Silahlı saldırıyı gerçekleştiren ise gün itibariyle kamuoyuna da yansıdığı gibi üniversiteli yıllarında Büyük Birlik Partisinin Nizam-ı Alem Ocakları içerisinde yer alıp solcu öğrencilere yönelik satırlı, sopalı saldırılarda bulunmuş ve bir süre ünlü çeteci Sedat Peker'in yanında çalışmış İslamcı-faşist bir avukat.
Ancak zanlının psikolojik ve siyasal konumundan ziyade olayın kamuoyuna intikâlini göz önünde bulundurup, saldırının politik anlamını Türkiye'nin içinden geçtiği siyasi evreyi dikkate alarak değerlendirmek daha yerinde olacaktır.
AKP'ye karşıt kamuoyu oluş-turul-ması
Bilindiği gibi Türkiye'de siyasal öznelerin kendi aralarındaki yaşanan tartışmalar son aylarda daha da keskinleşmeye başlamıştı.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti ile başta Genelkurmay, Cumhurbaşkanlığı, bürokrasi, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Türk İşadamları ve Sanayicileri Derneği'nin (TÜSİAD) arasındaki siyasal gerginliklerin daha da tırmanmaya başlaması, yasama unsuru olan AKP'ye karşıt bir kamuoyunun oluş-turul-masını gerekli kılmaktaydı.
Nitekim AKP hükümetine ilk üç yılında neredeyse "koşulsuz destek" sağlayan Aydın Doğan medyası, son süreçle birlikte memnuniyetsizlik haberleri yaymaya başlamıştı bile. Siyasal değişime dönük gereksinim, Doğan medyasını da tekeline almıştı.
Erken seçim psikolojisi
AKP lideri R. Tayyip Erdoğan ise mevcut siyasal egemenliğin kurumlarına yönelik söylemlerini daha da sertleştirmeye başlamış, hatta "türban" yasasını kabul etmediklerinden ötürü Danıştay'ı sert bir dille eleştirip kınamıştı.
Siyasal egemenlik arenasının özneleri arasındaki gerginliğin tırmanması yeni bir döneme girildiğinin işareti olarak da değerlendirilebilir. Siyasi arenada "erken seçim" psikolojisinin fazlasıyla hâkim olması da girilen yeni dönemin bir sonucu olarak görülebilir.
Tüm bunları anlatmamın nedeni ise şu; böylesine gergin bir siyasal evrede, Cumhuriyet gazetesi ve Danıştay saldırılarının AKP karşısında konumlanan siyasal unsurların gayelerine "meşruiyet" kazandırdığını vurgulamak istiyorum.
Yani hem Genelkurmay ve bürokrasinin, hem de CHP'nin, "ülke şeriata doğru sürükleniyor, Cumhuriyet tehdit altında" şeklindeki argümanları, yaşanılan saldırılarla birlikte toplumsal kabul görüyor ve bu, hükümet karşıtlığını meşrulaştırıp AKP'nin intiharını hızlandırıyor.
28 Şubat: Postmodern örtük darbe
Hatırlanırsa, 28 Şubat sürecinde de hükümet ile iktidar arasında bir gerginlik yaşanmış ve bu gerginlik kimilerinin "postmodern" dediği örtük bir darbeyle sonuçlanmıştı.
Ancak bundan da evvel o süreçte medya aracılığıyla hükümet yetkililerinin şeriat propagandaları içeren kasetleri tek tek ortaya çıkartılıp hükümet (Refahyol) ile iktidar (Genelkurmay ve bürokrasi) arasındaki siyasal çelişkilere toplumsal zemin sağlanmıştı.
Toplum "laik/anti-laik" kutuplaşmasında kendisini bulmuş ve "bir dakikalık karanlık eylemleri" ile iktidar toplumsal meşruiyet elde etmişti.
"Derin devlet"in karşısına dikilmeyi hedefleyen bir sivil toplum hareketi tam da "derin devlet"in oyununa gelmiş ve sivil faşizme taban sağlanmıştı.
Emek/ sermaye çelişkileri
İktidar, hükümet ile siyasal çelişkiler yaşadığında arkasına toplumu alma gereksinimi duymaktadır.
Bu çerçevede örneğin emek/sermaye çelişkileri gerçekliğini de örtbas etmek için "laik/anti-laik" gibi yapay çelişkiler oluşturmakta ve bu yolla kitleleri arkasına alabilmektedir.
28 Şubat sürecinde yaşanan tam da budur ve maalesef ki içinden geçtiğimiz süreç 28 Şubat'ta yaşanılanlarla benzerlikler taşımaktadır.
İçinden geçtiğimiz süreç de, yapay kutuplaştırılmaların yaratılmasını ve iktidarın kamuoyunu arkasında konumlandırmasını imkanlı kılacak karakterdedir. Yani iktidar, siyasal amaçları doğrultusunda 28 Şubat sürecindeki gibi sivil bir faşizmi yedeğine almak istemektedir.
AKP'nin yiten şansı!
Önümüzdeki günlerde özellikle medya kanalıyla bu kutuplaştırılmalar daha da keskinleştirilerek arttırıldığında şaşırmamak gerekir.
Bununla birlikte, kuvvetle olası bir erken seçimde AKP'nin şansını yitirdiği de öngörülebilir. Çünkü iktidar, Kürt meselesi, ABD ve İran ile ilişkilerde hassasiyeti içeren bu yeni siyasal evrede işlevselliği yüksek olan başka unsurlara yönelmiştir.
Ek olarak hükümetten ordu yetkililerine kadar herkesin Danıştay üyelerine yönelik saldırıya gösterdiği tepkilere bakıldığında bir başka çelişki daha gözükecektir.
Olaydan ötürü herkes üzgünlüğünü beyan ediyor; herkes yargının ve demokrasinin yara aldığını düşünüyor. Ancak yetkililerin üzgünlükleri ve "demokrasi" tutkuları, nedense bir hafta içinde 20 farklı üniversitede solcu öğrencilere yönelik gerçekleştirilen şiddet eylemlerine veya Şemdinli'de halkın üzerine kurşun sıkanların serbest bırakılmasına kayıtsız kalıyor.
Kendisine demokrat olanlar
Demokrasinin adını sadece kendilerine dönük şiddette hatırlayanların ve özgürlüğü yalnızca "kendilerinin" özgürlüğü olarak görenlerin üzgünlüklerinde samimiyetin esamesi yoktur çünkü.
Yalnızca "kendisine demokrat" olan bir sistem gün gelir, başka "kendisine demokrat"ların "demokrat"lıklarından nasibini alır.
Demokrasi bir toplumun toplamının özgürlüğünden fazlası olarak tasarlanıp faşizme karşı kitlesel ve kurumsal bir mücadele geliştirilmediği sürece kimsenin üzgünlüğünün öldürülenlere ve öldürüleceklere fayda getirmeyeceği açıktır.
Herkesin bu temelde ortaklaşması gerekir.
Çünkü kurban farklı, ancak katil aynı; faşizm.(BD/AD)