Başbakan Erdoğan ve hükümetin diğer yetkililerinden, son günlerde dinlediğimiz yada okuduğumuz en vurgu yapılan cümlelerden birisi de, 'terörle mücadelenin tek boyutlu' olmayacağı' söylevidir. Hemen her fırsatta bu cümle tekrarlanmakta ve toplum nazarında 'bu hükümetin söz konusu yöntemlerle yeni ve geniş bir uygulamaya gideceği' hissi kazandırılmaya çalışılıyor.
İfade edilen boyutların içerisinde, hükümetin çok fazla ağırlık verdiği konulardan birisini de basın sektörü oluşturuyor. Muhalifi olan basın-yayın kuruluşlarını ya tasfiye etmiş yada ihtiyaçları doğrultusunda 'hizaya getirmiş' olan hükümetin, geri kalan medya kuruluşlarıyla yeni sürece kapsamlı bir şekilde hazırlandığını görüyoruz.
Sisteme muhalif olup da, 'hizaya getirilememiş' olan özgürlükçü basının da görsel ve yazılı basında devlet nazarında itibar görmediği, hiçbir şekilde dikkate alınmadığını da belirtmek gerekiyor. Hatta bu kesimlere karşı büyük bir marjinalleştirme çabalarının ve bununla bağlantılı olarak da açık bir şekilde dışlanmalarının pratiği ortadadır.
AKP hükümeti, tüm uğraşları sonucunda iradesiz ve ilkesiz bir sistem basınını hayata geçirmiştir.
Adeta AKP'nin 'kalemli timleri' haline gelmiş, aydın ve sorumlu kişilikten uzaklaşmış, geleceğini iktidar ile uzlaşma temelinde gören bitik bir gazetecilik anlayışı gelişmiştir. Ve onlar; iktidar partisinin emir eri çapından, daha büyüyememişlerdir. Başbakan'ın gerek kamuoyu önünde, gerekse de kapalı kapılar ardında 'şunu yazın', 'şunu yazmayın', 'bunu gösterin', bunu gizleyin' demeçleri ardından görevlerini yerine getirmişlerdir.
Özellikle de son günlerde, bu durumun ulaştığı en içler acısı hali izlemekteyiz. Hükümetin, Kürt siyasetine yönelimleri ve sınırötesini de aşan operasyonlarına dayanak oluşturmak için büyük çaba gösteren, bu uğurda da bir ay kadar önceki yazdıklarını hiçe sayan bir gazeteci-yazar topluluğu ile Türkiye basını kirletilmektedir.
Sözde açılım tartışmalarının yürütüldüğü günlerde, Başbakan Erdoğan ile paralel bir nokta da işlerine geldiği kadar da olsa, bir Kürt gerçekliğinden bahseden söz konusu kesimler, aynı Erdoğan'ın şiddet dilini kullanması ardından da Kürtlere karşı en ağır söylem ve yazılarla hakaret etmekten geri kalmamaktadırlar. Hatta ve ne yazık ki, muhtelif beyan ve yazılar da, hükümeti de geriye bırakacak türden Kürtlere hakaretler ve tehditler savurmaktalar.
Bir örnekle açıklamak gerekirse;
Daha bir ay kadar bir süre önce hükümetin Kürt meselesine yanlış yaklaştığını ifade eden yazar Can Ataklı, bugün ise Kürtlere en ağır hakaretlerle tehdit etmekte ve kendisini ispatlamaya çalışmaktadır.
20.07.2011 tarihinde ki "Ne Farkı Kaldı Erdoğan'ın Eskilerden" başlıklı köşe yazısında; 'Aradaki tek fark, eskiden bir "Kürt realitesi inkarı" vardı ya da pekçok kimse bunu dile getirmeye korkuyordu. Şimdi Kürt realitesi kabul ediliyor. Kimse de korkmuyor.Ancak sorunun çözümüne bakış yine eskisi gibi. "Kürt yoktur" yerine "Kürt vardır" oturdu oturmasına, ama sorunun çözümü yine "terörle mücadele" kapsamında ele alınmaya başlandı.
Üstelik eskisinden de baskın biçimde "Sabrımızı taşırmasınlar" tehdidi ile' belirlemesinde bulunan Ataklı, 21.08.2011 tarihinde ki 'Kürtler yaklaşan Felaketi görmek istemiyor' başlıklı yazısında ise 'Kürtler bulundukları bölgede yüzyıllardır yaşıyorlar. Ama bugüne kadar hiç devlet kurmamışlar, temeli olan bir kültürleri ve bilgi birikimleri yok, feodal sistemden hiç ayrılmamışlar, son 50 yıla kadar da ciddi bir "milli kimlik" kavgası da vermemişler' iddiasında ve hakaretlerinde bulunuyor.
Yazının içerisinde ise 'Her ne kadar "terörle mücadelede şiddet uygulamak yanlış" dense de, devletin "terörü durdurmak" için yapacağı sert operasyonlara karşı Kürt halkının yapabileceği hiçbir şey yok. Tankların sokaklara çıkması, emirlere uymayan herkesin terörist kabul edilmesi Kürtleri tarih boyunca hiç yaşamadıkları bir felaketle karşı karşıya getirebilir. Kimse "Bunu yapamazlar" demesin' ifadelerine yer vererek, Kürt halkına karşı duyduğu kini gözler önüne serebiliyor.
Aradan geçen bir aylık bir süreçte, bir yazarın bu denli değişmesi, değişken süreç veya güncel koşullarla ilgili olamaz elbette. Bu durum, sadece hükümetin elini kolaylaştırmakla açıklanabilir.
Ve diğer bir şekilde de, Türkiye basınının hükümetin 'kalemli timleri' haline nasıl dönüştürüldüğünü ifade etmektedir.
Ancak bu durum, sadece Can Ataklı veya birkaç yazar şahsında gelişmiyor. Bugünlerde, Türk basınının hangi kolunu okur yada izlerseniz izleyin, aynı tehdit ve hakaretlerle karşılaşacaksınız.
Saatlerce Kürtlere akıl vermeye çalışanlardan tutun, 1990'lar da ki gibi 'Kürtlerin bir halk olmadığına' kadar en geri açıklamalarla karşılaşmaktayız.
Böyle bir tablo da ise, ne özgürlük ve demokrasiden, ne de özgür basından bahsedebiliriz. Ve bu yaklaşımların, Türk devleti ile Kürt halkına herhangi bir kazancı olmayacaktır. Tersine arada ki sorunları büyütecek, çok daha çözümsüz noktalara götürecektir.
Bugünün basınının, 1938-39'ların Dersim katliamını destekeleyen basınından hiçbir farkı yoktur.
Manşetler ve hakaretler değişmemiş, Kürtlere saldırgan üslup da herkes birleşmiştir. Bu durum da arada ki çözümsüzlüğü genişletmekten başka hiçbir getiri sağlamayacaktır.
Türkiye'nin yazılı ve görsel basınının, 'hükümetin silahşörlüğünü' yapmaktan uzaklaşması ve ülkenin geleceğini düşünerek hareket etmesi, bugün dünden de daha acil bir konudur. Aksi taktirde gelişecek tehlikeli bir sürecin kanlı tezgahlayıcıları olarak tarihe geçecek ve hiç de iyi bir şekilde anılmayacaklardır.(EK/GY)