Dünya ve Türkiye COVID-19 pandemisi ile mücadele ederken, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) her zaman olduğu gibi bir fırsatçılık (durumdan yararlanma) örneği daha verdi.
Nisan ayında 7243 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu’nda AKP iktidarının talepleri olan bir dizi değişiklik TBMM’den geçirildi ve yine AKP’li Cumhurbaşkanının jet hızıyla imzalaması ile bu değişiklikler Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
2002'den bugüne mevcut veriler ve bilgiler bir araya toplandığında AKP iktidarı döneminde yaşanan olağanüstü durumlar sonrası üniversitelerin merkeziyetçi ve otoriter yeni rejim doğrultusunda şekillendirilmesi, siyasal tasfiyeler, güvenlikçi politikalar, yasaklar, baskılar, intihaller, sınav hırsızlıkları, akademik özgürlükler ve üniversite özerkliğine müdahaleler kapsamında ulaşılan sonuç ve değerlendirmeler aşağıda derlendi.
1. AKP iktidarında üniversitenin geldiği durum
Üniversitenin Evrensel Tanımı; Üniversite sözcüğü, Latince universitas sözcüğünden türetilmiştir ve bilim insanları topluluğu anlamına gelir. Akademik özgürlük, üniversite özerkliği üniversitelerin olmazsa olmazıdır (Bkz; Lima Bildirgesi).
Üniversiteyi oluşturan bilim insanları özgür ortamda akademik çalışma yapan ve araştırma bulgularını topluma yayarak toplumsal gelişmelere katkıda bulunan bir gruptur. Dolayısıyla toplumun gelişmesi için öncü bir rol oynar.
Bu anlamıyla da bilim daima bir güç kaynağı oldu. Bundan dolayı akademik özgürlük ve bilim, devletler tarafından zaman zaman tehlikeli göründü.
YÖK, üniversiteler, tasfiyeler
Üniversite özerkliğinin kurumsallaşması önünde büyük bir engel oluşturan 2547 sayılı Yükseköğretim (YÖK) Yasası 1982'de askeri rejim ürünü olarak yürürlüğe girdi.
Parlamentonun, sendikaların, derneklerin kapatıldığı, tüm muhalefetin susturularak neo-liberal ekonomi politikaları benimsenerek dünya ekonomik sistemine entegre olunmaya çalışıldığı bu dönemde, üniversitelerde çeşitli muhalif seslerin çıkıyor olması ve bu sisteme yapılan eleştireler, üniversitelerin denetim altına alınmasını gerektirmekteydi.
Bu anlayışa uygun merkeziyetçi ve otoriter bir devlet sisteminin bir uzantısı olarak YÖK; 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra üniversitelerde, başta bilimsel özgürlük olmak üzere “Özerk Demokratik Üniversite” kavramını yok etmeyi amaçladı.
Bireysel kimlik ve farklılıkların bu devlet ideolojisi içinde eritilmesiyle ortaya çıkan cemaat tipi yapılanmalar; özgür düşünceli, eleştiren, sorgulayan bireyler yerine itaat eden bireyler yaratılmak istendi. Böyle bir ortamda 1982 yılında çıkarılan YÖK yasası ile üniversitenin baskı ve denetim altına alınması hiç de tesadüfi değildir. Üniversite bir üst yapı kurumudur. Dolayısıyla siyaset, dolaylı ve dolaysız yönlerden üniversiteyi kontrol altına almayı hedefledi.
1980 darbesi sonucu 1402 sayılı kanunun gerekçelerini öne sürerek görevden uzaklaştırılan 71 üniversite personelini, aynı dönem tepki olarak istifa eden çok sayıda öğretim üyesi ile büyük bir akademik kayıp dönemi izledi.
Ayrıca üniversite öğrencilerine yönelik soruşturmalar, idari cezalar ve tutuklamalar arttı, giderek derinleşen bir baskı ortamı yaratıldı. Ayrıca tabandan yukarı doğru kurullar aracılığıyla gelişen bir yönetim sistemi yerine üstten atamalı bir sistem öngörüldü.
Sonraki yıllarda her siyasi parti YÖK’ü kaldırma vaadiyle iktidara gelmiş olmasına rağmen üniversite eğitimini denetleme girişimleri giderek arttı. Yani, yeni bir devlet yapılanması ile birlikte üniversitelerin kurumsal yapısındaki sistematik değişime uygun insan gücü yetiştirmek hedeflendi.
