Efendisiz'in daha önceki sayılarında sıklıkla ahlaktan ve politikadan bahseden yazılar yer aldı. Genel olarak bu yazılarda vurgulanan şey devrimci olabilmenin koşulunun ahlaklı olmak; etkinlik sağlayabilmenin koşulunun da politik önermelerde bulunabilmek olduğu idi.
Ne var ki bu iki şey pek çok güncel durumda bir birine zıt görünümlere ve önermelere yol açabilecek potansiyeller taşırlar. Çünkü hareket tarzını belirleyecek bağnazca bir ahlakçılık kimi durumlar için kafayı taşa vurmak anlamı taşırken, politik kaygılar uğruna ahlaki kaygıların unutulması da nefes alan, hisseden insanın üstünü çizmek ya da bir bakıma taşı kafaya vurmak anlamına gelir. Bunun için bu iki eksen arasındaki gerilimi açık yüreklilik ve cesaretle kabul etmek gerekir.
Burada bir soru ortaya çıkıyor. Böyle iki eksenli bir yapıda doğrulamanın mümkünlüğü nereden kaynaklanmaktadır. Yani doğruyu iyi ve güzel ile tanımlayan, insan ilişkilerine estetik bir yaklaşım getirmeye çalışan ahlaki bakış açısı ile toplumsal ilişkileri aklın yöntemleriyle kavramaya ve yöntemli önermeler ile etkin olmaya yönelen politik bakış açısı arasında bir gerilimi kabul ve inşa eden bizler için bu gerilim üzerindeki doğrulama nasıl bir düşünce tarzıyla mümkün olabilmektedir. Soruya vereceğim cevap belirtmeliyim ki felsefi bir icat ya da taraftarlık değil, zaten yapmakta olduğumuz şeyi (bir) açıklama çabasından ibaret olacaktır.
Düşünen ve hisseden bir varlık olarak insanın hareket edebilmek için doğrulara ve hareketlilik halinde de sürekli doğrulama süreçlerine ihtiyacı vardır. Bunun sonucu da doğrunun ne olduğu üzerine rengarenk bir tartışma alanıdır. Hemen herkes doğrunun gerçeklikle uygunluk taşıyan önermeler olduğunda birleşebilir. Ama bu uygunluğun nasıl olduğu ve gerçekliğin ne anlama geldiği konusu bizi ciddi bir tartışmanın içine çeker.
Gerçekliğin içinde barındırdığı tüm hareketler, yoğunluklar ve potansiyellerle birlikte önümüzde duran, verili bir alan olduğu ve doğrunun bu asıl'ın bir sureti olması gerektiği görüşü genel olarak akılcı (rasyonalist) görüşlerin temel edindiği ve benim tartışmak ve ayrımlar koymak istediğim bir düşünce tarzıdır. Bu tarz düşünceyle insan zihnine düşen var olan ilişkileri anlamak, gerçekliği keşfetmektir. Ortaya çıkan suret aslına benzediği oranda doğru olacaktır. Hükümlerin doğrulukları ancak diğer doğru olduğuna kanaat edilen hükümlerle uyumlu oldukları takdirde mümkündür ve bu gerek koşul aynı zamanda yeter koşuldur. Doğrunun ve gerçeğin bir olduğuna ve akılsal bir yapıda olduğuna inanıldığından, böylece deneyin el verdiği hükümlerden çok daha fazlasına mantıksal adımlarla ulaşılabilir. Akılcı akıl evrende kendini görme isteğiyle onun hareketliliği içinde yasaları ve sistematikliliği keşfetmeye yönelir. Doğru bir hüküm ya da tavır bu yasalara uygun olandır. Ben burada dinsel bir önyargı, bir insan biçimleştirme görüyorum. Bergson, doğru bir önerme ile gerçeklik arasındaki bağıntının bir kopya olmadığını ve ileriye dönüklüğünü vurgulayarak şöyle yazıyor: (1)
"Doğru dediğimiz şeyler hareket halindeki gerçeklik arasında bize yol gösteren ve bu gerçeklik üzerindeki kontrolümüzü mümkün kılan ve nihayet tesir ve hareketimiz için bize en iyi şartları sağlayan hükümlerimizin topudur."
Bu cümledeki fikre tümüyle katılıyorum. Öncelikle böyle bir bakış insanı edilgen değil etken bir konumda görmektir, "Zekasına verilen kudret nispetinde iradesinden kısılan"(2) bir insan yerine istemleri, aklı ve iradesiyle tam bir insan görmektir.
