"Boşverin oğlum Lenin'i okumayı. Hangi kitabı niye yazdığı belli değil onun. Hangisi taktik, hangisini düşmanlarını yanıltmak için yazmış bilemezsiniz. Kautsky okuyun, Rosa Luxemburg okuyun...."
Bu sözlerin 1960'ların dünyasında Marksizm'e yönelmiş 20 yaşında bir üniversite öğrencisi için sarsıcılığı, sahibinin Türkiye sosyalist siyasetini bölen temel ideolojik tartışmayı meşrulaştırmak için başvurduğu akıl yürütmenin yavanlığı ve sıradanlığında değildi. Asıl sarsıcı olan bu yavanlığın, bütün gençliği sosyalizmin haklılığını haykırdığı için eza çekerek geçmiş Türkiye'nin yaşayan en büyük romancısının dilinden ortalığa dökülmesindeydi.
"İnce Memed"in, "Yer Demir Gök Bakır"ın, "Ağrı Dağı Efsanesi"nin büyük yazarı, oğlunun arkadaşlarını TİP'teki kendi pozisyonunun haklılığına böyle inandırabileceğini sanıyor muydu gerçekten? Kimbilir. Ama böylece o öğrencilerin omuzlarına kocaman bir yük yüklemiş olduğunu eminim hiç bilmiyordu ve düşünmemişti: Onlar, hem ne yapacaklarsa artık onu politik olarak hesaba katmadan yapacak ve kendilerini onaylamadığını akıllarından çıkarmayacaklar, hem de onun büyük edebiyatını, ruhlarının yeniden şekillenmesinin başlıca manevi kaynaklarından biri olarak içlerine sindirmeye devam edeceklerdi: Taşıması zor bir yük!
Böyle sarsıntıları erken yaşamanın iyi tarafı şu: Büyük edebiyatçıların, sanatçıların politikaya burunlarını soktuklarında da büyük kalmayabileceklerini hatta sıradan insanlardan bile sığ bir dağarcıkla düşünebileceklerini çok önceden görüp biliyor, politika ve sanat arasında doğrusal bir ilinti olması gerekmediğine dair bilgileri erkenden ediniyor, boş hayaller ve avuntulardan kurtuluyorsunuz: Güzelliğin dili başka, kavganın dili başka! Birini bilenin ötekini de iyi bilmesi şart değil.
Adalet Ağaoğlu 'nun kaç gündür ortalığa saçılan incileri, bunları hatırlatan!
Gerçi ikisi arasında büyük bir fark da var: Vicdan hassasiyeti! Soğuk Savaş dünyasında "Türkiye'de komünizmi övmek serbest olmadıkça, Sovyetler Birliği'ni sizin önünüzde asla eleştirmeyeceğim," diyen vicdan sahibininkinden çok, 1990'larda Yunanistan'da Mikis Teodorakis'in, Fransa'da Yves Montand ile Simone Signoret'nin, sola karşı tavrını andırıyor Adalet Ağaoğlu'nunki: Politik altüstlüğün karmaşık sorunlarına gündelik bilincin diliyle yanaşmak; mantık yerine ahlak, bilgi yerine sezgi; düşünce yerine önyargıyı koymaya kalkmak: Kendine ve kendi rolüne ezilenlerin olduğu yerden, tarihin içinden değil, statükonun gözünden "sokaktaki insan"ın olduğu yerden bakmak..
Bir kere ufkunu böyle sınırlayınca, ister istemez, en sevdiğimiz romancının, "Bir Düğün Gecesi"nin, "Ölmeye Yatmak"ın, "Fikrimin İncegülü"nün yazarının kaleminden şunlar dökülüverir: "(...)İHD'nin esprisinde tek yanlı bir 'ırkçı milliyetçi' hak korunmasının belirli hale geldiği izlenimim silinmedi, arttı (...) kamuoyunun İHD'nin insan haklarına tek yanlı, etnik gruplar ağrılıklı olarak sahip çıktığı inancının değişmediği izlenimi edindim (...) etnik milliyetçilik kışkırtılarının, örnekse PKK terörünün yeniden iç barışı tehlikeye attığı bir zamanda dahi İHD bu cesareti önleyecek yeterli gayreti gösterememiş bulunmakta."
Bir kere akıl ve ruh yoldan çıkmaya görsün, dil de ona eşlik ediyor... Böyle muhakemeye, böyle "sezgi"ye böyle Türkçe, böyle anlatım... Politik imaları ve sonuçları bir yana, modern edebiyatımızın en önemli yazarlarından birinin, ülkenin en önemli meselelerinden birini dillendirmek için "statüko"nun diskuruna, bir arzuhalcinin belagatine sığınmak zorunda kalmışlığı bile, savaşın kültürel yaşantımız üzerindeki çürütücü etkisi konusunda çok şey söylüyor aslında.
Adalet Ağaoğlu'nun dediklerini demeye her zaman hakkı vardı...Ama bir yazar olarak, bir söz ustası olarak bu düşüncelerini "kurucusu" olduğu dernekten, okurlarından, birlikte politika yaptığı, milletvekili adayı olduğu politik partiden ve onun müttefiklerinden saklamaya hakkı yoktu. "Gözaltında kayıp" edilen yakınları için adalet arayanları, "Cumartesi Anneleri"ni hep "kirli savaş"ın bir tarafı olarak göre gelmiş olduğunu dillendirmek için, bunca yıl beklememeliydi Adalet Ağaoğlu. Eğer "vicdanının sesi"ni zamanında yükseltmiş olsaydı, son on yıldaki politik yol arkadaşları da belki bambaşka olur; yolunu bugün onu bağırlarına basanlarla birlikte yürürdü.
Ancak Adalet Ağaoğlu şu an bulunduğu yerde uzun boylu duramaz. Bir anlık "suçluluk duygusu"yla bütün yaşamının manevi mirasını hoyratça balkondan aşağı atarken, kendine kala kala resmiyet dünyasının soğuk, gri, kuru, ruhsuz atmosferinin kaldığını ruhunun en derinlerinde hissettikçe, bu kez büyük bir pişmanlıkla o mirası yeniden bir araya getirmek, kırılan vazoyu onarmak için uğraşacaktır eminim... Umarım buna ömrü vefa edecek ve onu sadece son yaptığı işle yargılamayacak olan pek çok vicdan sahibi de yardımcı olacaktır.
Adalet Ağaoğlu, başka örneklerini de gördüğümüz büyük edebiyatçı ve sanatçılar gibi saçmalama hakkını kullanmış oldu sonuçta. Ancak, onun saçmalaması İHD yöneticilerine ve sosyalistlere de saçmalama hakkı tanımıyor. Düşünce ve zihniyet dünyasının karmaşık işleyişine yön veren bin bir "saik"i "bir düğme"ye indirgemek, Adalet Ağaoğlu'nun evrenini çevreleyen toplumsal-kültürel topografyadaki büyük toprak kaymalarını hiçe saymak olur.
Bu tutarsız istifa bildirisi, doğrusu sağlıklı ve etraflı düşünme koşullarının Adalet Ağaoğlu için bile gittikçe zorlaştığı bir dönemin kapısından içeri girmekte olduğumuzu gösteriyor bize. Adalet Ağaoğlu'ndan alacak bir öcümüz yok. Adalet hanım aslında çocukça bir davranışla hakkını istiyor sayılır bir bakıma: Çok verilenden çok istenir. (EK)