İnsan bir imtihan salonunda beklerken heyecanın ayaklarının üşümesi demek olduğunu öğrenir. Ve bu ülkede pek çok çocuk duvardaki Atatürk'ten başka kimseyi tanımadığı kamusal sınıflarda yalnızlık ve devletle tanışır.
Bu karşılaşmanın bir çocuğun ruhundaki tesiri sıradanlığının soğuğu ile ilk kez yüzleştiği yer olan okuldakinden farklıdır. Çünkü burada çocuk önceden bildiği öğretmen, müdür gibi somut otorite simgelerine benzemeyen soyut bir devlet hissiyatı ile baş başadır.
Kendisini sınav salonundaki görevli üzerinden ifade eden bu görünmez gücün neşesiz, öfkesiz, sevgisiz ve herkese eşit mesafede duran tavrı çocuğun aşina olmadığı bir muameledir. Orada gerçekten kimsenin kimseden farkı yoktur.
Devlet çocukları sıranın üzerine koydukları nüfus kâğıtlarından tanımaktadır. Eşitliğin getirdiği bu yalnızlık çocuğu, ailenin ve okulun içindeki, ayrıcalıklı ve kalabalık yaşantısından farklı oluşuyla ürkütür.
O bakımdan çocuk kaderini kendi eline aldığının bilinci ile yaşadığı bu zaman diliminde gündelik hayatının dışında, olağanüstü bir yerde olmanın heyecanı içindedir. Onun bu tatsız mecburiyetin üstesinden gelebilmesi ancak sınava hazırlanmasına ilişkin özgüveniyle mümkündür.
Sahi o sırada devlet nerededir? Devlet çocuğun bu güven duygusunun garantörüdür. Onun görünmez varlığı o sınavın adaletinin tesisindedir. Tarafsız bir otorite olarak kuralların sorgulanmazlığını sınava girenlere hissettirmesi bunun içindir. Yani çocuk dersine çalışacak, devlet de onu çalışmasının karşılığını görebileceği adil şartlar altında sınayacaktır. Anlaşma budur.
Sınavdaki başarı için varlarını yoklarını harcamaya hazır veliler çocuklarını bu kahredici yarışa mecburiyetleri yüzünden değil, kaderi değiştirmenin böyle mümkün olduğuna olan inançları sayesinde sokmaktadır.
Fakir ya da zengin, şehirli ya da köylü, dindar veya laik, sınav karşısında herkesin eşit olduğu kabulü insanların içinde hayatın değiştirilebilir olduğuna dair ümidin yaşamasını sağlamaktadır. İnsanların yaşamlarını alt üst eden bu ezaya katlanmaları işte bu basit antlaşmaya duydukları güven neticesindedir.
Sınav öncesinde çocuklara zihinleri açılsın diye verilen akide şekeri tıpkı ismini aldığı yeniçeri törenlerinde olduğu gibi, insanların düzene bağlılığına işarettir. Alınan bu tedbirin naifliği insanların sınav karşısındaki çaresizliğini çok iyi göstermektedir. Akıllara bundan başka bir medet imkânı ya da yol gelmemektedir. Çünkü yapacak bir şey yoktur. Sınavın kadiri mutlaktır.
Devletin adaletine olan teslimiyet kendisini akide şekeri ile simgeleştirmektedir. Avucunda şeker, elinde su ile yüzü bembeyaz olmuş çocuğunu sınava uğurlayan bir veli, onun ardından yalnızca dua edebilmektedir. Sistem, bütün çarpıklığına rağmen yine de yürümesini işte bu sorgulanamaz kader duygusunu insanlarda yaratmasına borçludur.
Ancak bugün öyle anlaşılıyor ki, kopya, şifre gibi skandallar yüzünden akidenin çatladığı yere gelmiş durumdayız. Bu duyumların gerçek olup olmaması bir yana, sadece tartışılıyor olmaları bile bir inancın çökmesine yeterlidir.