Gerçeklikle doğruluk arasındaki ilişkinin kavranış tarzı neden sonuç ilişkisine bakışta önemle fark edilir. Nedenler ve sonuçlar insan zihnine ait soyutlamalardır. Bununla ifade edilen şey nedenselliği reddetmek değil, nedenler ve sonuçların hiç bir zaman saf olarak mevcut olmadıkları, olayların ve olguların karmaşık ve insan aklının asla kuşatamayacağı ölçüde çok etkenli dizilişleri arasında insanın kurduğu bağlantıların onun bilgi kaynakları ve daha da önemlisi koşullanmışlığı ile sınırlanmış bağlantılar olduğudur. Olayların özünde kendiliğinden ve "objektif" bir yanı olup olmadığı, temel sorunumuz yaşam olduğu için burada öncelikli bir tartışma değil. Bu konuda sadece objektif diye adlandırılan şeyin insan gözünün optik prensiplerine uygun bir yapıda olduğunu ve röntgen cihazının mı yoksa fotoğraf objektifinin mi daha objektif olduğunun pek sıralanamayacağını belirtmek isterim. Süreçler karşısında insanın algısının ve bilgisinin böylesi koşullanmış yapısı ile kullanışlı ve geçerli neden sonuç bağlantılarından söz etmek mümkündür ama temel nedenlerin zorunlu sonuçlarından bahsetmek düşünceyi pek gösterişli bir sığlığa sürüklemenin ötesinde bir fayda getirmeyecektir. Bu bakımdan olaylara yaklaşımımızdaki koşulluluk bizim "tesir ve hareketimiz için elverişli hükümlere" sahip olmamıza engel değilken algının koşulluluğunu ve bilginin iradiliğini bilmek bizim önermelerimize esneklik sağlar. Kısaca neden sonuç bağlantılarının olayların özünde saf olarak bulunan ve bizim keşfedeceğimiz şeylerden ziyade zihinsel yaklaşımı mümkün kılabilmek için olayların zihinsel terimlere tercüme edilmesi ile bir ölçüde icat ettiğimiz şeyler olduğunu söyleyebilirim. Böylece hep çuvallamak zorunda kalan tarihsel, maddesel veya dinsel zorunluluk tezleri karşısında insan iradesine ve istemlerine de hareket alanı sağlayan bir yaklaşım devrimci bir düşünce için çok daha bereketlidir.
Buna karşı ise maddi gerçeklik karşısında bizim tümüyle kurmaca ve keyfi bir kavrayışa sahip olduğumuzu söylemekle bilginin imkansızlığına varıyorsun diyenler olabilir. Ben buna bilgimin işlevliliğinden söz etmekle cevap verebilirim. İşlevli olmayı sadece kullanışlılık anlamında kullanmıyorum. Aynı zamanda bilgimin şeylerin niteliklerine ve işlevlerine dair olduğunu söylemek istiyorum. En yalın nesneyi dahi, yani bizim önyargılı sosyal tezlerimizden çok daha tartışmasız bir varlığı dahi onun duyulabilir nitelikleri ve onda bizim gördüğümüz işlevleri ile birlikte algılarız. Bu nitelikler renk, şekil, yumuşaklık veya daha karmaşık bir dizi özelliklerdir. Ortada bütün bu niteliklerin kaynağını teşkil eden bir şeyin varlığı bizce tartışmasız. Ama bu varlık onun niteliklerinin algılanması ya da kavranması durumunda bir yeniden varoluşa uğrar. Göz olmadan renkler yoktur. Değişen dalga boylarında ışıksal titreşimler ya da tanecikler vardır. Dalga boylarındaki değişikliklerse kendiliğinden bir takım basamaklar tarzında düzenlenmemiş olmakla birlikte bunların etkileri gözün yapısından dolayı gruplanmaya uğrar yani belli dalga boylarının oluşturduğu uyarılar o dalga boyunu bir renk olarak algılamamız sonucunu doğurur. Aynı şekilde saniyede 10 bin titreşimle 40 bin titreşim arasındaki nitelik farkı birinin insan kulağı için ses anlamı taşıması diğerininse ses olamayışıdır. Eğer şu masanın "sessiz" durduğunu kabul edecek kadar sağduyulu isek kulak olmadan ses olmayacağını da kabul etmek gerek. Ayrıca bu masayı masa yapan şeyin de bir kendilik değil, deney ve tasarımlar yoluyla bizim ona atfettiğimiz bir işlev olduğunu belirtmek gerek. Bu bakışla ünlü bir