2. 2000’lerde üniversiteler
2002 yılında AKP, tek başına iktidar olduğunda YÖK’ü kaldırmayı ve demokratik-özerk bir üniversite hedefi ile yeni bir yasa çıkarmayı vaat etti. Nitekim! kendisinden farklı bir siyasi görüşte olan Cumhurbaşkanı ve YÖK Başkanının olduğu ilk dönemde değişime açık bir görünüm sundu.
Dönemin ilk Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu ve daha sonra Hüseyin Çelik ile başlayan “Acil Eylem Planı” şiarı ile YÖK yasasını değiştirme konusunda yasa teklifinde bulunuldu.
Zaman içerisinde üniversite rektörlerine suç yaratarak onların tutuklanmasına bile şahit olundu (Van 100.Yıl Üniversitesi örneğinde olduğu gibi). 28 Şubat döneminden sonra da birçok rektörün görevden alınması ve tutuklanması süreci başlatıldı.
Daha sonra YÖK’e atanan Yusuf Ziya Özcan ve Gökhan Çetinsaya ile bu gidiş devam etti. Dört yasa tasarısı üzerinde çalışmalar yaptılar. Ancak hiçbirisi yasalaşamadı ve demokratik üniversite açısından ileri bir adım da atılmadı.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in dönemi bitimi sonrası siyasi irade kendi içinden bir cumhurbaşkanını seçti. Böylece Abdullah Gül dönemi başlamış oldu.
Rektör atamalarından rahatsızlığını belirtmesine rağmen Gül de, diğerleri gibi geleneği sürdürdü ve kendi siyasi görüşlerini benimseyen adayları sıralamaya bakılmaksızın rektör olarak atamaya devam etti.
Bu arada AKP iktidarı, küresel sermaye ile iç sermayenin bütünleşmesi aşamasında hiçbir üniversiter kritere bakmaksızın, bilinçli olarak birçok ilde yeni üniversiteler açmaya başladı. Gül, yeni açılan üniversitelere bir taraftan dönemin ideolojisini benimsemiş rektörleri atarken diğer yandan da Sezer döneminde atanıp süresi dolan rektörlerin yerine bilim/ liyakata bakılmaksızın yine ideolojik rektörleri atayarak üniversiteleri ve dolayısıyla da Üniversitelerarası Kurul’u (ÜAK) kendi siyasi ideolojileri doğrultusunda biçimlendirmiş oluyordu.
Diğer taraftan da Erdoğan Teziç sonrası YÖK’e Yusuf Ziya Özcan ve Gökhan Çetinsaya istenileni veremedi. Sonrasında kendi siyasi/dini ideolojilerine en uygun Yekta Saraç’ı Başkan ve ona uygun YÖK üyelerini de atayarak “Yeni! YÖK’ü” oluşturdular.
AKP ilk dönemlerinde, üniversite içinde türban-siyaset çıkmazına itildi ve dini teamülü gereği başörtüsü takanlar ile siyaseten türban/başörtüsü takanların talepleri birleşerek sorunu büyüttü. Sorunu çözümsüz hale getiren siyasiler, bu başarısızlığının bedelini üniversitelere ödetmeye çalıştılar.
Cumhurbaşkanı, hükümet ve YÖK arasında yaşanan birliktelik ile rektörler ve dolayısıyla üniversite üzerinde artan baskılar, üniversitelerin ve bilimsel faaliyetin özgürleşmesi ve daha da nitelikli bir hale gelmesi değil, üniversitelerdeki iktidarın paylaşım mücadelesi biçiminde gerçekleşmeye başladı.
AKP iktidarının üniversitelere özgürlükten sadece “türbana özgürlük” anladığı üniversitelerde türban serbestisi gerçekleştirildikten sonra özgürlük söylemlerinin tamamıyla rafa kaldırılmasıyla ortaya çıktı. Böylece üniversiteler üzerindeki baskılar ve yasaklar iyice artmaya başladı.
