Geç kaldık. Trafik berbat. Cumartesi akşamı, Bostancı’ya giden (ya da “inen”) yollar kilit. Bostancı Gösteri Merkezi’ne yaklaşınca taksiden inip, hallerinden tavırlarından süslerinden stillerinden Ajda’ya geldikleri belli diğer izleyicilerle beraber hızlı hızlı, bir moto-kuryeye falan ezilmemeye çalışarak yürüyoruz. 3500 kişilik salonun biletleri haftalar öncesinden satıldı, Pekkan kendi deyişiyle 4-5 yıl, belki daha fazladır buraya ilk kez geliyor. Bu işler heyecansız, hevessiz olmaz. Bizler de meraklı ve kıpır kıpırız elbette.
Çok uzun zamandır Ajda Pekkan’ı izlemeye gitmiyordum. Kendisini moda ikonundan moda gurusuna terfi ettirip, kafayı kılık kıyafetle, amatör terzilikle tekstille bozup, müziği ikinci plana attığını gizleme gereği duymayarak gözümüzün içine baka baka playback yaptığı konserlerden sonra, bir daha onun sahnede ağzını kıpırdatmasını ve dans etmeye çalışmasını izlemeye para verme gereğini hissetmemiştim.
Halbuki kendisini ilk kez Rumelihisarı’nda, 1998’de izlediğimde, nefesim kesilmiş, hayranlığım gökyüzüne çıkmış; şans eseri önde oturduğumuz için söylediği şarkılara eşlik etmemiz gözünden kaçmamış, bir ara yanımıza gelip (oldukça genç) yanaklarımızı okşayıp, “siz nereden biliyorsunuz bunları” diye sorduğunda cevap bile verememiş, küçük çapta bir atak geçirmiş, ancak ertesi sabah kendime gelmiştim.
Zaten o sene, şimdi dinlediğimizde çok kötü gelen, The Best of Ajda’yı yayınlamış, büyük sükse yapmış, Nilüfer’in 90’lar boyunca süren ezici üstünlüğüne nihayet bir çelme takabilmiş, uzun zaman sonra ilk kez dosta düşmana “süperstar formunda” dedirtebilmişti. Şarkılar, orkestra, kendi havası ve performansı tek kelimeyle kusursuzdu.
90’lar Ajda Pekkan için çok iyi başlamış, çok kötü geçmiş, çok da parlak bitmişti. 60’ların ne idüğü belirsiz genç kızı, 70’lerin kusursuz pop starı, 80’lerin kafası karışık hatta biraz “lost”, biraz arıza yıldızı, 90’larda da hem en yukarıyı hem de (belki en olmasa da) dibi görecekti tabi. 2000’lerde geri gelecek, 2010’ların ilk yarısında da gücünü koruyacak, son yıllarda bir kez daha hız kesecekti. İnsanız sonuçta.
Belki biz evet, ama konu Ajda Pekkan olunca, o kadar çabuk karar vermemek lazım. O gece Bostancı Gösteri Merkezi’nin her zamanki pespaye, havasız, taşralı ortamına can veren izleyicilerin konuşmalarından, hatta bakışlarından bile, olağan bir insanı değil, hatta bir süperstarı bile değil de olağanüstü bir varlığı, ya da adeta süper-insanı, izlemeye geldiklerini anlamak çok kolaydı.
Annemle yaşıt, ama bizimki yürüyemiyor bile diyen de vardı; büyük teyzemin arkadaşıymış, kendisi elbet şimdi bizi yukardan izliyordur diyen de; biz şimdiden çöktük, o nasıl hala böyle diye hayıflanan da. Ajda’ya bakan, ardından dönüp bir de kendine bakıyordu; belki de hep olduğu gibi.