örneklemeye de göz atmak istiyorum. Denmiş ki aynı derede iki kez yıkanamayız. Bu ifadedeki anlam gerçekliğin dinamikliğini ve sürekli değişimin yaşandığını göstermek bakımından kıymetlidir, ama burada yanlış öncüllerden doğru sonuçlar çıkarılması gibi bir durum vardır. Aynı olaya bir başka açıdan bakalım. Eğer sorunu derenin ne olduğu olarak koyarsak görülür ki, az önceki önermede dere ya belli bir su molekülleri kitlesi olarak ya da o su kitlesinin belli bir andaki konumu olarak tanımlanmıştır. Fakat ilkine göre dere sürekli yer değiştiren ve sonunda okyanusların bir yerlerin de aranması gereken bir şeyken ikincisine göre de "derenin aktığından" söz edemez oluruz ki bunların ikisi de abestir. İşte o derenin on yıllarca hep aynı adı taşımasını sağlayan şey onun tüm değişkenliğine karşın çevresindeki insanlara bazı nitelikleri ve işlevleri sürekli sağlaması, örneğin orada hep bir yıkanma imkanı olmasıdır. Yani filozof olmayan birinin aynı derede iki kez yıkandığını düşünmesi yanılsama değildir. Böylece bu ünlü önermenin yanlış olduğunu iddia etmiş değilim, yalnızca bu önerme kendinde gerçeklik alanına dairken ben insan tarafından yeniden var edilen bir gerçeklik alanını söz konusu ettim. Aradaki fark, havada titreşen moleküllerle ses arasındaki farktır.
İşte içinde nefes alınan duygulanılan ya da ölünen alan bu yaşanan gerçeklik alanıdır. Bu yüzden de her cümlede, her yazıda ayrımını yeniden koymaya gerek duymadan, gerçeklik derken kastedilen alan budur. Öylesine ve anlamdan yoksun bir dizi yoğunluğun birbirine göre yer değiştirir durur ya da birbiri üzerine yoğunluk diziliş veya hız bakımından değişiklikler meydana getirir olduğu tarzda kendinde bir gerçekliği tartışmak ahlaki ya da politik kaygılar açısından verimsiz görünüyor. Yaşanan gerçeklikte ise duygularında düşünceler kadar, ahlaki değerlerin de mantıksal çözümlemeler kadar yeri vardır ve hatta bunlar hep bir ölçüde diğerlerini içlerinde barındırırlar. "Gerçek olan her şeyin akli olduğu" (3) düşüncesine devrimci bir düşüncede yer yoktur.
Gerçekliğin bu yapısı karşısında önermeler ne içerirler?
Cevap kısaca "bir betimleme ve buna bağlı bir yönelim/yöneltim"dir.
Efendisiz'in çıkış yazısında şu ifadeler yer alıyor:
"Gerçekleri çözümlemeye çalışacak bir yaklaşım, bu çözümlemeyi ancak 'yanlışlanabilir' önermelerle yapabilir. Özgürlük kayalar üzerinde uçan bir martıdır, denebilir. Bu yanlışlanamaz, ama politik planda bizi bir adım öteye kıpırdatmaz. Ama politikalar saptamak yalnızca çözümlemeler yapmak da değildir, aynı zamanda uygulanma alanları ve olanakları bulunan öneriler getirebilmektir.(4)" Burada sözü edilen yanlışlanamazlık genelde bütün ahlaki önermeler için de geçerli bir durumdur, yeter ki saf olarak yani olgularla zenginleştirilmemiş olarak ifade olunsunlar. Benzer bir şekilde A. J. Ayer'in ifadesiyle: "Ses tonu ya da ünlem imleri tümcenin gerçek anlamına bir şey katmaz. Bu yalnızca, bunun anlatımına konuşanın belli duygularının da eşlik ettiğini göstermeye yarar. "Para çalmak yanlıştır" dersem olgusal içeriği bulunmayan yani doğru ya da yanlış olabilecek bir önerme anlatmayan bir tümce üretmiş olurum. Etik terimlerin yalnızca duyguları anlatmaya yaramadığını da belirtmek uygun olur. Bunlar duygular uyandırmak ve eyleme yöneltmek için de kullanılırlar. (5) Diğer yanda politik bildirimler toplumsal ya da tarihsel deneylerin sayımı ya da analizi ile bizim hareketimiz arasında bir bağ kuran yanlışlanabilir önermeler olmak durumundadırlar. Bunlar saf oldukları ölçüde yani duygusal önlemlerle zenginleştirilmedikleri ölçüde aklın yöntemleri