Çünkü bir çocuğun artık sınav salonunun kasvetli tedirginliğine kendi çalışmasına olan güveni ile katlanması mümkün değildir. Zira sınav ve şüphe artık onun için hiç bitmeyecektir. İmtihanın sona erdiği ve omuzlarından yükün kalktığı o anın rahatlığı çocuğun elinden alınmıştır.
Artık bu ülkede ''Sınavın nasıl geçti?'' sorusu boşa çıkmıştır. Çünkü bundan sonra herkes salt kendi performansını değerlendirmesinin sonucu tahmin etmeye yetmeyeceğini bilecektir. Bu güvensizlik hissi giderek büyüyecek, insanların kaderlerini değiştirebileceklerine ilişkin karamsarlıkları artacaktır. Çünkü adalet duygusunun yitirildiği yerde onu ikame edecek başka bir duygu yoktur.
''Tevhid-i tedrisat'' diye bas bas bağıranların okulların arasındaki eğitim ve kalite farklılıklarını hiç dert edinmediği bu ülkede, çocukların dershaneler, özel hocalar gibi karaborsacıların eline terk edilmesiyle yaşanan bu kirli yarışın nihayet finali de kirlenmiştir.
Artık ne yol, ne de hedef meşrudur. Ülkede yaşanan tahripkâr kavga en sonunda gelip çocuklara dayanmıştır. Artık bu ülkenin çocukları mutsuz bir evliliğin çocuklarıdır. Bu ülkede genç olmanın ağırlığı da, yoksul olmanın perişanlığı ya da kadın olmanın tedirginliği ile aynı saftaki yerini almaktadır. ''Ülkenin ezilenleri'' diye saydıklarımızın çeşitliliği giderek artmaktadır.
Devletin bir kavram olarak zihinlerdeki yerini boşaltması toplumdaki sarsıntının başlangıcıdır. Liberal politikalarla ekonomik hayatın içindeki varlığı giderek azalan devletin küçülmesinin ikinci aşamasının da kavramsal olacağı anlaşılıyor. Demek içimizdeki devletin de özelleşmesinin vakti gelmiştir.
Artık ceplerimizdeki kimlik kartlarının neye iyi geldiğini bilmiyoruz. Bugün devlet bizim hangi işimize yaramaktadır? Bu sorunun cevabı muğlâktır. Belki de verilebilecek en genel yanıtın ''güvenlik'' olması, bize meselenin vahametini anlatmalıdır. Bütün toplumsal yükümlülüklerinden sıyrılan devlet artık sadece bir güvenlik sağlayıcısı olarak tanımlanmakta, ancak bunu daha çok kendi güvenliğine olan hassasiyeti ile ortaya koymaktadır.
En önce ve tavizsiz bir biçimde, kendisini koruyan devletin ortaya çıkışıyla birlikte insanlar için adaletin, özgürlüğün ve eşitliğin kaybı başlamaktadır. Gerçeklerini elimizden aldığı kazanımların yerine göstergelerini inşa eden sistem bize neyi kaybettiğimizi de böylece unutturmaktadır.
Adalet devasa adalet saraylarıyla, özgürlük tüketim özgürlüğü ile eşitlik de seçim sistemi kandırmacılarıyla ikame edilmektedir.
Kuvözde bakılıp hastane faturasını kabartmak için bilerek erken doğurtulan bebekleri gördünüz mü? Hani hemşirelerin eğlenmek için yoğun bakımda makyaj yaptığı bebekleri?
Altınızdan yerin kaydığını hissediyor musunuz? Peki, kime güveneceğiz, doktora mı, hâkime mi, polise mi, askere mi? Hastaneye düştüğümüzde canımızdan, karakola düştüğümüzde akıbetimizden, sınava girdiğimizde istikbalimizden endişe ediyoruz. Diyelim ki yargıya, yasamaya ve yürütmeye güvenmeden yaşamayı öğrendik ama buna vatandaşlık diyebilir miyiz?
