Kasım ayı. 14’ünden 25’ne, Amsterdam başka güzel. Uluslararası Belgesel Festivali IDFA gene dünyanın bin bir halini gözler önüne seriyor. O hallerden birine tanık olmak üzere yola koyuluyorum.
Hava erken kararmış, hafiften yağmur atıştırıyor. Serince bir poyraza karşı hızlı adımlarla şehrin merkezine ulaşımı sağlayan en geniş arter Vijzelstraat'tan heyecanla sinemaya doğru ilerliyorum.
Pathé De Munt'un önüne varıp içeriye gireceğim anda sırtını sinemanın duvarına yaslamış genç bir adam silueti dikkatimi çekiyor. Dizlerinden birini kırmış, ayağını duvara dayamış, tam karşısında şehrin fiyakalı otellerinden NH Carlton’a bakarak sigara içiyor. Dersini yeterince çalışmadığının farkına varan beynim anında çare üretiyor, ona doğru küçük bir hamleyle, “Sen olmalısın!” diyorum İngilizce.
Düşük ısıya rağmen göğüs kıllarını cömertçe teşhir edecek şekilde, beyaz gömleğinin üst kısmındaki çoğu düğme açık, üzerinde sadece deri mont gibi bir ceketle hafiften üşüyor gibi. Soruma: “E, evet, sanırım öyle!” diye cevap veriyor. Seyredeceğim belgeselin kahramanıyla karşı karşıya gelme ihtimali aklımın köşesindeydi, ama adını ezberlemek aklıma gelmemişti. “Filmlerinden tanıyorum seni” diye giriyorum lafa, “Evet” diyor, “Ama bu başka, göreceksin!”
“Farketmez”, diyorum, “Sektörünle ilgili herhangi bir yazı yazmak bile beni yeterince motive eder, çok ümitliyim” diye devam ediyorum, o alnını hafiften öne doğru eğip gözlerini profesyonelce gözlerime dikerken.
Porno evreninin perde arkası
Fazla uzatmadan sinemaya dalıyorum, ne de olsa seyredeceğim belgesel Jonathan Agassi Saved My Life (Jonathan Agassi Hayatımı Kurtardı), filmin kahramanı ise gay porno endüstrisinin önde giden aktörlerinden, ismi aslında kolayca ezberlenebilecek İsrailli Jonathan Agassi'nin ta kendisi.
De Munt’un 382 koltuk kapasiteli en büyük salonu ve tıklım tıklım. Fakat festivaldeki LGBT konulu filmlerin resmigeçidi geleneksel “queer day” başka bir tarihte yapılacağından seyirci profili ortaya karışık.
Belgesel başından itibaren bizi sektörün bereketinden mahrum bırakmayacağını resmen ilan etmiş vaziyette, çünkü yakın çevresinin telaffuz ettiği şekliyle Yonatan, porno evreninin perde arkası başta olmak üzere, tehlikeli dünyasına hoyratça dahil ediyor bizi.
Fakat çoğu oyuncu gibi, bana 30’larının başında gibi görünen Agassi’nin de yıldızının parlaması ve sonra düşüşe geçmesi kaçınılmaz oluyor. Üstelik sektördeki en cesur aktörlerden biri olan Agassi’nin hedonizm sınırlarını epey zorlamasının, kendisini adeta paralamasının sebeplerinden biri, acaba küçükken onu, abisini ve annesini terk eden babası mıdır diye düşünmeye başlıyorum.
Agassi’nin dünya çapında meşhur olmasında büyük payı olan porno stüdyosu Lucas Entertainment ürünleri bana daima fazla cilalı geldiğinden ilgi alanıma pek girmemişti, fakat Yonatan’ın bilhassa gayet yakın olduğu annesiyle, porno kariyeri dışında eskortlukla geçindiğini paylaşması, cinsel performans açısından beklenen zirvelere ulaşmak için kullandığı uyarıcılar hakkındaki ayrıntılardan sakınmaması belgeseli gayet ilginç kılıyor.
