Ben 16 yaşında iken ağaçları korumak için başlayan Gezi Direnişi’ne, bu sefer bu direnişi organize ettikleri iddiasıyla yargılananların hâkim karşısına çıkarıldığı Gezi Davası’nı takip eden bir gazeteci olarak katılıyorum…
Birazdan size, gözümde giderek büyüyen adliyede tanık olduklarımı anlatacağım. Gazetecinin adliyedeki ilk günü…
Sabah 9 gibi ofise vardığımda, apar topar Gezi Davası’nın görüldüğü Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’negönderiliyorum. Amacım, hak savunucularından görüş almak.
Beyoğlu’ndan Çağlayan’a uzanan yolculuğum, adliyede bir gazeteci sıfatıyla bulunacağım kaygısı ile Gezi Davası’nı takip edecek olmanın verdiği gerginlik arasında savrulmakla geçiyor.
Çağlayan’a vardığımda ise kaygımın yerini yıllardır takip ettiğim gazetecilerin arasında olmanın verdiği heyecan alıyor.
Kendimi kalabalığın arasına atıyorum, tanıdık yüzlerden görüş almaya çalışıyorum.
Dayanışmanın bir parçası olmak için adliyeye gelmiş insanların umutlu kelimelerinin satır araları, derin kaygılarını ele veriyor.
Görüştüğüm insanlar hep aynı şeyi söylüyor: “Hukukun gerektiği gibi işlemesini ümit ediyorum.”
Duruşmanın görüleceği salonu ve koridorları doldurmak üzere çağrı yapanların peşine takılıyorum.
İçeriden de dışarıdan olduğu kadar devasa ve ürkütücü gözüken Çağlayan Adliyesi’ne girdiğimde, duruşma salonunu bulmak için yaptığım tek şey kalabalığı takip etmek.
Böylesi büyük bir davayı izleyeceğimin gerginliğiyle turnikelere yöneldiğimde güvenlik görevlileri basın kartımı soruyor.
Gazetecilik birinci sınıftan beri hocalarımın beni hazırladığı an ile tekrardan yüzleşiyorum; üstelik bu sefer Gezi Davası’nın 50 adım gerisinde.
Adliyenin heybetinden ürkmüş çiçeği burnunda bir gazeteci olduğumu gizleme çabam turnikenin başında yerle bir oluyor.
Derken imdadıma davayı içeriden takip eden bianet’ten muhabir Hikmet yetişiyor.
Koca adliye koridorlarında hangi merdivenin nereye çıktığının rehberliğini yapan birini bulduğuma seviniyorum; yoksa kaybolurdum.
Koca binalar ve toplumsal ağırlığını tahayyül bile edemediğim davalar arasında kendimi görünmez hissederken tanıdık birinin varlığı kendime olan güvenimi arttırıyor.
Yanımda basın kartı olan birine güvenen güvenlik, stajyer olarak beni de içeriye almayı kabul ediyor.
Nihayet duruşma salonuna girdiğimde ise yargılananlara manevi destek sağlamak için ayakta davayı takip edenler ile kapının önünde kümelenmiş kalabalığı görüp şaşırıyorum. Hikmet ise böylesi büyük bir davada bunun normal olduğunu söylüyor.
Koridorda konuşanlar aynı şeyleri söylüyor: “Vicdanım hiç rahat değil.”
Tıklım tıklım dolu salonda kapının yanından parmak uçlarıma kalkarak içeriyi gözlemlemeye çalışıyorum. Havalandırmanın çalışmadığı, içeriden çıkanların nefeslenerek kendilerine gelmeye çalıştığı bir adliye salonu.
Akşam 17.00’a doğru duruşmanın 25 Nisan Pazartesi’ye ertelendiğini öğreniyoruz.
Karar Günü: Pazartesi
Kararın açıklanacağını öğrendiğimiz Pazartesi günü bu kez adalete olan inancımı kendi içimde besleyerek gidiyorum adliyeye.
Kendimden daha eminim, en azından adliyeye girdiğimde Cuma günü yaşadığım savrukluğu geride bıraktığımı hissediyorum.
Gün, kameraları, sırtlarında taşıdıkları ekipmanlarıyla gözüme kocaman görünen gazetecilerin arasından sıyrılmakla başlıyor.
