DEHAP Genel Başkanı Tuncer Bakırhan haklı olarak soruyor: "Azınlık değillerse, kurucu üye değillerse, Kürtler nedir?"
Ona bu sözleri söyleten, cumhuriyetin 81. yıldönümüne damgasını vuran azınlık tartışmaları karşısında devlet erkanının ve onlar gibi düşünenlerin sergilediği tutum. Bütün zırhlarını kuşanarak vaziyet alan devlet erkanı, hükmünü verdi ve kestirip attı: Bu tartışma yersizdir, tasvip etmiyoruz! Lozan zorlanıp yeni azınlık statüleri ihdas edilemez. Erkana göre bunun dışındaki her şey folklorik zenginliğimizden ibaretti.
Üniter devlet ve AB
Bu hiçbir açık kapı bırakmama ve buyurgan bir tonda kestirip atma yaklaşımı, en net ifadesini Genel Kurmay ikinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un sözlerinde buluyordu.
Olağan "bilgilendirme" toplantısını adeta lisedeki bir "milli güvenlik" dersine dönüştüren Başbuğ, şunları söylüyordu: "Üniter devlet, ülke, millet ve egemenlik unsurları ve keza yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren devlet olarak tanımlanır. Buna göre üniter devlette tek bir ülke, tek bir egemenlik ve tek bir millet vardır. Türkiye'nin üniter devlet yapısını tartışmaya açmak TSK tarafından tasvip edilemez."
Oysa tartışmaya açmak ne kelime, tanımlandığı şekliyle üniter devlet özellikleri fiilen gitgide aşınıyor. AB'ye tam üyelik süreci bir kazaya uğramadan ilerlediği ve sonuçta üyelikle sonuçlandığı taktirde daha da aşınacak. Egemenlik, yasama, yürütme ve yargı organları bakımından tekliğin yerini "ikilik"; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün sözleriyle "egemenliğin paylaşılması" alacak.
Her şey yolunda giderse birkaç yıl içinde onaylanmış ve yürürlüğü girmiş nur topu gibi bir anayasası olacak AB'ye girmek, aslında devlet, ülke ve millet unsurları bakımından da teklikten vazgeçmek değil mi?
Anayasasından da anlaşılacağı üzere, konfederal bir yapıya bürünecek müstakbel "Avrupa Birleşik Devletleri" ulus-devletin son tahlilde ulus-devlet mantığı içinde kalınarak aşıldığı yeni ve büyük bir territoryal egemenlik birimi ve ulus inşa etme pratiği değil de nedir?
Dolayısıyla, sorunun yeridir: Üniter devlet sizin için bu kadar dokunulmaz, "ilelebet payidar kalacak" bir modelse, konfederal "Avrupa Birleşik Devletleri"ne girmek için neden bu kadar didinip duruyorsunuz?
Başbuğ, konuşma metninin sonuna Atatürk'ün Türkiye haritası üzerine nakşedilmiş bir sözünü iliştirmeyi de ihmal etmiyordu: "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir."
Bu aslında Tuncer Bakırhan gibi düşünüp, münasebetsiz (!) sorular soranlara verilmiş bir cevaptı. Öyle ya, Kürtlerin ve Alevilerin kimi önde gelen temsilcileri azınlık nitelemesini şu veya bu sebeple zaten reddettiklerine göre, geriye kalıyordu şu kurucu ortaklık iddiası. Meğerse işin bu yanı da baştan ve geri dönüşsüz biçimde halledilmiş!, iyi de, bir türlü gündemden düşmeyen şu "bölücü tehdit"in kaynağı nedir?
Devlet erkanının sözlerine inanacak olsak, neredeyse ortada fol yok yumurta yokken, iki rapor, AB'nin "ilerleme raporu" ile insan Hakları Danışma Kurulu'nun "azınlıklar raporu" durgun suları bulandırıyordu. Raporların ardındaki fitne ve fesat tohumları ekme! niyetini, Baykal "azınlık bilinci yaratma" gayreti olarak teşhis ediyordu.
Sanki kırk bin cana ve derin acılara mal olan düşük yoğunluklu bir savaş bu topraklarda yaşanmadı. Sanki pıtrak gibi çoğalan cem evleri raporların tahrikinden sonra bir gecede inşa edildi... Gerçekliğe gözünü kapamanın, fiili durumun gerisine düşerek arkadan nal toplamanın, en geri direnme hattında ve artık sürdürülemez bir statüko üzerinde beyhude ısrarın ender rastlanır bir örneği diye, işte buna denir
İyi ki varsın Fransız modeli
Ama haksızlık etmeyelim. Devlet erkanı ve statükocu cephe yalnızca kaş çatmak, parmak sallamak ve "resmi ideoloji"nin sabitlerini hatırlatmakla yetinmedi. Tartışır gibi de yaptı. Ne de olsa, karşıda AB diye bir muhatap vardı ve AB raporu bütünüyle kanıtsız ve tanıtsız savlarla göğüslenemezdi. Fransız modeli ne güne duruyordu? Üstelik, Fransa AB'nin lider ülkelerinden biri değil miydi?