3. Son yıllarda üniversitelerin durumu
Rektör seçimleri Cumhurbaşkanının talimatı ile kaldırıldı ve Rektör atama yetkisi Cumhurbaşkanına verildi. Böylece tam bir keyfiyet dönemi başlatıldı, hatta cumhurbaşkanının yandaş rektörleri atayabilmesi amacı ile “rektör olarak atanmak için üç yıllık profesör olmak” şartını içeren madde üç gün için keyfi olarak değiştirildi. Atama yapıldıktan sonra yasa tekrar eski haline getirildi.
- Son verilere göre (2020) Türkiye’de Üniversite sayısı, Devlet Üniversitesi 129, Vakıf Üniversitesi 73 (geçen yıl 75 olan sayı 73’e düştü) ve Vakıf Meslek Yüksek Okulu beş olmak üzere toplam 207’dir. Öğretim elemanı sayısı 166 bin 225'e yükseldi ve 28 bin 572 profesör, 16 bin 705’i doçent, 41 bin 8162’si doktor öğretim üyesi varken 37 bin 697si öğretim görevlisi, 50 bin 844'ü araştırma görevlisi üniversitelerde çalışıyor.
7 Mayıs 2020 itibari ile toplam öğretim elemanı sayısı 174 bin 980'dir. Plansız programsız, hiçbir üniversiter kriterlere uyulmadan üniversite sayılarının arttırılması, öğrenci sayılarının yine keyfiyete göre arttırılması ancak profesör ve doçent sayılarının öğrenci sayıları artış oranı ile aynı oranda olmayışı, üniversitelerdeki bu profesör ve doçent açığının, daha çok doktor öğretim üyesi ve öğretim görevlileri ile karşılanması eğitimin niteliğinin düşmesi sonucunu yarattı. Nitelikli, özgün bilimsel araştırmalarda da geriye gidiş hızlandı.
- Ocak 2020 itibariyle yükseköğretimdeki öğrenci sayısı, açık öğretim fakültesi dahil 8 milyon 76 bin 615'e ulaştı ve YÖK başkanı ve AKP Avrupa’da öğrenci sayıları açısından ilk sıradayız diye övündüler. Öğrencilerden 7 milyon 445 bin 530’u devlet, 619 bin 793’ü vakıf üniversitelerinde öğrenimine devam ediyor.
- Yükseköğretim bütçesine baktığımızda; 2002 yılında 2 milyar 495 milyon 967 bin 700 TL. iken, 2020'de üniversiteler için 36,1 milyar TL. olarak öngörüldü. Üniversitelerin Gayri Safi Yurtiçi Hasıladan 2002’de aldığı pay 0.94 iken bu oran 2020 yılında yüzde 0,99 oldu.
- URAP verilerine göre; üniversitelerde öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayıları aralığı 17.79 ile (ki en çok beş üniversite bu oranı yakalamış) 394.00 arasındadır. Bu veriler ışığında, bu kurumların çoğunun üniversite olduğunu söylemek mümkün değildir. Gelinen nokta bu kurumlar üniversite değil devletin siyaseten oluşturduğu devlet kurumları olduğu gerçeğidir. Kıyaslama için başka ülkelerden bir kaç örnek verelim: Almanya’da öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı 12, Fransa’da 16, Birleşik Krallık’ta 16, İtalya’da 20, İspanya’da 12, Portekiz’de 14, Avusturya’da 14, Macaristan’da 14, Bulgaristan'da 12’dir . ABD’de öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı 16'dır.
- 2020 dünya üniversiteleri sıralamasında 34 Türkiye üniversitesi yer aldı. Ancak THE editörlerinin de dikkat çektiği gibi bu yıl listeye yeni girişlerin çoğu1000’den sonradır. İlk 500 içinde ancak iki üniversite yer alıyor. İlk bin içinde yer alan 11 üniversiteden beşi vakıf üniversitesidir. 23 üniversitenin sıralaması ise binden sonra yer alıyor. THE “atıflara” da dikkat çekiyor ki esas önemli olan atıflardır ve Türkiye üniversitelerinin yayınlarına yapılan atıfların etki değerinin olmadığını söylemeleri üniversitelerin bilimsel yayınlarının etki gücü yüksek nitelikli dergilerde yayınlanmadığının gerçeğidir . Ayrıca En vahim olan durum Webometrics’in intihal nedeni ile Türkiye üniversitelerini sıralamadan çıkardığını duyurması oldu.