Ahmet Şık’ı, Sera Kadıgil’i, Erkan Baş’ı, Murat Utku’yu görüyorum. Hepsi adliye içerisinde görülen duruşmanın dışarıdaki dayanışmadan aldığı gücü gururla göğsünde taşıyor gibi gözüküyor gözüme.
Cuma günü şaşırarak izlediğim umut ve dayanışma atmosferine Pazartesi günü alışmış buluyorum kendimi.
Bunun bir parçası olmanın getirdiği duygu ile fiziksel zorluklar artık zor gelmemeye başlıyor.
Bu sefer adliyeye girmeye tereddüt etmiyorum. Hikmet ile kendimize ön sıralardan yer bulma telaşı içerisindeyiz.
Sıkışarak oturduğumuz koltuklarda avukatların sözlerini kayda geçiriyoruz. Dünkü havasızlık bugün alabildiğine devam ederken insanlar çınlayan mikrofonlara ve Osman Kavala’nın görüntüsünün olmamasına tepki gösteriyor.
Kanlı canlı şahit olana kadar hâkimlerin anlatılanları pür dikkat dinlediğini sanırdım hep. O gün, 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ise hakimler avukat savunmalarını dinlemediği için uyarılıyordu. İzleyicilerden “Telefonlarınızla oynamayın,” tepkisi geliyor, avukatların sözü yarıda kesiliyordu. Duruşma salonu, nefes alma güçlüğünden sözlerin can kulağıyla dinlenmemesine kadar Türkiye’nin içinde olduğu durumu özetler gibiydi.
Tüm yaşananlar arasında avukatların savunmalarını hayranlıkla dinliyor, tüm ayrıntıları kayda geçirmeye çalışıyorum. Hemen yazmazsam unuturum diye endişeleniyorum.
Sanıkların son sözleri
Saat 17.00'a kadar süren avukat savunmalarından sonra hakim sanıklara son sözlerini soruyor. İki gün boyunca deneyimlediğim şeyler arasında belki de bana en umut veren sözler sanıkların son sözleri oluyor.
Her şeye rağmen adalete güvenerek duruşma salonlarını soldurmuş sanıklar duruşma boyunca savunmaları dinlemeyen hakimlere meydan okuyor. “Yüzüme bakabilir misiniz?” diye soruyor Mine Özerden.
Hem savunmaları dinlerken hem de kararı verirken insanların suratlarına açık yüreklilikle bakabilme cesaretini hatırlatıyor hâkimlere. Her sanık tek tek kürsüye çıkıp son sözlerini söylerken kelimelerinde ve hareketlerinde hukuka olan inanç ve saygılarının izlerini görüyorum.
Karar için duruşmaya ara veriliyor.
Duruşma arasında görüştüğüm insanlardan duyduklarım hep aynı: “Gezi’yi kirletemeyecekler.”
İnsanlar kararı duyma telaşı içinde salonu dolduruveriyor. Hikmet ile bilgisayarlarımızı sığdırabileceğimiz bir yer buluyoruz. Hakim ise kararı dakikalar içerisinde okuyor.
“Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet, 7 kişiye 18 yıl hapis.”
Ben 16 yaşındayken başlayan Gezi Direnişine 24 yaşındayken karar çıkıyor. Salondan sesler yükseliyor: “Her yer Taksim her yer direniş.” Ağaçları korumanın bedelinin müebbet ve 18 yıl olmadığını geçiriyorum içimden. Salondaki insanlar hayal kırıklığı ve üzüntülerini öfkeye dönüştürüp dayanışmayı sürdürüyor.
Bir gazeteci olarak takip ettiğim ilk davanın Gezi olmasının sevincini rafa kaldırırken kendimi kalabalığın öfkesine kaptırıyorum. Görüş aldığım bir kadının sözleri geliyor aklıma: “Keşke olumlu bir karar çıksa da çifte bayram yapsak.” Kutlayabileceğimiz bir bayram umudunu koyuyarak Çağlayan Adliyesi’nden ayrılıyorum.
Duyduklarım hep aynı: “Adalet istiyoruz.”
(MD/EMK)