlatılmış belediye otobüslerinden ve birçok kendiliğinden malzemeden oluşturulmuş durumda. Her gece saat üçte ya da beşte, polisin Taksim’e saldırı planladığı söyleniyor; direnişçiler hazırlanıyor ve bu, gerçekleşmiyor. Ancak, Beşiktaş ve Kabataş’ta havanın kararmasıyla, Çarşı Grubu biraraya geliyor ve onlara polisin saldırısı başlıyor. Yoğun gaz bulutları, Taksim’e doğru çıkıyor.
Çarşı’nın direnişinde, yine, yeni bir toplumun nüvelerini görebiliyoruz. Bir kere, Çarşı, ele geçirdiği iş makinesinin üstüne, TOMA’ya (Toplumsal Müdahale Aracı) karşılık olarak ‘POMA’ (Polis Olaylarına Müdahale Aracı) yazmış durumda. Ayrıca, bu devrimci taraftar grubunun protestoları örgütlemek için kendi arasında işbölümü yaptığını görüyoruz. Örneğin, eldivencilerin görevi, gelen gaz bombalarını polise geri atmak. Bir taş kırıcılar ekibi var. Bir de, elbette, tam teşekküllü bir Çarşı Sağlık Ekibi. Çarşının, ayrıca, en zorlu durumlarda bile, mizahı elden bırakmaması, onları devrimin güleryüzlü kahramanları durumuna getiriyor.
Gezgin (2010)’da şöyle bir yorum yapmıştım:
“Takım yenince, taraftar, kendi yenmiş kadar oluyor; yenilince, kendi yenilmiş kadar. Taraftar için tehdit ve gerilim öğesi, diğer takım taraftarlarınca alay konusu edilmek oluyor. Taraftarlığın gücü, oldukça ilginç ve garip. Taraftarlar bu enerjilerini ve önemseyişlerini dünyayı değiştirmek için kullansalardı, bambaşka bir dünyada yaşayacaktık. Taraftarların bir grev kırılınca duydukları üzüntü, takımları yenilince duydukları üzüntüden büyük olduğunda, Şeyh Bedreddin’in avuçlarındaki Cennet, dünyaya inecek.
(...)
[T]araftarlık kaçınılmazsa, bunun dünyayı değiştirmek üzere açılan kanallara akıtılmasının yolları bulunmalıdır.”
Çarşı Grubu, tam da bu sözleri doğruluyor. Onlar için, polisle çatışmak, bir maç. Yenerlerse, Beşiktaş, yenmiş olacak; yenilirlerse, yine, Beşiktaş; ve onlar yendiğinde, biz de yenmiş sayılacağız. Böyle bir taraftar grubunun olduğu yere, ‘Başbakanlık Ofisi’ kuran zihniyetin, toplumsal dinamikleri küçümsediği bir kez daha ortaya çıkıyor. Oysa, o ofis, en çok, Fatih’e yakışırdı. Özellikle de, İmam Hatip’e çevirdikleri eski Darüşşafaka Lisesi binasına...
Direnişçilerden övgüyle söz ederken, bir yandan, onların (yani kendimizin) zayıf noktalarını da burada sıralayalım: Öncelikle, sözkonusu olan, homofobik bir kitle. Travestileri aşağılayan sloganlar atılıyor. Oysa o travestiler, sevin ya da sevmeyin, direnişçilere tıbbi yardımda bulundular; Tarlabaşı’nda zor durumda olanlara maske dağıttılar. Aynı biçimde, bol küfürlü sloganlar atılıyor; ama bunlar, bir ölçüde kabul edilebilir. Çünkü insanlar, çok öfkeli. Öfke, küfre dönüşüyor. Yine de, seks işçilerini aşağılayan sloganlar, soru işareti uyandırıyor. Bu, klasik toplumsal çözümlemeler çuvalına sığmazken, duruma en fazla ‘lümpen ayaklanması’ denebiliyor. Ancak, yine de, proleteryanın yokluğunda, en iyi çatışanların lümpenler olduğu görülüyor. Çünkü bu, onlar için, yaşam biçiminin, mahallenin ve takımın onurunu korumak anlamına geliyor.