Üniversite indekslerinde Türkiye’den beş on üniversitenin ilk 500’e girebildiği dönemlerden ilk 500’e iki üniversitenin girebildiği dönemlere gelinmesi üniversitelerimizde niteliğin giderek nasıl düştüğünün bir diğer göstergesidir. Ayrıca ilk 500’de, iyi üniversitelere erişim konusunda Türkiye’nin 50 ülke arasında 43. sırada yer alması da yine acı bir tablo olarak karşımıza çıktı. Türkiye akademisinin şaibeli/sahte yayınlar alanında dünya üçüncülüğünü kazanmış olması, başlı başına bir utanç nedenidir.
-Yine son dönemde Cumhurbaşkanı talimatı ile üniversiteler açıldı. Üniversitelerin ismi keyfi biçimde değiştirildi, üniversiteler keyfi biçimde bölündü (İstanbul Üniversitesi örneği).
- Cumhurbaşkanının talimatı doğrultusunda yardımcı doçentlik kadrosu kaldırıldı. Öğretim üyesi statüsündeki bu değişiklik sadece adının değiştirilmesi değil öğretim üyesi sayısını nicelik olarak arttırmak oldu ve doktor öğretim üyesi statüsü getirildi. Yapılan bu düzenleme ile doktoralı öğretim elemanları hiçbir kritere bakılmaksızın bir gecede öğretim üyesi oldu ve öğretim üyesi sayısı da böylece arttırıldı.
- Bu dönemde gerek öğrenci sınavları gerekse akademisyenler için gerekli yabancı dil sınavlarında KPSS, YDS, TOEFL ve ÖSYM sınav hırsızlıkları olağanüstü boyutlara ulaştı. Geçen yıllarda ÜAK tarafından oluşturulan Komisyon 30 bin öğretim üyesinin yabancı dil sınav hırsızlığı dosyalarını incelemeye alsa da bu komisyon çalışmaları sonuçsuz kaldı ve daha sonra rafa kaldırıldı.
- Akademik yükseltme kriterlerinde sürekli yasal değişiklikler yapılarak nitelik düşürüldü. Akademik yükseltmelerdeki sözlü sınavlar kaldırıldı, akademyada yükseltmelerde çok önemli olan yabancı dil sınavı puanları düşürüldü, adrese teslim akademik ilanlar yapıldı ve düzmece dergilerde yayınlanan makaleler, araştırma ve konunun verilerek para karşılığında tez yazma şirketlerinin yazdığı makaleler artarken, yine para karşılığı düzmece dergilerde yayınlanan makaleler, düzmece kongre ve konferanslarda verilen bildiriler ile doçentlikler ve profesörlükler adeta dağıtıldı (Bakınız: Güven Plus AŞ.ye bağlı Bilim ve Akad. Der. Şimdi dernek feshedildi).
- Hükümetin talimatları ile bazı konferanslar iptal edildi.
- TÜBİTAK [Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu] ve TÜBA[Türkiye Bilimler Akademisi] hükümetin siyasi bir alanı haline getirildi. Bu kurumdan ayrılan nitelikli bilim insanları bağımsız olarak “Bilim Akademisi” adı altında örgütlendi.
- Hükümetçe, üniversitelerin araştırma bütçelerine ve döner sermayeden araştırma fonuna aktarılan paylara zaman zaman el konuldu, bilimin önüne adeta bir set çekildi.
- Öğrenci harçları sürekli arttırıldı (her yıl en az %5 zam yapıldı) ancak baskılar sonrası harçlar, bazı istisnalar dışı kaldırıldı ancak yasal prosedüre bağlanamadı. Öğrencilerimizin barınma, beslenme, burs ve sosyal yaşamında ilerleme olmadığı gibi özellikle sol ve demokrat öğrencilerin her alanda özgürlükleri engellendi, fişlenmeler arttırıldı ve haklarında soruşturmalar açıldı. Öğrencilerin örgütlenmelerinin önü kapandı ve düşüncelerini özgürce ifade edebilecekleri alanlar ortadan kaldırıldı. Üniversitelerde özel güvenlik birimleri oluşturuldu, üniversiteler güvenlikçi politikalar sonucu sivil/resmi polisin çalışma alanı haline getirildi.
- Tutuklu öğrenci sayısı binlerle ifade ediliyor (bu konuda doğru bilgilere ulaşılamamaktadır). Mahpus öğrenciler son çıkarılan İnfaz Yasası'ndan da yararlandırılmadılar ve eğitim/öğrenim hakları da engellenmedi.