Bu, olağan bir konsere gitme, müzik dinleme, hayran olunan şarkıcıyı olabildiğince yakından görme hevesinden çok başka bir hal, paylaşılan bir şaşkınlık, hayret gibiydi—ve aslında kıskançlıktan da öte: Zaten bunları yapamayacağına, ona mahsus olduğuna inanma hali. Sanki birisi çıkıp, “bu Ajda değil, dublörü” dese, herkes rahatlayacak, gizem çözülecek, sorgulama bitecek; vakitsiz yaşlanmışlar, hayata erkenden veda edenler ve ruhen bitikler, çökmüşler kazanacaktı.
Öyle olmadı. Herkes nihayet yerine yerleşip, BGM’nin artık kanıksanmış havasızlığında oksijensizliğe yeterince adapte olmuşken, 9 buçuğa doğru Ajda Pekkan, kendisini (kaçıncı kez) geri getiren Vitrin ile zımba gibi, fişek gibi, Sezen Aksu terminolojisi ile “dipçik gibi” sahnede belirdi.
Hikayenin devamı, sahnede kalınan 2 buçuk saat, çok daha iyi bir ikinci yarı kostümü, istek kıyametle gelinen biste söylenen 4 şarkıyla o geceye veda ve “2020’lerde görüşmek üzere” diye randevulaşmaktan oluşuyor. Aykut Gürel’in yönetimindeki muazzam orkestrası, renk sazları ve vokalleri, çok iyi seçilmiş (yine Gürel’in de katkısıyla) repertuvarı ile Ajda Pekkan, hiç playback falan da yapmaya tenezzül etmeden, muhteşem söyleyerek ve hatta hafif hafif dans edip, dozunda ve epeyce sevimli biçimde göbek de atarak, İstanbul yakasına muzafferane şekilde döndü.
Klişeleşmiş kopyala-yapıştır gazeteci tabiri ile “muhteşem bir gece yaşattı” ya da “fırtına gibi esti” lafları, uzun zamandır bu kadar hak edilmemişti.
Geçtiğimiz yazdan beri, Ajda Pekkan belli aralıklarla, muhtemelen de bile-isteye-hesaplaya gündeme geliyor. Önce instagram fotoğrafları, sonra Sinan Akçıl’ın (ve hafif bir polemikle çıkan) etkisiz şarkısı Canın Sağ Olsun, ardından magazinci bir yakınına verdiği ve canlı yayınlanan röportajı (ki belki ilk kez biz fanilere Ajda ile aynı yemek masasında konuşuyormuş gibi hissettirdiği anlar oldu), ardından zombilenmiş gibi duran TV şovu O Ses Türkiye’de kendi liginde olmayan şarkıcılar ve komik olmayan komedyenlerle arz-ı endam eyleyişi (ve nedense çok kötü söylediği şarkılar), son olarak da bir kanepe reklamındaki yine tümüyle bağlam-dışı hatta biraz dünya-dışı halleri...
Türkiye ve aslında her yer öyle bir durumda ki, bir şarkıcı sahneye çıkarak, albüm yaparak, konser vererek, işini yaparak, işini iyi yaparak “haber” ya da “gündem” olamıyor, biliyoruz. Kimsenin de umurunda değil. Ya saçmalaması, ya kavga çıkarması ya da “normalde olmayacağı” ortamlarda olması, boy göstermesi, ters köşe yapması, şaşırtması lazım. Belli ki Pekkan, tecrübesi ve bizleri fersah fersah aşan öngörüsüyle, sonuncu seçenekle oynamakta karar kılmış. Samimi röportajında da “bugünlere geldiysem, naçizane aklım ve kendime bakmamla geldim” diyordu. Şüphesiz.
Hem bizim “bugünlerimizle” onunki aynı da olmayabilir. Evet, hakkında konuşması, yazması güzel ve şık bir konu değil ama ortada bir yaş gerçeği de var. 2 sene öncesine “throwback” yapan (ya da “atan”), 3 aylık meseleleri demode bulan bir kuşağın (ve herkese sirayet eden bu ruh halinin) anlayamayacağı bir zamansallık var ortada. Bostancı’da da söylediği ilk 45’liği Göz Göz Değdi Bana’nın çıkış tarihi 1964! Malum olduğu üzere, bundan eski filmleri de var. Kimine göre 73 yaşında, kimisine göre daha fazla.