ile varolur ve tartışılırlar. Aklın yöntemleri ile var olmaları sayesinde tartışılabilir önermelerdirler. Ahlaki ve politik bildirimler arasındaki bu farklılık kimi düşüncelerde gerçekliğin akılsal olarak çozümlenmesine bir üstünlük ya da bir objektiflik atfedilmesine yol açarken kimi diğer düşüncelerde de aklın kendine yüklenen aşırı beklentilerle gerçekliği kuşatma ve fethetme yolunda hüsrana uğraması karşısında bir tür akıl düşmanlığına yol açmıştır. Ben her iki durumda da bir tek boyutluluk görüyorum. İlk durumda sonuç totaliter iken ikincide kırgın ya da hazcıdır. Oysa bu iki ekse narasında bir çakışma değil ama bir birliktelik mümkündür. Bu birliktelik birer birer hayat ifade etmeyen organların bedensel bütünlüğü gibidir. Öncelikle, bu her iki bildirim tarzı da hem bir betimleme hem de bir yönelim/yöneltim içermekle paralellik taşırlar. Bundan başka istemlerimiz dediğimiz şeyler akılsal ve duygusal süreçlerin iç içeliği ile beliren şeylerdir ve istemler bütün politik önermelerin var olma sebebidirler. Bir politik önerme ne kadar ikna edici olursa olsun istemlerle uygunluk taşımıyorsa yani duygulara da hitap etmeyi başaramıyorsa hareket ettirici bir önerme anlamı taşımayacaktır.
Saf hal deki duyguların bir doğruluk ya da yanlışlık taşımadıklarını belirtmiştim. Ama iletişimin söz konusu olduğu durumdaki biz insanlar arasında çok boyutlu bir iletişimin geliştirilebilmesinden yanayız, olguları konu edinen genellemeler içeren ve politik önermelerle bağdaşıklığı tartışılabilen değer yargıları söz konusu olur. Konunun liberter devrim olduğu bizim durumumuzda örneğin "emek köleliği" insan onuruna aykırıdır. Yaşasın özgürlük! dediğimizde özünde bir değer yargısı belirtmekle birlikte "emek köleliği" ile emeğin kapitalist ilişkiler için de ki itaat edişini konu ederiz ve bunun insan onuruna aykırılığı savı hiç bir doğrulanma ya da yanlışlanma yeteneğinde olmamakla beraber bizim sendikalarda ya da sendika dışı birliklerde nasıl bir mücadele tarzı önerdiğimizle karşılıklı uygunluğu sınanabilecek savlardır. Bu uygunluk pratik bir uygunluktur. Ancak düşünsel yapıda bu uygunluğu yakalamak güncel tavırlara kıyasla daha kolay olmakla beraber pek çok güncel durumda karmaşık ve kimi zaman acil sorunlar karşısında hem ahlaki hem de akılsal anlamıyla doğru bir tavır önerebilmek güç olabilir. Fakat böyle durumlar için bir ön garanti aramak sadece dogmatik bir sonuca yol açacaktır ve işte iki eksen arasındaki bir gerginlikten söz etmek bu anlamda sadece kabullenilmesi değil aynı zamanda korunması gereken bir şeyden söz etmektir. Yani bu gerilim bir yandan zorluk iken diğer yandan birçok boyutluluk, bir dengedir. Son olarak LaBoetie'nin "Bir tiran yalnızca ona verilmiş olan iktidara sahiptir"(6) sözüne bir eklemede bulunmak istiyorum. Bir insan sadece kendi iradesine tanıdığı varolma ve hareket etme imkanına sahiptir. Özgürlüğü bilincine varılmış zorunluluk olarak tanımlayanlar tam da malik olmamak anlamında yaratıcılıktan uzak "mülksüzlerdir" ki onlar bundan hoşlanırlar. (TE/EKN)
(1) H. Bergson, W. James'in "Pragmacılık" adlı kitabının girişinde yer alan makalesi, s. Vlll, Milli Eğitim Basımevi.
(2) a. g. e. . s. lV.
(3) Hegel'in bu yaklaşımı onun baş aşağı edici izleyicisinin de temel bakış açısı olmuştur.
(4) Efendisiz, 1. sayı, "N için Efendisiz".
(5) A. J. Ayer, "Dil, Doğruluk ve Mantık", s. 102103, Metis Yayınları.
(6) Efendisiz'in 3. sayısında E. Colombo'nun "İktidar Paradigması Olarak Devlet" isimli makalesinin 22. dipnotundan alıntı.
* Kaynak: "Efendisiz" Sayı:4 Mayıs 1989'dan alıntılanarak yeniden basım.