Ben öncelikle olumlu bir adım olarak gördüğüm bu yasanın, kadın kuruluşlarının yıllardır şiddete karşı yürüttüğü kampanyaların ve yoğun çabalarının bir sonucu olduğunu bir kez daha vurgulamak isterim. Özellikle 80'li yıllarda aile içi şiddet konusunu gündeme getirdiğimizde "Bunun özel hayat olduğu ve karışılmaması gerektiği" tepkileriyle çok fazla karşılaşmıştık. Bugün ise o "özel sayılan" hayata karışılması ve içinde birçok tedbiri barındıran özel bir yasanın olduğu bir noktaya ulaşmak gerçekten anlamlı.
Neden şiddet gören kişi değil de aile
Ancak gerek yasanın adı, gerekse içeriği ve uygulanmasına ilişkin birçok sorun da ne yazık ki hayatımıza girmiş durumda. Öncelikle yasanın adından başlarsak, yasa "Ailenin Korunmasına Dair Kanun" başlığını taşıyor. Bugün aile içinde şiddet görenlerin en fazla kadınlar olduğu çok net bir gerçeklik olduğuna göre, yasanın koruduğu aslında kadınlar ya da bir başka şiddet gören çoğunluğu oluşturan çocuklar. Esas olarak yasanın genel gerekçesinde de bu bir biçimde ifade ediliyor.
Ancak önermek istediğim; yasanın adının "Kadınları ya da Çocukları Koruma Yasası" olması gerektiği değil. Burada bir soru sormak gerekiyor: Neden, şiddetin var olduğu bir durumda bile, şiddet gören kişiyi değil de aile kurumunu korumak ve kollamak zorundayız.
Erkek egemen bakış
Aslında bu mantık ne yazık ki kadınlar söz konusu olduğunda başka kanunlarımızda da kendini gösteriyor ve genel bir erkek egemen bakış açısını ifade ediyor. Örneğin Ceza Kanunu'nda düzenlenen "Genel ahlaka, adaba ve aile düzenine yönelik suçlar" başlığı altında ırza geçme, ırza tasaddi gibi suçlar yer alıyor. Korunmak istenen hukuki yarar, kişinin vücut bütünlüğü ve kişiliği olsaydı başka türlü yapılabilecek düzenlemeler, bugün ne yazık ki genel "namus" anlayışına göre yapılmış ve bedensel bütünlük hiçe sayılmıştır.
Örneğin bir erkek icra hareketlerine başladığı halde bunu elinde olmayan nedenlerle tamamlayamamış ve tecavüz gerçekleşmemişse genel ahlak adeta daha az zedelenmiş olacak ve o kişi daha az ceza alacaktır, mağdurun yaşadığının ise fazla bir önemi yoktur. Ayrıca ırzına geçilen kadınla ırza geçen erkek evlenirse genel ahlak ve adap yine korunmuş olacak ve ceza söz konusu olmayacaktır. Kaçırılan kadın evli ise ceza daha ağır olacak, evli değilse daha hafif olacaktır ve bunlar gibi birçok örnek vermek mümkün.
Şiddete Karşı Koruma Emri
İşte "Ailenin Korunmasına Dair Kanun" da ne yazık ki adını aynı ideolojik ve hukuki mantık süzgecinden geçerek almıştır. Oysa burada önemli olan şiddet gören ya da şiddet tehdidi altında olan kişinin korunmasıdır. Bu nedenle de yasanın adının, uygulandığı başka birçok ülkede olduğu gibi; "Şiddete Karşı Koruma Emri" şeklinde düzenlenmesi çok daha anlamlı ve içeriğine uygun olacaktır.
Kusurlu eş değil, şiddet uygulayan
Bir başka nokta ise yasadaki, yine içeriğine aykırı olarak yazılmış "kusurlu eş" tabirinin "şiddet uygulayan kişi" olarak değişmesi gereğidir. Çünkü yasanın içeriğinden de anlaşılacağı gibi, şiddet uygulayanın yalnızca eş olması gibi bir zorunluluk yoktur.
Evine dön, ortada kalırsın!