- Devlet bütçesinden üniversitelere ayrılan pay, diyanet işleri ve savunma harcamalarının çok gerisine düşürüldü. Devlet üniversitelerinden de neo-liberal politikaların bir yansıması olarak, girişimci olmaları ve kendi kaynaklarını yaratmaları istendi.
- Kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) üniversitelerde siyaseten tasfiyeler ile 7 bine yakın öğretim elemanın keyfi, hukuksuz bir biçimde üniversiteler ile ilişiği kesildi. Barış Akademisyenleri de yine talimatlar sonucu üniversitelerden uzaklaştırılmakla kalmadı, birçoğu yargılandı, hatta bazıları da cezaevlerine gönderildi.
- KHK ile bir günde hukuksuz biçimde 15 üniversite kapatıldı ve binalarına el konuldu. Ayrıca bu üniversitelerdeki öğretim elemanları, çalışanlar sorgulama yapılmadan hukuka aykırı olarak KHK ile tasfiye edildi.
- COVİD-19 pandemisini fırsata çevirerek Yükseköğretim Yasası’nda en son yapılan değişikliklerin içindeki disiplin cezalarındaki düzenlemelerle üniversiteler artık iyice siyasetin ve dini vesayetin baskısı altına, yasakçı zihniyetin insafına bırakıldı.
Akademik özgürlükler ve üniversite özerkliği kavramlarına ağır bir siyasi darbe oluşturdu. Hatta Covid-19 ile ilgili yapılacak bilimsel araştırmalar Sağlık Bakanlığı iznine tabii olmasıyla bilimsel özgürlük ortadan kaldırıldı. Salgın bahanesi ile özellikle başta vakıf üniversiteleri olmak üzere devlet üniversitelerinde uygulanan uzaktan eğitim eşitlik ilkelerine ve akademik özgürlüklere darbe niteliğinde bir fırsatçılığa döndü.
- 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası OHAL ilanı ile üniversitelerin bu olumsuzluğu zarar görmeden, hukukun üstünlüğü ve demokrasi ile aşması mümkün ol(a)madı.
AKP iktidarı ve Cumhurbaşkanı OHAL ile üniversitelerin zapturapt altına alınması konusunda, askeri darbelerde dahi örneği olmayan antidemokratik uygulamaları hayata geçirdi.
Son aylarda doçentlik sınav sistemleri değişikliği, üniversiteye giriş sınavları, rektör atamaları, üniversitelerin bölünmesi yukardan verilen talimatlara göre YÖK tarafından hazırlanan yasal düzenlemelerle meclisten geçirilerek yasallaşmaları sağlandı. Böylece üniversitenin olmazsa olmazı olan akademik özgürlük ağır bir darbe aldı.
- Doçentlik yabancı dil sınavı ile ilgili sahteciliği; Yabancı dil sahteciliği yapan özel dershanenin adı da verilerek bu konunun YÖK tarafından soruşturulması ve hukuki süreci başlatılması istenildiği halde görmezlikten ve duymazlıktan gelindi (UNİVDER’in YÖK, ÜAK’a resmi başvuruları oldu). Üstelik akademik yükseltmelerde yabancı dil sınav puanının düşürülmesi, intihal olaylarının üzerine gidilmemesi yönündeki bu tercihler, üniversiteleri liyakat/bilim/akademik olarak yeterli olmaktan uzaklaştırdı.
- Türkiye'nin son yıllarda bilimsel yayınlarda intihal olaylarının artışı ile birlikte para karşılığı, şaibeli, sahte ve fake dergilerde en çok yayın yapan Hindistan ve Nijerya’dan sonra 3. ülke konumuna gelmesi Türkiye üniversitelerinin çöküşüdür.
Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüzde 34’ünde “ağır intihal” saptandığını yani bilimsel hırsızlık yapıldığını ortaya koydu. Vakıf Üniversitelerinde intihal oranının yüzde 46 seviyesinde, kamu üniversitelerinde ise bu oranın yüzde 31 olduğunu belirten bu çalışma ülke biliminin geldiği durumu açıkça ortaya koyuyor.
Bilimsel çalışmaların “orjinal” olup olmadığını gösteren benzerlik indeksinde de dünya ortalaması yüzde 15 iken Türkiye’de bu oranın yüzde 28.5 olduğu da belirtildi.