Gelsin kanıtlar: Türk kimliği belirli bir etnik kökene gönderme yapmaz, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesi kapsayan bir üst kimliktir. Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık esasına dayalıdır, etnik esasa değil. Herkesin yasa önünde eşit olduğu, hiç bir ayrımcılığın yapılmadığı üniter bir cumhuriyette çeşitli etnik, dini ve dilsel farklılıklar; bu farlılıkları topluluk ya da cemaat hakları biçiminde sabitleyerek, böylece azınlık statüleri ihdas ederek değil, herkese şamil bireysel hakların kaplamı içinde kendisini ifade edebilir. Tıpkı Fransa gibi...
Doğrudur; devrimin gürbüzce geliştiği dönem boyunca, hatta Napolyon'un "devrim ihracı" seferinin bozguna uğramasına kadar Fransız deneyimi, hiçbir etnik kökene gönderme yapmaz. Sonraki uluslaşma pratiklerinin çoğunun yaslandığı, tarih içinde süreğen bir kültürel özcülüğe pirim vermek bir yana, Aydınlanmanın çocuğu olan Fransız devrimi için geçmişten gelen kültür, insanın erginleşmesini engelleyen bir yabancılaşma kaynağıydı. Bu nedenle, geçmişten köklü bir kopuşun ürünü olan bir "toplum sözleşmesi"ne dayanmak ve anayasal "yurttaş"ı insanlığın gündemine sokmak Fransız Devriminin ayırt edici özelliğidir.
Ama dünya tarihinin sonraki seyrinde, uluslaşma pratiklerinin genel-geçer modeli Fransa değil, Almanya oldu. Fransa da "aşırılıklarını törpüleyerek, bu modele yaklaştı. Gene de, toplum sözleşmesine dayalı sıfırdan başlangıçlar yapma geleneği nedeniyle, Fransızlar hiçbir kutsiyet ve yücelik atfetmedikleri cumhuriyetlerini rahatlıkla bir seriye dönüştürüp numaralandırabildiler.
Kurucu özne oracıkta durduğuna göre, ihtiyaç hasıl olduğunda "sözleşme"yi yenileyebilir ve bu nedenle hiçbir sözleşme "ilelebet payidar" olamaz. Her şeyi bizim uluslaşma pratiğimizden çok farklı olduğu halde, statükocularımızın bir açıdan Fransız modeline gıpta ile bakmalarının nedeni, aslında belli: Fransız devriminin yerel, dinsel, dilsel, kültürel ve hatta etnik bağları çözerek "özgür" ve türdeş yurttaşlardan bir ulus inşa etmenin şahikası olması.
Ama galiba yeterince dikkatlice izlemiyorlar: Bu türdeşleştirici ve eritici modernleşmenin sınırlarının bulunduğu, küreselleşmenin ve ulus üstü bütünleşmenin aşılmış sanılan kimi sorunları bile yeniden uyardığı Fransa'ya bakılarak da görülebilir, işte Korsikalıların ve Bretonların talepleri.
Kabul: Lozan ve Fransız modeli...
İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun raporu pek çok yanlışı barındırıyor. Örneğin üst kimlik sorununu sözcüklerin basit yer değiştirmesiyle ve ısmarlama bir üst kimlikle çözdüğünü sanmak, pozitif ayrımcılığa eşitliğe aykırı bir düzenleme muamelesi yapmak gibi.
Ama bu rapor statükocularımızın ayaklarının altındaki halıyı çekip aldı. Lozan'ı ihlal etmeden, tam tersine gereklerini yerine getirerek; yeni azınlık statüleri yaratmadan, tersine herkese şamil özgürlüklerin kapsamını genişleterek anlamlı adımlar atmanın mümkün olduğunu gösterdi. Statükocuların silahlarını onlara çevirdi. Bu nedenle "ilerleme raporu"na göre daha fazla öfke çekti.
Bütün bu üst kimlik tartışmalarında unutulan ise şudur: Üst kimlikler ilerici insanlığın yeni bir dünya uğruna mücadelesi içinde, toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesi ve toplumsal bilinç biçimlerinin değişmesi eşliğinde inşa edilir. Evet, Fransız devriminin anayasal "yurttaş"ı kendi dönemi için böyle bir üst kimlikti. Farklılıkları eriten, türdeşleştirici ve soyut eşitliğe dayalı bir üst kimlik. Yakın tarihte hiçbir etnik ve kültürel kökene gönderme yapmayan, ama aynı zamanda farklılıkları tanıyan bir üst kimlik mi arıyorsunuz? İşte Sovyet yurttaşlığı.
Türk kimliğini üst kimlik kabul etmek mi? Üst kimlik varsa alt kimlikler de var demektir? Sayıp dökelim onları. Pekala, başka herkes kendi alt ya da birincil kimliğini sahiplenir ve deneyimlerken, Türk'ü bundan yoksun bırakmak ve onun kimliğini kapsayıcı genellik düzlemi olarak vazetmek, bizatihi Türk'e haksızlık değil mi? (KK/YS)