Başka ortamlarda da dile getirildiği gibi, kitlenin siyasal ve mesleki çeşitliliği, dikkat çekici. Bunun olumlu yanı, şu: Bu durum, geniş halk kesimlerinin direnişi benimsemesini kolaylaştırıyor. Ayrıca, sanatçıların, meslek odalarının, doktorların, avukatların vb. katılımıyla, direnişin toplumsal etki ağı da genişlemiş oluyor. Olumsuz yanı ise, sloganların yer yer milliyetçi hatta faşizan yönlere kayışıyla, kimi insanlarda kuşku uyanması. Bu kuşkular, tümüyle doğru değil. Çünkü bu, bir halk hareketi. Her kesimden insan olacak. TGB ile BDP bile yanyana geliyor ve gelecek; çünkü sözkonusu olan, siper yoldaşlığı. Siyasal farklılıkların vurgulandığı ortamlarda, farklılıkların tartışılmasının ileriye atılması ve alanda birliğe odaklanılması gerekiyor. Bu açıdan, AKP’nin stratejik olarak yapabileceği en başarılı iş, Taksim’deki kitleye uzun süre saldırmamak. Kitle, uzun süre atıl kaldığında, arasındaki farklara daha çok odaklanıyor. Belki de, meydanda sanat ve spor etkinlikleri yaparak, bu fazla enerjiyi eritmek gerekiyor. Bir sabah, kürsüye çıkan sanatçıya (Kürtçü diye) Ahmet Kaya söyletilmedi. Sonra başkaları araya girip bu faşizan tepkiyi engelledi. Bu tür olayların daha fazla yaşanmaması gerekiyor. Saldırmazlık ortamında, sivillerin araya sızması için zaman da kazanılmış oluyor. Oysa, saldırı anında tüm farklılıklar unutuluyor. Kimi İstiklal Marşı söyleyecek; kimi de devrim marşı; başkaları ise, Kürtçe söyleyecek. Bunlar, alanda dayanışmaya engel değil. Şimdiye kadar engel olmadı; bundan sonra da olmamalı.
Bu çeşitlilik, provakasyon iddialarında da dikkate alınmalı. Kitlenin büyük bir bölümü, şimdiye dek apolitik olan kesimden geliyor. Onların siyasal hattından daha ileri eylemler gerçekleştirildiğinde, bunu sivil polislere bağlıyorlar. Oysa, herkes bilmelidir ki; ortanın çok solunda olan insanlar da var. Bir gazeteci, alanda, “siz bu otobüsleri yakasınız diye bilinçli olarak buraya bıraktılar. Kötü izlenim versin diye” diyebiliyor. Oysa, halk, kendini savunmak için o otobüslerden barikat kuruyor. O barikatlar kurulmasaydı; polis, Taksim’e çoktan girmiş olurdu. İş makinelerinin yakılması da, illa provakasyon olmayabilir. Kimi direnişçiler, böylece, devlete hem bir ileti göndermiş oluyorlar hem de güvenlik güçlerinin gelip gelmediğini test etmiş oluyorlar. Siyasal ve mesleksel çeşitliliğe saygı duyulmalı.
Ayrıca, birbirini suçlayıcı tavırlardan da vazgeçilmeli. Bu tavırlar, beyaz Türklerin eyleme katılımlarında görülebiliyor. Hava kararmadan ayrılan kimileri, ayrılma nedenleri sorulduğunda, “eylemin profili değişiyor; marjinaller gelmeye başladı” diyebiliyor. Ya da daha ilk kez alana inmiş bilmemkim, kim olduğunuza neci olduğunuza bakmadan, kendi mağduriyetini abartıp sizi birşey yapmamakla suçlayabiliyor (özellikle Beşiktaş’taki Beyaz Türkler’de görülüyor bu tepki). Oysa, Çarşı Grubu gibi gerçekten bedel ödeyen direnişçiler, kimseyi suçlamadan hareket ediyorlar. Buna dikkat edilmeli. Bir de, Bianet’in de vurguladığı gibi, sosyal medyadaki bilgi kirliliğine dikkat çekelim. Bir geceyarısı, Taksim’de kapalı bir alanda korkuyla bekleşen bir grup apolitik genç, Twitter’daki yorumlara bakarak, “Taksim’i kaybettik; ama direniş, başka şehirlerde sürüyor. Yine kazanacağız” diyordu örneğin. Bunları söyledikleri sırada, Taksim Meydanı, hıncahınç doluydu. Saldırı falan da yoktu (Beşiktaş dışında). Dışarı çıksalardı, gerçeği göreceklerdi. Ayrıca, bilinçli olarak yalan haberlerin yayıldığı da görüldü. Türkiye Baharı ve Sosyal Medya konulu bir inceleme yazısında, bu konuyu ayrıntılı olarak incelemek gerekiyor.