Türkiye’de Akademik Yazının Durumu’ başlıklı bir araştırmada 2007-2016 yılları arasında sosyal bilimler ve eğitim alanlarında yazılan 600 yüksek lisans ve doktora tezini incelendiği ve bunların 207’sinde ‘intihal’ tespit edildiği bildirilmiştir. Bu intihallerin 477’si devlet, 123’ü vakıf olmak üzere Türkiye’deki hemen hemen bütün üniversitelerdeki tezlerden bir veya birkaçının intihal olduğunu belirtiliyor. Buna göre doktora tezlerinin yüzde 26’sında, yüksek lisans tezlerinin ise yüzde 36’sında açık intihal söz konusu olduğu gözlenmiştir. Bu durum, üniversitelerdeki bilimsel yayınlarla ilgili tartışmaları da beraberinde getiriyor ve son yıllarda iyice arttığı biliniyor.
- 1128 bilim insanın imzalamış olduğu “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye karşı Cumhurbaşkanının, Yüksek Öğretim Kurumunun ve birçok rektörün gösterdiği tepki üniversitede siyasi tasfiyeye dönüştü. Akademisyenlerin ülke sorunlarıyla ilgili ifade ettikleri görüşler her zaman tartışmaya açıktır, doğal olarak eleştirilebilir ve de eleştirilmelidir. Ancak bu görüşlerin ifade edilmesini yasaklamaya ve cezalandırmaya yönelik girişimler, ifade özgürlüğüne ağır bir darbe oluşturur. İfade özgürlüğü, en aykırı, kimimize en ters gelecek fikirlerin de ifadesini kapsar, hatta özellikle de bunları kapsamalıdır. Üniversitenin yani akademisyenlerin bu tavrı evrensel kriterlerdir, ilkeseldir. İşte bu anlayış sonucu:
- BAK [Barış Akademisyenleri] imza metnini imzalamış akademisyenlerle ilgili tasfiyelerin siyasi bir uygulama olduğunu, soruşturmaların haksız ve hiçbir hukuki zemine dayanmadığını vurgulayan Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, üniversitede olmazsa olmaz olan düşüncenin özgürce ifadesini teyit etmiş oldu.
Üniversitelerce imzacı akademisyenler, sürekli itibarsızlaştırılmak istendi. Bu akademisyenler, ulusal ve uluslararası birçok demokratik kitle örgütü ve dünyanın önde gelen birçok üniversite ve bilim kuruluşlarınca desteklendi ve bu destekler halen de devam ediyor. Ancak gerek Cumhurbaşkanı gerek YÖK ve rektörlerin bazıları keyfi ve hukuk dışı uygulamaların yapılmasını maalesef destekledi ve sürdürmeye de devam etti. Tasfiye edilen akademisyenlerin işlerine geri dönmelerini engelleyenler hukuka aykırı davranıyor ve görevlerini kötüye kullanmakta ısrarcı olmalarındaki gücü merkezi ve otoriter rejimden alıyorlar. Biran önce bu hukuk dışı davranıştan vazgeçmeleri ve barış akademisyenlerin üniversitelere işlerine geri dönmeleri sağlanmalıdır.
- Tutuklu öğrencilerin eğitim hakları engelleniyor. Onbinlerce tutuklu öğrenci olduğu söyleniyor. Disiplin yönetmeliği'nin demokratik üniversite özerkliği, akademik/ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Tutuklu yargılanan öğrencilerin serbest bırakılması, tutuksuz yargılanmaları demokrasi ve hukukun üstünlüğü açısından önemlidir. Üniversite gibi özgürlüğün vazgeçilmez olduğu kurumlarda güvenlikçiler; öğrencilerin düşüncelerini özgürce ifade etmesinin önünde engel teşkil etmektedirler ve yukardan talimat ile şiddete başvurmakta ve şiddeti körüklemektedirler. Birçok eylem bu yüzden tırmanıyor. Üniversitelerde bu gibi konular iyi değerlendirilmemiş adeta kendi siyasi görüşünde olmayan öğrencilere yönelik yaşam ve eğitim hakkı engellenmiştir.