Uygulamaya ilişkin zorluklara gelince:
Öncelikle ilk müracaat karakola yapılırsa, burada şikayete ilişkin bir tutanak tutulmasının sağlanması bazen büyük zorluklarla olmakta, başvuran kadın "evine dönmesi, sonra ortada kalacağı" gibi birtakım telkinlerle evine gönderilebilmektedir. Bu kanun yeterince bilinmemekte ve anlatılsa da anlaşılmakta güçlük çekilmektedir. Çünkü; bir kocanın -şiddet uyguluyor olsa da- nasıl kendi evine alınmayacağı, evin etrafında dahi dolaşmaması gerektiği, -anlaşılsa da- esas olarak kabul görmemektedir.
Şahsi şikayet hakkı hatırlatılmalı
Aslında savcılıklara yapılan müracaatlarda da "4320 Sayılı Kanunun uygulanmasını istiyorum" denildiği halde, durumun Sulh Hukuk Hakimliği'ne intikal ettirilmesinde yaşanan zorluklar bulunmaktadır.
Fiziksel şiddet söz konusu ise adli tabibe sevk edilmesi ve daha sonra da müessir fiil gibi muamele yapılması ve adli rapor on günü geçmiyorsa şahsi şikayete bağlı olduğunun mağdura iletilmesi söz konusu olabilmektedir. Yani başlangıçta yaşanan zorluklar en fazla kanunun henüz yeterince bilinmemesinden kaynaklanan zorluklar olmaktadır.
Hayati tehlike söz konusu
Kanunun 1.maddesinden anladığımız kadarıyla başvurunun şiddet gören kişi dışında bir aile bireyi tarafından da yapılabilmesi imkanı bulunmaktadır. Ancak uygulamadaki zorluklara bakılınca, böyle bir başvurunun kabul edilmesi de pek mümkün görünmemekte.
Oysa karakola müracaat edilmesi halinde, gereği yerine getirilmediği takdirde hayati tehlike de söz konusu olabileceğinden, şiddet gören kişi dışında biri tarafından yapılacak bu tür bir müracaatın da ciddiye alınması ve kabul edilmesi gerekiyor. Bu uygulamayı yerleştirmeye çalışmak ve kanunun bu şekilde yorumlanması gerektiğini vurgulamak bence çok önemli.
Şiddetin türü
Burada önemli olan bir başka nokta da şiddetin türüne ilişkin. Kanunun genel gerekçesinde "ilk insanla birlikte ortaya çıkan şiddet olgusu, değişik türleri ve uygulanış biçimleriyle her zaman gündemde olmuştur..." diye başlayarak "aile içi şiddet" adı altında "aile içinde bir bireyin diğer bir bireye yönelik fiziki, sözel ve duygusal kötü davranışı..." diyerek devam ediyor.
Yani söz konusu kanunun oluşumuna esas teşkil eden yalnızca fiziksel şiddet, kaba dayak değil. Oysa yine ilk başvuru sırasında yaşanan zorluklardan birisi de bu. Kanunun uygulanmasını isteyen kadınların vücutlarındaki şiddet izlerinin derecesi dahi önem taşıyabiliyor. "Çok fazla yara beresi" yoksa, ya da görünen yerlerinde bu izleri taşımıyorsa kanunun uygulanması zorlaşabiliyor. Bazen alınan darp raporunun 2 veya 8-9 gün mü olduğu bile önemli ve tartışılır olabiliyor.
Kararın acilen verilmesi şart
İlk müracaat sırasında yaşanan zorluklar genel olarak bunlar. Aslında ilk müracaatla karar arasında olması gereken zaman dilimi ise yok denecek kadar az. Ancak bir başka zorluk da bu noktada ortaya çıkıyor: Mahkemeye başvurduktan sonra ileriki bir tarihe duruşma günü verilmesi, nüfus kayıtlarının istenip, beklenmesi, tanıkların dinlenmesi için başka bir duruşma günü verilmesi gibi durumlarla karşılaşılıyor.
Oysa kararın acilen verilmesi gerekiyor çünkü bu durumdaki birçok kadının can güvenliği bulunmuyor. Hele bugün silah taşıyan kişilerin ne kadar fazlalaştığı da düşünülürse çok vahim sonuçların doğması mümkün.
Kanunun genel gerekçesinde "Sulh hukuk mahkemesi, kadının tekrar şiddete uğrama ihtimalini göz önüne alarak başvurunun hemen ardından tanık ya da karşı tarafın dinlenmesine gerek olmadan bu kararı verebilecektir. Kadının mahkemede şiddete uğrama ihtimalini kanıtlama yükümlülüğü de bulunmamaktadır..." denilmesine rağmen uygulama çoğu zaman buna aykırı olarak cereyan etmektedir.