İşin, biraz da, sosyal psikolojik boyutlarına girelim: Direnişin bize gösterdiği derslerden biri, sanıldığının tersine, bizim, toplulukçuluktan bireyciliğe bir geçiş toplumu olmadığımız. Tersine, biz, hâlâ, dayanışma duyguları güçlü olan ve bireyci olmaya ayak direyen bir toplumuz. Bize, içimizde kalmış dayanışma ruhunu ortaya çıkaracak bir ortam gerekliydi. İşte, o ortam, bu ortam. Parkta oluşturulan Yardım Duvarı’na, halk, yiyecek, içecek, tıbbi yardım malzemesi vb. getiriyor ve bunlar, ücretsiz dağıtılıyor. Yemek Sepeti sitesinin dediğine göre, yurtdışındaki insanlar tarafından, çok sayıda sipariş, ‘Taksim Gezi Park’ adresine veriliyor. Farklı takımlardan taraftarların dayanışması da görülmeye değer. Gençlerin militanlaşma süreci, sosyal psikoloji ve ezilenlerin psikolojisi açısından incelenmeyi hak ediyor. Başka bir yazıda bu konuya girmeli. Özellikle, rol modelleri olgusu incelenebilir. Ayrıca, sokakta, yatay öğrenme sözkonusu. Alana ilk kez çıkanlar, daha deneyimli olanlara soruyor. “Gaz gelince ne yapıyoruz?”, “Nasıl önlem alırız?” vb. Birbirini tanımayan insanlar, evlerini açıyorlar; alanda, bir saldırı beklendiğinde, maske ve ilaç dağıtanları görüyorsunuz. İşte gerçek Türkiye bu! Özlediğimiz Türkiye!
Peki, İstiklal, ne durumda?
İlk günlerdeki kaygılardan biri, şu idi: Bedava içki dağıtılıyordu ve kimileri, dağıtanların sivil polis olduğunu düşündü. Sivil polis, direnişçileri sarhoş edip sonra da saldıracaktı. Bunu söyleyenler, Taksim’e gelselerdi, o işlerin öyle işlemediğini görebilirlerdi. Meydandaki direnişçilerin çoğu, içki falan içmeyen (en azından direniş sırasında içmeyen) çelik iradeli gençler. Geçtiğimiz gecelerde, içki içen de çok oldu elbet; ama onlar, genellikle, İstiklal’de takıldılar. Yani direnişin içki nedeniyle zafiyete uğraması, söz konusu değil. İstiklal, bir ileri bir geri giden gençlerin sık sık slogan attığı, polisin üniformasıyla giremediği bir halde. Gençler, özgürlüğün tadını çıkarıyor. Kimisi, bol bol içip “şerefine” sloganı atıyor; diğerleri, İstiklal gecelerinin müdavimleri. Sokaklarda, gaz maskeleri ve baretler, kestane-mısır gibi satılıyor. Halk, saldırı bekliyor ve buna herzaman hazır. Şu an, Taksim Meydanı’na çıkan yollar içinden, yalnızca İstiklal, açık. Yani, polis saldırısının, önümüzdeki günlerde buradan gelmesi, büyük olasılık. Belediye araçlarının sabahtan gelip daha önce İstiklal’e barikat kurmak için kullanılmış olan büyük saksıları toplaması da, bunun işareti sayılabilir. Ancak, İstiklal, uzun bir cadde olduğundan, oraya polis girene kadar, meydandaki halk, önlemini çoktan alacaktır.