- AKP iktidarı tarafından 1 Eylül’de gece yarısı çıkarılan OHAL KHK’si ile 15 bin civarında ÖYP’li [Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı] araştırma görevlisi, ‘güvencesizlik’ anlamına gelen 50/d kadrosuna geçirildi ve ardında çıkarılan bir yasa ile de 50/d’lilere 33/a kadroları tahsis edilmesinin yolu açıldı.
Yeni değişiklik ile de bu belirsizlik aynen devam ediyor. Üniversiteler ve özellikle genç akademisyenler üzerindeki bu belirsizlikler, nitelikli insan gücünün üniversitelerden uzaklaşmasına neden oldu. Şimdilerde güvenceli kadroya yandaş akademisyenlerin atanmasının önü daha da fazla açıldı.
4. Sonuç olarak
İktidarın, 2002’den bugüne değin üniversite üzerindeki siyasi/dini yapılanmasını güvenlikçi/yasakçı politikalarını, siyasi tasfiyelerini bilinçli, programlı, keyfi ve fırsatçı bir yaklaşım ile sürdürmüş olduğu açıkça görülüyor.
İlk fırsatçılığı; başörtüsü/din ekseninde olmuştu.
İkinci fırsatçılığı; 28 Şubat post modern darbe mağduriyeti üzerinden gerçekleştirdi.
Üçüncü ve en önemli fırsatçılığı; FETÖ/darbe olayı ve bu süreçte KHK’lar ile üniversiteyi adeta kendi siyaset/din eksenine sokmada büyük bir ilerleme kaydetmiş olduğu gözlendi.
Dördüncü fırsatçılığı; Partili cumhurbaşkanı sistemi sonucu tüm yetkilerin bir tek kişide toplanması, TBMM’nin,YÖK’ün,ÜAK’ın Üniversitelerin devre dışı bırakılması sonucu üniversitelerin siyasi/ideolojik olarak değişim (örneğin; ideolojiye uygun yukardan rektör atamaları, akademik yükseltmeler bilim ve liyakata dayalı değil yandaş ve sistem savunucusu olmasına bağlanması, üniversitelerin bölünmesi, intihaller, mobbing olayları, baskılar, tasfiyeler vb..) sürecini hızlandırdı. Akademik üretimin niteliği ve gücü özgür ortamlardır, yani bilimsel, akademik özgürlükten alır. Ancak bu süreçte bazı öğretim üyeleri derslerinin içeriğinden dolayı soruşturma geçirdi. Üniversiteden uzaklaştırıldı ve akademik özgürlük yok sayıldı.
Beşinci fırsatçılığı ise bugünlerde tüm dünyayı ve ülkemizi etkileyen COVİD-19 pandemisi; toplumun her bireyinin çok ciddi sağlık ile ilgili sorunları ve endişeleri varken bir gece ansızın YÖK yasasında yapılan yasakçı düzenlemeler ile akademik özgürlükler yok sayılarak artık evrensel üniversite kriterleri tamamen askıya alınmış durumdadır. Salgın sürecindeki on-line eşit eğitim hakkını yok saymış akademik özgürlükleri ve üniversiter yapıyı zedelemiştir.
AKP iktidarı, yukarıda kısaca sıralanan belli başlı olumsuzlukları, hayata geçirdiği antidemokratik süreçleri ve her dönemdeki fırsatçı yaklaşımı ile üniversitelerdeki bu olumsuz gidişi 16 yıl içinde gerçekleştirdi.
Bu kadar kısa bir sürede gerçekleştirilen üniversite sayısındaki ve öğrenci sayısındaki hızlı artış, her türlü fırsatçı yaklaşımı kullanması ile akademik yükseltmelerde bilim/liyakat, akademik etik ve değerlerin yok edilmesi sonucu akademik niteliğin de hızla değer kaybetmiş olduğunu görmekteyiz.
Dünya nitelikli üniversite sıralamasında gelinen durum ve nitelikli üniversitelere erişim konusunda Türkiye’nin 50 ülke arasında 43. sırada yer alması tarif edilemez bir başarısızlıktır. 2020 THE verilerine göre dünya sıralamasındaki yerimizin gerilemesinde etki gücü yüksek nitelikli bilimsel dergilerde yayın ve atıf yetersizliğinin belirtilmesi ve en son webometrics’in intihalden dolayı Türkiye üniversitelerini sıralamadan çıkardığını duyurması üniversitelerin hızlı çöküşünün göstergesi.
