Ben tanıştım!
Sonbaharın gelmesiyle bir yerlerden kaptığım "grip" virüsü ile geleneksel yollar ve evde daha önce bulunan bazı ilaçlara karşın başa çıkamayınca, biraz da sistemi öğrenmek ve tanışmak amacıyla, her zaman yaptığımdan farklı şekilde "aile hekimim"le görüşmeye karar verdim.
Önce internette bu amaçla hazırlanmış resmi sayfaya girerek benim aile hekimimin kim olduğunu ve nerede bulunduğunu öğrendim.
Yanına gitmeden önce kendisine bir telefon edip "merhaba" demek ve randevu almak da isterdim. Ne yazık ki açılan sayfada bir telefon numarası yoktu.
Hasta halimle hazırlandım ve çıktım. Aile hekiminin bulunduğu "aile sağlığı merkezi" çok uzak değildi neyse ki! Yaklaşık beş dakikada oraya vardım. Bir caminin alt katındaydı. İçeri girdiğimde önce tam karşıda önünde küçük bir penceresi olan bir "danışma" bölümü gördüm. Eğilip kafamı uzattım, üzerinde beyaz gömlek olan iki türbanlı genç kadın vardı ve önlerinde duran bir bilgisayar ekranına bakıyorlardı. Aile hekimimin adını söyledim. Aldığım yanıt "o yok, öğleden sonra birde gelecek, ama isterseniz şu anda bulunan diğer doktora görünebilirsiniz" oldu.
Başımı sola çevirdim, danışma bölümünün hemen solunda genişçe bir bekleme salonu bulunuyordu. Burada 8-10 tane üçlü bekleme kanepesi vardı. Kanepeler birbirine bitişik üç adet "önü camekanlı kabin"e bakıyordu. Bir kabin de başvuru bölümünün diğer yanında vardı. Bunların doktor odaları olduğunu üzerinde yazan yazılardan anladım.
Tabelalar kapıların üzerinde eş büyüklükteydi ve aynı biçimdeydi. Üzerlerinde doktorların adları ve adların hemen altında da "numaraları" yazıyordu. Bu yazının altında ise birer şeffaf naylon kılıf içine konuşmuş büyük harflerle "Başkasının karnesine ilaç yazdırmak yasaktır." yazılı bir A4 kağıt vardı.
Benim aile hekimimin diğer iki kabinin kapısı kapalıydı. Yalnızca son kabinin kapısı açıktı ve önünde de bekleşenler vardı: Kimisi ayakta, kimisi oturur çoğu kadın ve çocuk olmak üzere yaklaşık 25-30 insan. Onlara baktım, her yanım ağrıyordu, burnum tıkalıydı ve nefes alamıyordum. Orada beklemeyi göze alamadım. Bir an önce ilaçlarımı alıp gidip yatmayı istiyordum.
Danışmadaki "görevli"ye sordum:
- "Doktor kesinlikle bir de gelir mi?"
- "Evet gelir, ama beklemek istemiyorsanız, tam birde burada olun."
Bir an durdum ve sonra doktorun gelip gelmediğini öğrenmek için bir telefon numarası olup olmadığını sordum. Bir kağıda yazıp verdi.
"Sachs'ın Hastalığı"
Dr. Martin Winckler'in yazdığı "Sachs'ın Hastalığı" adlı kitap vardır. Kitabın yayınlandığı yıllarda İstanbul Film Festivali'nde de bu kitaptan yola çıkılarak çekilen bir film gösterilmişti. Dr. Martin Winckler Fransa'nın küçük bir kasabasında yaşayan ve mesleğini uygulayan bir hekim. Wincler "Sachs'ın hastalığı" adlı bu kitabında Fransa'da çalışan bir "aile hekimi"nin mesleki pratiği yanında insan ilişkilerindeki tutum ve davranışlarını ondan hizmet alanların gözünden anlatan bir kitap. Bu kitabı ilk okuduğum sırada, "internet yazarlığı" maceram başladı. Her bölümü okudukça Türkiye'deki sağlık hizmeti ve kendi hekimlik pratiğimden kaynaklanan kimi örneklerle kitapta ele alınan olaylara hekimin bakışından değinen yazılar yazdım.
Emekli olduktan birkaç yıl sonra da bu yazıları yeniden gözden geçirdim ve bu kez de orada anlatılanlara Türkiye'de yeni uygulamaya konulan "aile hekimliği" açısından ama özellikle de sağlığa "hak temelli yaklaşımla" bakarak konuyu yeniden irdeleyen yazılar yazdım.