Amatör (wannabe) sosyologlar, ezberlenmiş bazı cümleleri hızla kurarlar. Buna göre, Pekkan Türk kadınının moderniteye, Avrupa’ya açılan kapısıydı, sarışın Türkçeydi, bizdeki kentliydi, içerideki yabancıydı falan diye. Yalan ya da yanlış değil. Ama tavsamış, efsunu dağılmış bir Avrupa’yı, çoğullanmış ve yerelleşmiş, adeta herkese ait ve herkesin bir parçası olmuş moderniteyi artık temsil etmiyor Ajda. Mekandan bağımsız bir zamansallığı, her-zamanlığı, zaman-ötesini gösteriyor.
Bugün herkes Roma’ya uçabiliyor, öğrenciler bile Fransız parfümü kullanabiliyor, mahalle kuaförleri bile sizi platin sarısı yapabiliyor. Ama 70+ yaşında, hala öyle bir vücuda sahip olmanın, sahnede olabilmenin, bu derece güçlü ve güzel şarkı söyleyebilmenin, spor yapabilmenin, o tuvaletleri giyebilmenin kolay, ucuz, hızlı, kestirme, taklit bir yolu yok.
Pekkan, artık sadece içine doğulan “coğrafyanın” ya da üzerimizde taşıdığımız bedenin kader olmadığını göstermek ve kanıtlamakla kalmıyor; zamanın da, insan ömrünün de, kariyerin de, belki sağlığın da “verili” ve “sınırlı” olmadığını vurguluyor. Dün kadınlara bana benzerseniz siz de Avrupalı ve modern olabilirsiniz (ya da durabilirsiniz) diyordu, bugün ise cinsiyetten bağımsız, herkese siz de böyle yaşlanabilir, böyle çalışabilir, kendinize böyle bakabilirsiniz diyor. Bir nevi canlı kanıt.
Bu haliyle Pekkan’ın Türkiye’de dengi yok, eşsiz ve muhtemelen de benzeri bir daha gerçekleştirilemeyecek bir kariyere, konuma sahip. Dünyada muadili var mı, açıkçası bilmiyorum, ama aynı yaşta olduğu kabul edilen Cher’den, 2019 itibariyle, en azından sahnede, çok daha iyi durumda olduğu kesin. Beraber çalıştığı insanlar ya unutuldu ya öldü, kendisinden sonraki kuşaklar bile yaşlandı, çaptan düştü veya gözden kayboldu. Kendisine rakip diye lanse edilenlere, tur bindirdi.
Karşımızdaki süper-insan, şarkılarından, tavrından, tarzından, siyasetçilerle ilişkileri ya da politik yönelimsizliğinden bağımsız olarak, incelenmeyi ve saygıyı hak eden bir figür. Nereye gitse ve hangi lisana çevrilse, bu kariyer üzerine bu yaşta verdiği bu konser, o geceki performansı takdir edilir ve hayranlıkla karşılanır. Ben iyi dinleyicilik, müzikseverlik falan bile demeden, sadece çok konsere giden biri olarak, uzun zamandır sahnede bu kadar büyük hakimiyet, güçlü icra ve iyi yönetilen enerji görmediğimi söyleyebilirim.
Umarım Pekkan bu kafada, bu tempoda, bu heves ve şevkle devam eder ve bizler de onun yarısı kadar bile şanslı ve sağlıklı olarak, 2020’lerde de yine konserlerine gider, uzun zamandır hazırlanan albümünü dinler, yepyeni şarkılarını bağır-çağır beraber söyler, biz elden giderken onun dirayetine hayran olmayı sürdürürüz. Sonuçta, daha ne günler var doya doya yaşanacak!