AKP, üniversitelerde öğretim üyesi açığını gidermek için özellikle devlet üniversitelerinin birçoğunu bugünkü niteliğe/kritere bakılmaksızın siyasi ideolojiye uygun öğretim görevlileri ile doldurdu ve eğitim/öğretim yükü bu kadrolara bırakıldı.
Böylece eğitim/öğretim niteliği giderek düştü. En son çıkarılan yasa ile öğretim görevlisi için kriter getirilse de eğitim/öğretim gücünün öğretim görevlilerinde olması nedeni ile üniversitede eğitimin niteliğinin yükselmesini beklemek hayaldir ve sistem değişmedikçe köklü bir reform gerçekleşmediği sürece mümkün gözükmüyor.
Hükümetin ve YÖK’ün demokratik yolları hiçe sayarak Cumhurbaşkanının talimatları doğrultusunda gerçekleştirilen uygulamalar sonucu, üniversitelerde özerklik ve demokrasi tamamıyla ortadan kaldırıldı.
Üniversitelerin olmazsa olmazı olan akademik özgürlük ve düşüncelerin özgürce ifade edilebilmesi, son disiplin yönetmeliğindeki değişikler ile tepeden atanmış yandaş yöneticilerin keyfiyetine bırakıldı.
Bu durum hiçbir yönü ile kabul edilebilir değildir. Artık evrensel üniversiter kriterleri uygulama gayreti içinde olan ve Dünya Üniversite sıralamalarında yer alabilen beş on üniversite dışında diğer kurumlara üniversite demek mümkün değildir.
Kurulduğu 1989'dan bugüne değin üyesi olduğum yönetim kurulu üyeliği ve en son başkanlığını da yaptığım ÜNİVDER [Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği] ilk yıllardan bugüne değin demokratik özerk bir üniversite talebini sürdürdü, akademik özgürlük ve ifade özgürlüğünün üniversitelerin vazgeçilmez temel ilkeleri olduğu gereği ile tüm bu olumsuzluklara karşı çıktı, hatta son yıllarda üniversiteler arasında farklılıkları da oluşturabilecek bir çerçeve yasa tasarısı da hazırlayarak iktidara sundu.
Ancak AKP iktidarı, her zaman olduğu gibi, kendi siyaseti doğrultusunda bildiğini uygulamaktan vazgeçmedi. Her olağanüstü durumu fırsatçılığa çevirme mahareti sonucu üniversiteleri siyasi/dini vesayeti altına alma becerisini gösterdi. Bahsedilen tüm bu süreçler, kaçınılmaz bir kader sonucu değil, politik mücadeleler ve iradi müdahaleler sonucunda ortaya çıktı. Bu nedenle, değiştirilebilir niteliktedirler.
AKP döneminde yasa ve yönetmeliklerde yapılan değişikliklere baktığımızda, üniversite özerkliğinin kırıntısının dahi kalmadığını, üniversitelerin tepeden tırnağa zapturapt altına alındığını söylemek mümkün. Üniversitelerdeki bu hızlı değişim, hukuka dayalı olmayan soruşturmalarla, ihraçlarla, baskıcı disiplin yönetmelikleri ile evrensel üniversiter değerlerin yok edilmesi ile sağlandı.
Ancak AKP üniversite üzerindeki en önemli fırsatçılığını OHAL ile birlikte KHK'lar ile hızlandırdı. Böylece Üniversiteleri özgür düşüncenin ve bilimin/liyakatın nitelikli insan gücünün olduğu evrensel nitelikli kurumlar değil, vasatlığın, dogmanın, intihalin, baskının, yasakçı zihniyetin hakim olduğu siyasi/ideolojik bir kurum haline dönüştürdü.
Bizler yıllarca YÖK sistemi değişmedikçe bu sistem devam edecektir derken şimdilerde bu sistem değişmeden, ülkede demokratik, eşitlikçi, ekolojik değerleri içeren sivil bir Anayasa ve buna bağlı Laik Demokratik halkların eşitliğine dayalı bir ulus devletinin inşası gerçekleşmeden, TBMM’nin yani halkın gücüne dayalı bir sistem oluşmadan, üniversitelerin Dünya Evrensel Üniversite yapısına evrilmesinin de söz konusu olamayacağı görüşündeyiz. (TY/EMK)