Örnekler
Elimizde farklı farklı uygulama örneklerinin görülebileceği bir çok karar mevcut: Örneğin; bir kararda talep tarihi ve karar tarihi aynı, evlenme cüzdanının örneği kimlik tespiti için yeterli görülmüş ve karar hemen verilmiş. Diğer bir kararda talep tarihi ile karar tarihi arasında bir 15 gün var, darp raporu olmasına rağmen yeterli görülmemiş, duruşma yapılarak tanıklar dinlenmiş ve nüfus kaydı da getirtilmiş.
Bir başka örnekte ise talep tarihi ile karar tarihi arasında 1.5 ay zaman var, nüfus kayıtları istenmiş ve beklenmiş, başvuruda harç alınmış -ki bilindiği üzere bu davayla ilgili başvurular harca tabi değil- tanıklar dinlenmiş ama asıl sorun 150 milyon TL.olarak talep edilen nafaka yerine 50 milyon TL.nafakaya karar verilmiş. Elimizdeki birçok örnekte ise nafaka talebine rağmen, bu konuda hiçbir karar verilmediği görülüyor.
Ekonomik şiddet
Kanunun uygulamasında yaşanan, hatta aslında başvuruları dahi engelleyen en önemli unsur bu noktada ortaya çıkıyor: Şiddetin tek bir türü yok ne yazık ki ve ekonomik şiddet de bunlardan bir tanesi. 50 milyon TL. nafaka bağlanan çocuklu bir kadının, uzaklaştırma kararı verilen eşin ev kirasını ödememe, çocuğun okul masrafını karşılamama riski de düşünülürse, geçinmesi nasıl mümkün olabilir.
Eğer evin örneğin kira sözleşmesi kocanın üstüneyse -ki hemen her durumda böyle oluyor- ya da olmasa bile sonuç değişmez, bu kez de ev sahibinin kadın kirayı ödeyemez endişesiyle tehditleri başlıyor. Ev kocanın babasının mülkü ise, kanun uygulansa dahi kayınpeder kadını evden çıkartmak için girişimlerde, baskıda bulunabiliyor.
Nafaka ve hapis cezası
Bu nedenle, tedbir kararı verilirken özellikle mali konularında önemle dikkate alınması gerekiyor. Cüzi bir tedbir nafakası tek başına yeterli olmuyor. Ayrıca eş resmi kayıtlı olarak bir işte çalışmıyorsa bu nafakanın tahsil edilmesi de başlı başına bir sorun oluşturuyor.
Örneğin kanuna göre tedbir kararlarına uyulmaması halinde 3-6 ay arası hapis cezası öngörülüyor. Bunun uygulanması halinde yine kadının ve varsa çocukların geçiminin nasıl sağlanacağı çok önemli. Bu nedenle başta da söylediğim gibi tek başına bir kanunun yeterli olması mümkün değil, yanı sıra belli sosyal düzenlemelerin yapılması, mali tedbirlerin alınması gerekiyor.
Kanunda ayrıca "hakimin gerekli görebileceği başkaca tedbirlerin alınabileceğinden" söz ediliyor. Bunlar her özel duruma göre değişecektir mutlaka ancak bu konuda da değerlendirmeler yapılması, kanunun amacına uygun ve onu geliştirici tedbirler alınarak, yalnızca standart, sayılan tedbirlerle yetinilmemesi gerektiği düşüncesindeyim.
Davalının hazır bulunduğu durumlar
İş yoğunluğu içinde belki zor ancak özellikle hakimlerin uyarıcı ve eğitici olması önem taşıyor. Buna şiddetle karşı çıkmama ve kanunun ruhuna da aykırı olmasına rağmen yine de duruşma yapılmışsa, davalının da hazır bulunduğu durumlarda yapılan ihtarın çok net ve anlaşılır biçimde söylenmesi, hatta tekrarlanması gerekiyor. Şiddet uygulayan kişinin kanunun gerektirdiği ihtara ilişkin uyarıyı hakimin ağzından duyması bazen kişi üzerinde daha etkili ve anlaşılır olabiliyor.