Belli ki, içinden geçtiğimiz kavganın tozu dumanı pek çoklarını yağmacı yapmaktadır. Bir geçiş döneminin şafağında fırsatçılara gün doğmaktadır. Mevcut olana sadakatin kalmaması ve kurulacak olanın belirsizliği arasında, bir kaos içinde yaşıyoruz.
Ancak bu ülkenin önceliklerini düşünmesinin vakti çoktan gelmiştir. Bir cumhuriyetin yanlış mitoslarını yıkmaya uğraşırken yerine yeni bir şey koyamadığımızı görmeliyiz.
Kendinden olmayana dönük bu hoyratlık geriye kimse için yaşanacak bir yer bırakmayacaktır. Devrilen her etik değerle açılan yoldan kar hırsı ve bencillik ilerlemektedir.
Çocukların heyecandan okul kapılarında bayıldıkları bir sınavda onların haklarını yiyebilecek denli nasıl canavarlaşabilinir?
Böyle bir şey olmadıysa, olmuş olacağını düşündürecek bir ortam nasıl inşa edilebilir? Ortaya çıkan skandal iddialarından sonra meşrebine göre taraf alanlara bakın. Önce yok diyenler, sonra var olduğuna ilişkin haberleri görmezden gelenler ya da tam tersi davrananlar.
Ne fark eder? Bu tartışmanın adabı kalmamıştır. Bir meselenin böyle konuşulduğu yerde hakikate ulaşmanın imkânı yoktur. Sırf bir kavganın şehvetiyle çocuklara yaşadığı ülkeye lanet okutmanın kimseye getireceği bir kazanç olamaz.
Doksan yıllık Cumhuriyet tarihinde neden hala bir sınav sistemi üzerinde uzlaşılamadığı sorusu yanıtsızdır. Atla deve midir, dünyadaki tek üniversite olan ülke Türkiye midir? Çocuklara yeni dertler yüklemeden önce, çıkıp bu sorununun yanıtını vermek gerekir.
Bizim hiç dur durağımız kalmamış anlaşılan. Yıkabiliyor olmanın cazibesine kapılmanın adı barbarlıktır. Cemaatin bir alternatif olarak nizamın karşısında dikilmesi bize bu çekişmenin insani gereksinimlerimizin üzerinde olduğunu düşündürmemelidir.
Sonuçta yenisi ya da eskisi, içinde yaşanacak her düzen adalete ve hak duygusunun işlerliğine muhtaçtır. Oyunun kuralı diye bir mefhumumuzun olmaması çok acıdır.
Ülkenin ezilenleri, bu kavganın çimenleri seçim yaklaşırken aklını başına toplamalıdır. Yaşadıklarımız gösteriyor ki, bir üçüncü yolun oluşturulması boynumuzun borcudur. Bir ülke böylesine bir hırsın keyfiyetine terk edilemez.
Demokrasinin ve refahın gündelik hayattaki karşılığı iktidarın ya da muhalefetin tarif ettiğinden çok farklıdır. Kurumlarına güvendiğimiz bir ülkede yaşamayı talep etmeliyiz. Kendi kavramlarımızın altını kendimizi doldurup onlar için mücadele etmeliyiz.
Menfaat kavgasının haklısı ya da haksızını değil kendisini reddetmeliyiz. Bugün sonuçlarını gördüğümüz kadrolaşmanın yani tek tip insan tipinde temerküz eden iktidarın karşısına ister badem bıyıklı isterse laik olsun sadece etik bir itiraz olarak dikilmemiz bunun için elzemdir.
Tekil olayların kargaşalarında taraf tutmaktansa her daim ezilenden yana değişmez bir tavrı öğrenmemiz gerekir. Çünkü ülkenin asıl kavgası iktidarların arasında değil muktedirlerle halk arasında yaşanandır. Bizim tek kaygımız değişimin halka ne getireceğine ilişkin olmalıdır.
Cambaza baktığımız kâfidir. (BB/EÖ)