Ana-oğul-kutsal ruh
Acıları yüzüne yansımış, ama alımlı olmayı sürdüren annesi çılgın oğlunun icraatı karşısında başta biraz zorlanıyor, akabinde onunla yolun sonuna kadar gitmeye karar vermiş güçlü bir kadın profili çiziyor.
Yönetmen Tomer Heymann'ın gösterim öncesi konuşması ne kadar iddialı olduğunu göstermişti. Özellikle 2015 yapımı, ödüllü Mr. Gaga belgeseliyle anılmayı tercih eden tecrübeli sinemacı kahramanının yoksunluk krizleri gibi çarpıcı dinamiklere bizi çoktan dahil etmiş vaziyette. Film bittiğinde salon alkıştan inliyor.
Önce yönetmen, sonra da Agassi ile annesi seyirci karşısına çıkıyor. Filmin kahramanlarının özel hayatlarını böyle bir kalabalıkla paylaşmaktan etkilendiği hissediliyor. Yonatan kendisini ifade ederken bazen zorlanıyor, içine düştüğü batağın derinliğinden dem vuruyor, gözünün önünde çevresindeki birçok insanın nasıl mahvolduğunu duygulanarak anlatıyor.
Uyarıcıları artık bıraktığını söylediğinde ise tek mesele buymuşçasına, salondaki bazı seyirciler coşkuyla alkışlıyor.
İki gün sonra film arası öğle yemeği için Schiller kafeye koşuştururken Rembrant meydanına kavuşan yolların birinde Agassi ve annesini görüyorum. Aile bağları olan iki kişi değil de daha çok bir çift enerjisi yayıyorlar. Hemen yönümü değiştirip onlara doğru yürüyorum, önce annesinin, sonra Yonatan’ın elini sıkıp “Tebrik ederim!” diyorum, tebrik edilecek bir durum mu var diye beynim beni anında uyarırken.
Genelde annesinin yüzüne bakarak konuşuyorum. Epey yakın mesafede, birbirimize adeta sokulmuş haldeyken filmi çok beğendiğimi, hakkında mutlaka yazacağımı, Türkiye muhafazakâr bir yöne gidiyor olsa da filmi festival programcılarına tavsiye edeceğimi söylüyorum.
Annesi sohbetten memnuniyetini hissettirse de, kısa kesmeye çalışıyorum, ama gözlerimi ne zaman Agassi’ye çevirsem bana eğlenerek, hatta ilgiyle baktığını görüyorum. Ömrü boyunca çevresindekileri cezbetmeye adeta koşullanmış gözlerindeki parıltıyı bana duyduğu sempatiye yormayı tercih ediyorum. Derken o, en delici bakışını kullanıp çağımızın sihirli sorusunu yöneltiyor: “Facebook’un var mı?”
“Facebook'um yok ama filmin tanıtım kartını aldım, orada adres vardır değil mi? Var mıdır? Vardır canım…” gibi lakırdılar gevelerken buluyorum kendimi panik halinde. Bir annesine bir kendisine bakarken “Mutlaka yazacağım, mutlaka yollarım” diyerek Schiller’e doğru hızla uzaklaşıyorum.
Onu gün ışığında, yine zenginliklerini açığa çıkaran ilk günküne benzer bir kıyafetle, yakın mesafeden görmek iyiydi. Filmi ortaya çıkaran insanlara duyduğum minneti ifade edebilmiş olmaktan da ayrıca memnundum. Belgeselin afişi dahil olmak üzere tıraşı sinekkaydı, yüzü fondötene boğulmuş veya epeyce bronzlaşmış halden uzak ve solgun olması da çok hoşuma gitmişti. Hatta dişleri bile bir yıldızdan beklenebilecek bakımlılıkta değildi. Kıllı teni benimkine ne kadar da benziyordu; yıllardan beri geldiğim Amsterdam’da ilk defa bir erkek benden Facebook adresimi istemişti. (MT/EKN)
Bu yazı ilk olarak Express dergisinin kış sayısında yayımlanmıştır.