Son sorumuz şu: Bundan sonra ne olur? Sorunun yanıtı, bol bol spekülasyonu gerektiriyor. Öncelikle, İstanbul’da şu anda bulunan polis, 1 Mayıs’taki kadar güçlü değil; çünkü, 1 Mayıs’ta, tüm ülkenin güvenlik güçleri, İstanbul’a kaydırılmış; İstiklal’in her sokağı, bir ile verilmişti. Oysa, hemen hemen her şehirde protesto olması, polisin gücünü kısıtlıyor. Ayrıca, direnişe yönelik her kesimden desteğin, polisin içinde de kök salması olanaklı. İstanbul’da birçok özel güvenlik görevlisi, direnişi destekliyor sözgelimi. Türkiye Baharı’nın Arap Baharı’na/Kışı’na ne ölçüde benzediği, rahat koltuklarından ahkam kesmeyi seven köşe yazarlarını dikkate almadan, ayrıca incelenmeli. Diğer illerdeki protestoların ve direnişin kalbi olan İstanbul’un başkent olmamasının etkisi gibi konular, derinlemesine yorumlama gerektiriyor.
Beyaz Saray’ın açıklaması, Borsa’nın ve TL’nin değer kaybetmesi, birçok yabancı sanatçının ve aydının Gezi’yi desteklemesi, otellerin sezon normallerinin çok altında dolu olması vb. başbakanın gidici olduğuna işaret ediyor. Yurtdışına çıkması ise, bir raslantı değil. Kimi, bunu, ateşi söndürmek için geriye çekilme ve işi zamana yayma girişimi olarak yorumluyor; kimisi ise, başbakanın, bu süreçte, ABD’yle el altından çeşitli görüşmeler yapacağını ve bu görüşmelerin sonuçlarına ve Abdullah Gül ile Fethullah Gülen ikilisinin konumlanışlarına göre, başbakanın görevden alınmasının mümkün olduğunu tahmin ediyor. Birçok ülkede olduğu gibi, bu durumda, Abdullah Gül’ün yetkilerini kullanarak hükümeti düşürmesi ve seçim yapılana dek bir geçici hükümet kurdurması, büyük olasılık. Bu sürecin kazananı, bizleriz; bir de Gülen. Aralarındaki kavgada, Gülen’in elinin güçlenmesi sözkonusu. Zaten Ecevit’le daha önceki pazarlık sonucu seçim anlaşması yapıp Erbakan’a karşı DSP’yi destekleyen Gülen Cemaati, buna karşılık, Ecevit eliyle, cemaat okullarının tanınırlığını sağlamıştı. Bu formülde, Kılıçdaroğlu’yla Gülen, el sıkışabilir. Meydanlarda atılan sloganlarda, Gülen’in hiç eleştirilmemesi, bu açıdan, dikkat çekiyor. Ankara kulislerindeki söylentilere göre, bir toplantıda, AKP’nin Merkez Yürütme Kurulu, başbakana, İçişleri Bakanı’nın, İstanbul Valisi’nin ve İstanbul Emniyet Müdürü’nün görevden alınmasını ve işin böylece kapatılmasını önerdi; ancak, başbakan, “taviz yok” dedi. Evet, bu, bir söylenti. Doğru olmayabilir. Ancak, bu sürecin, AKP’nin içinde çatırdamalara yol açtığı çok açık.
Bu süreçten Türkiye halkları için demokratikleşme çıkar mı? Elbette çıkar! Hükümet istifa etmese bile, yukarıda anılan üçlünün istifa etmesi ya da görevden alınması, onların yerine atananların halka şiddet uygulamaya kalkmadan önce kırk saat düşünmesine yol açacak. Diktatörlükler böyledir. Aslında onların en zayıf noktaları, en güçlü oldukları noktalarıdır. 1 Mayıs’ta bizi sokmadıkları alanda daha güçlüyüz. Medyanın yasağı da kırıldı; diğer yasaklar da... Domino taşı gibi düşecek hepsi. Ama yarın ama öbürgün... (UBG/HK)
* * *
İlgilisine Kaynak
* Gezgin, U. B. (2010). Futbol neden en yaygın spordur? Resim sergilerine gidenlerin sayısı neden az? Ve dahası… Cogito Dergisi, sayı 63 (Yaz 2010).
* İzinsiz Gösteri Dergisi, sayı 199 (Kasım-Ekim 2009).