Bunlara halen internet üzerinden ulaşmak olası.
Aile Sağlığı Merkezi'nden eve dönerken bu kitap aklıma geldi. Yaşamım boyunca ilk kez bir aile hekiminden sağlığımla ilgili bir hizmet alacaktım. O kitapta yazanları, yaşayacaklarımla kıyaslayarak irdelemeyi düşündüm. Bu yazı o irdelemenin sonunda yazıldı.
Saat bir! Sıra no "28"
Saat bir olmadan hemen önce aldığım numarayı aradım. Görevli, doktorun geldiğini söyledi. Yine sabah olduğu gibi 3-5 dakika içinde orada oldum. Biri biraz geçmişti. Doktor üzerinde adı yazan odadaydı, ben danışmaya ne zaman muayene olabilirim diye sormak üzereyken, doktorun odasının kapısında sivil giyimli bir başka kadın "dört" numara dedi. Danışmadaki görevli ise ben sormadan elime üzerinde bir numara ve doktorun adı yazan bir kart tutuşturdu. Numara "28"di. Başka bir deyişle ancak 24 kişi sonra muayene olabilecektim. Oradaki kanepelerden birisine oturdum, diğer doktor kabinlerine baktım. Hepsinin kapıları kapalıydı ve kapı önlerinde de bekleyen kimse yoktu. Kısacası aile sağlığı merkezinde o anda yalnız benim aile hekimim vardı ve sıra alan herkese o bakacaktı.
Bir yorum yapmadım. İnsanları izlemeye başladım. Kimsede bir rahatsızlık belirtisi yoktu, kimse şikâyetçi değildi. Bundan onların bu duruma alışık oldukları sonucunu çıkardım. Aklıma aile hekimliği öncesi geldi.
Kentsel alanda böyle çalışan sağlık ocakları yoktu. Ancak kentin varoşlarındaki bazı sağlık ocaklarında böyle sahneler görülebilirdi. Gözlemlediğim, mahalle aralarında adlarına "poliklinik" denilen ve şimdi artık örneğine rastlanmayan muayene yerlerine benziyordu. Okuldan mezun olduğum sırada birkaç ay ben de sorumlu müdür olarak böyle bir "poliklinik"te çalışmıştım. Poliklinikler parayla hizmet veriyorlardı. Buradakinde ise şimdilik doğrudan bir para alışverişi yoktu, ama sosyal güvenceye sahip olma koşulu vardı. Ama bu modelle ilgili başka ülkelerde yaşananlara dair bildiklerimi düşününce birkaç yıl sonra oralarda olduğu gibi burada da hekimlere "kasacı hekim" denileceği aklıma geldi!
Saat iki, sıra bende
25. sıradaki hasta içeri girdiğinde ben de ayağa kalkıp doktorun kapısına yaklaştım ve açık kapıdan olanları izlemeye başladım. Hastaların mahremiyet hakkını ihlâl eden bu durumu aklıma keydettim. Doktor masanın ardındaki koltuğunda oturuyor, giren hastayla benim az işiten kulağımın duymadığı, ama ne konuştuklarını tahmin ettiğim bir diyalogdan sonra, önündeki açık "notebook" bilgisayara bir şeyler yazıyor, sonra ekrana bakıyor, sonra ayağa kalkıyor, kısa ve hızlı bir muayene yapıyor. Sonra yeniden koltuğuna oturup masasına eğiliyor, hastanın karnesine bir şeyler yazıyor, sonra başını kaldırıp hızlı hızlı konuşuyor ve karneyi hastaya uzatıyor, sonra kapıya doğru bir bakış atıyor. O sırada daha hasta odadan çıkmadan sırası gelen içeri girmiş oluyor, aynı sahneler yineleniyordu.
Üçüncü kişinin muayenesinden sonra sıra bana gelmişti. Muayene odasına girmek için hastanın ve yakınının çıkmasını bekledim.
Girerken kapının açık durmasını sağlayan, aslında muayene masasına çıkmak için kullanılan tahta basamağı, ayağımın ucuyla itip kapıyı ondan kurtardım ve ardımdan kapatıp, doktorun masasına yaklaştım. Kendi mahremiyet hakkımı kendim elde etmiştim. Doktorun yüzünde yaptığımı anlamadığını gösteren bir şaşkınlık ifadesi vardı. Sonra elimi uzattım ve adımı söyledim. Biraz çekingen bir şekilde elimi sıktı. Ardından onun yanıt vermesini beklemeden oturabilir miyim dedim ve masanın bu tarafındaki koltuğa oturdum.