Savcılık takibi gerekiyor
Karar verildikten sonraki uygulama aşamasında yani kararın savcılığa intikal etmesi ve onun zabıta marifetiyle uygulamayı takip etmesi aşamasında ise başlangıçta saydıklarımıza benzer sorunlar yaşanıyor. Bu aşamada savcılığın gerçekten ciddi bir takibi ve zabıtaya uyarısı gerekiyor. Çünkü bu noktada emniyet görevlilerinin tepkisiyle karşılaşmak "kocan rahatsız edecek diye 24 saat nöbet mi tutacağız" gibi sözler işitilmesi mümkün.
Temyiz yok
4320 Sayılı Kanun'daki tedbirlerin uygulanmasına ilişkin karara karşı temyiz yoluna gidilemeyeceği konusunun da hatırlatılmasında yarar görüyorum. Yargıtay'ın görüşü; karara karşı itirazın da mümkün olmadığı yönünde, ancak bu konuda da farklı uygulamalar söz konusu olabiliyor.
Çelikel'den genelge
Son olarak, uygulamada yaşanan bu zorlukların tespitinden sonra, "kanunun amacına uygun olarak ve gereken dikkat ve özenin gösterilerek uygulanması yönünde" bir genelgenin de 25.11.2002 tarihinde Adalet Bakanı Prof.Dr.Aysel Çelikel tarafından Cumhuriyet Bassavcılıkları'na ve mahkemelere iletilmiş olduğunu, uygulamada yarar sağlayacağı umuduyla meslektaşlarımızın bilgisine sunmak isterim.
4320 Sayılı Kanun'la ilgili örnekleri yaşarken, aslında Türk hukukunda tedbir kavramının nasıl algılandığını, ne kadar zor işleyen bir müessese, bir yol olduğunu; insana ve beyana güven yerine, yine devletin adeta kendini koruma refleksleriyle hareket edilerek nasıl "mahcup" ve zoraki tedbir kararları verildiğini bir kez daha görüyorsunuz. Belki bütün bunların da ayrı bir inceleme konusu olması gerekiyor.
Ciddi bir eğitim şart
Genel olarak söz konusu yasayla ilgili uygulama aşamasındaki zorlukların giderilmesi için ciddi bir eğitimin verilmesi zorunluluğu var. Çünkü özellikle şiddetin, fiziksel şiddet, tecavüz gibi türlerine maruz kalan kadınlar zaten kendilerini ifade etmekte zorluk çekerken, bir de hak aramalarını engelleyecek tepkilerle karşılaşmaları üstesinden gelebilecekleri bir durum değil.
Bu nedenle gerek broşürlerle, gerek yüz yüze bir eğitimle desteklenerek, karakollarda özel birimlerin kurulması, yalnızca bu birimlerde görevli olanların kadınlarla muhatap olmalarının sağlanması ve kanunun uygulanmasında da onların görev alması gerekiyor. Bunun yanı sıra yine aile hukukuyla ve kadınlara yönelik şiddetle ilgili konularda uzmanlık mahkemeleri kurulması, hakimlerin, savcıların ve avukatların staj eğitiminden başlayarak kadın hakları konusunda da eğitim görmesi gerekiyor.
Yasa insanları neler düşünüyor?
Bu noktada, 1997 yılında yapılan (ve yaşadığımız uygulamalar itibariyle geçen 5 yıl içinde de sonuçlarının pek değişmediğini düşündüğüm) bir araştırmadan kısaca söz etmek istiyorum: Ege Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Adli Psikologu Belma Gölge'nin araştırmasına göre; 50 adli tıp uzmanının yüzde 4'ü, 85 psikologun yüzde 6'sı, 100 avukatın yüzde 10'u, 80 hakim ve savcının yüzde 17'si, 100 polisin yüzde 33'ü "bazı kadınlar tecavüzü hak eder" diyor. Yine 85 psikologun yüzde 18'i, 305 hakim, savcı ve avukatın yüzde 40'ı ve 100 polisin yüzde 66'sı "kadınların dış görünüş ve davranışları tecavüze yol açar" demekte.
Bu anlamda, kadınların başvuracağı "yasa insanları"nın eğitiminin büyük önem taşıdığı çok net olarak kendini gösteriyor.
Toplumumuzda halen çok yerleşik olan "İyi bir dayağı hak ediyorsun" gibi sözleri tersine çevirebilmek ve "hak etmek" kavramına her zaman olumlu anlamlar yükleyebilmek için hepimizin birlikte uğraş vermesi gerekiyor.
Toplum ve Hukuk Dergisi 5. sayısından aktarılmıştır.