Sonra yakınmamı söyledim ve süreci anlattım. O ana kadar kullandığım ilaçları söylerken de emekli bir hekim olduğumu ekledim. Ona da hangi fakülte mezunu olduğunu sordum. Anadolu'nun küçük illerinden birisindeki tıp fakültesinden mezun olduğunu söyleyerek beni yanıtladı. Hekim olduğumu öğrendikten sonra artık onun için bir "abi" idim ve yanından ayrılana kadar bana hep böyle hitap etti.
Şikayetimi ve durumumu öğrenince ayağa kalkıp yanıma geldi ve boğazıma baktı, sonra da sırtımı açtırıp dinleme aletiyle dinledi. Sonra tanısını söyledi, istediğim ilaç olup olmadığını sordu ve söylediklerimi sağlık karneme yazdı. Kendi önerdiklerini de birer birer bana sorarak ekledi.
Muayene bitip karnemi aldıktan sonra yanından çıktım. İçeride kaldığım toplam süre altı dakikaydı. Benden öncekilere göre "şans"lıydım. Belki de şansım eski bir "hekim" olmamdı. Sağlık bakanı hekimlere ayrıcalık tanımıyordu ama benim aile hekimim elinden geldiği kadar bana "ayrıcalık" tanımıştı.
Eczane ve son!
Karnemle Aile Sağlığı Merkezi'nin karşısındaki eczaneye girdim. İçeride eczacı olabileceğini tahmin ettiğim kimse yoktu. Belli ki orada değildi. Üç genç çalışandan kadın olan benimle ilgilendi, karneme baktı, önündeki bilgisayara ilaçları girdi, yazılı olanlardan birisinin SGK'nın ödeme kapsamı içinde olmadığını söyledi ve fiyatının da 12,5 TL olduğunu belirtti. Onu istemediğimi söyledim. Diğer bir ilaç için de 1,3 TL fark ödemem gerektiğini belirtti. Ödeyeceğimi söyledim, sonra da reçetede yazılı olanların dışında, evde bulunmasını istediğin 2-3 kalem ilaç daha aldım, parasını ödedim ve ayrıldım. Ayrılırken, fişimi aldım ve SGK'nın ödemediği ilacı da almadığımı reçetenin üzerinde işaretledim. Görevli buna çok kızdı. Bunun hakkım olduğunu belirttim.
Eczaneden çıktığım anda saate yeniden baktım. Tam ikiyi çeyrek geçiyordu. Başka bir deyişle 1 saat 15 dakika geçmişti. Bu süre aile hekimimi tanımak ve tanısını kendi koyduğum, tedavisini de kısmen kendi belirlediğim bir hastalık için, ilaçları cebimden ödeyerek aldığım zamankinden daha az ödemek için harcanmıştı.
Kısacası aile hekimliği uygulamasında bedel, değer, sağlık ve sistem bunlardan ibaretti. Böyle bir ilişkiyle o hekim "aile hekimim" olabilir miydi, bundan emin değilim.
Şimdi bana soracaksınız, "peki ne olsun istiyordun?".
Bu soruyu soracağınızı tahmin ettiğim için spottaki tanımı en üste yazdım. Bence şimdi bir kez daha birlikte anımsayalım:
Aile hekimi, kişiyi ailesi ve içinde yaşadığı toplum ile birlikte bir bütün olarak ele alarak koruyucu sağlık hizmetleri ile tedavi hizmetlerini bir arada sunan ve kendi sorumluluğu altındaki kişilerin hem biyolojik, hem ruhsal, hem de sosyal yönleriyle ilgili olan, kişilerin kendi seçtikleri hekimidir.(1)
Bundan sonra değerlendirmeyi sizlere bırakıyor ve ekliyorum:
"Aile Hekiminizle Tanıştınız mı?"
Ne yazık ki biz o altı dakikada birbirimizi tanıyamadık, tanışmamız da ne yazık ki olası değil. Ama size bunu yapmanızı ve aile hekimliğinin ne olduğunu, nasıl uygulandığını öğrenmenizi öneriyorum! (MS/HK)
(*) Zeyl: Ayırma. Tefrik Ek, ilave ek, ilâve, etek