Toplum ve Kuram Dergisi'nin ilk sayısı çıktı. Yaklaşık dokuz ay önce "sosyal bilimcilere açık davet" başlıklı bir metinle biraraya gelen bireylerin çıkardığı dergi üç ayda bir yayınlanacak.
Dergi kadrosu "Toplum ve Kuram Dergisi, sosyal bilimlerin farklı çalışma disiplinlerinden yararlanarak Kürt toplumunun tarihini, kültürünü, değişim ve dönüşüm dinamiklerini, sorunlarını ve açmazlarını ezcümle bir bütün olarak Kürtleri konu edinerek, bu alanda tespit ettiğimiz ciddi bir boşluğu doldurmayı hedeflemektedir" diyor.
Derginin dosya konusu Kürt Toplumunda Değişim Dinamikleri ve Sınıflar başlıklı.
Bu başlık altında altı yazı kaleme alındı. Türkiye'de Ulus-Devlet Oluşumu, Kürt Direnişi ve Dönüşüm Dinamikleri başlıklı ilk yazı, 1920-1960 yılları arasında Türkiye Devleti'nin Kürt direnişlerine yaklaşımlarına ve asimilasyon politikalarına eğiliyor. Ortaya çıkışından günümüzdeki son dönem uygulamalarına değin GAP'ın sorgulandığı ikinci yazının başlığı; Güneydoğu Anadolu Projesi'nde Bir Yönetim Stratejisi Olarak "Sosyal Kalkınma"dır. Hollandalı beş akademisyenin ortaklaşa hazırladıkları ve savaş döneminde gerçekleşen Dersim'de orman yakmaları üzerine odaklanan yazı, Türkiye Kürdistan'ında Kontrgerilla Stratejisi Olarak Çevre Tahribatı başlığını taşıyor. Annelik ve Politika: Barış Annelerinin Öğrettikleri dosyanın dördüncü yazısıdır. Türkiye'de 1980'li ve 1990'lı Yıllarda Yaşanan Zorunlu Göç ve Toplumsal Sonuçları başlıklı yazıda ise savaş sürecinde Kürtlerin maruz kaldığı göç politikaları ve sonuçları değerlendirme konusu yapılıyor.
Dosya kapsamında yer alan son yazı ise, dergi bünyesinde oluşturulan Tuzla Araştırma Grubu tarafından yürütülen bir alan çalışmasının ürünü olmakla beraber, Tuzla Tersaneler Bölgesi özgülünde Kürtlüğün etnik ve sınıfsal bağlamda mesele olma hallerini irdeleyerek Türkiye'de Neoliberalizm, Kürt Meselesi ve Tuzla Tersaneler Bölgesi ismini taşıyor.
"Akademi Üzerine" başlığı altında ise iki yazıya yer veriliyor. Bunlardan ilki Kürt akademisyen Abbas Vali ile Kürt çalışmaları, akademi ve siyaset bağlantısı üzerine yapılan röportaj. İkinci yazı ise Türkiye'de Sosyal Bilimler Mümkün müdür? başlığını taşıyor, Türkiye akademisinin Kürt meselesindeki tavrına eleştirel bir bakış açısı sunuyor.
Derginin birinci sayısında ayrıca dosya dışı üç yazı yer almaktadır. Bunlardan ilki 20. Yüzyıl Kürt Göç Hareketlerinde Birinci Dalga: Kürtlerin Yeniden İskânı ve Kürt Mülteciler Meselesi isimli yazı.
Ardından gelen yazı, bilinen ilk Kürt tarih kitabı olarak kabul edilen Şerefname'nin irdelendiği Erken Modern Dönem Etno-Politikası: Şerefhan'ın Şerefname'si ve Kürt Beyleri başlıklı.
Son olarak ise Siyasal İktidar Kapsamında Edebiyat ve 'Ulusal Anlatılar': Genesis isimli çalışma dergi sayfaları arasındaki yer alıyor.
Toplum ve Kuram Dergisi'nden Abbas Vali ile yapılan röportajın bir kısmını aşağıda alıntılıyoruz.
Harun Ercan: Akademik çalışmalara, bilhassa Türkiye akademisinde Kürt sorununa ilişkin çalışmalara baktığımızda, genel olarak dikkatini sözgelimi Kürt hareketi ile Türk güvenlik güçleri arasındaki silahlı çatışmaların sonucuna odakladığını görüyoruz. Genel olarak bu sonuçlara, mesela Kürtlerin silahlı çatışma sırasında ülke içinde yerinden edilmelerine, Kürt şehirlerinden büyük şehirlere göçün sonucu olarak ortaya çıkan yoksulluğa yoğunlaşıyorlar. Bu noktada, politik şiddet, onun belirlediği iklimin ortaya çıkışının ardındaki sebepleri, nedenselliği sorgulatacak bir tür boşluk olduğu görülüyor. Türkiye akademilerine ilişkin son birkaç yılda çok gözleminiz vardır, sizce bunu söylemek mümkün mü? Genel yönelim silahlı çatışmanın ortaya çıkıp sebeplerinden ziyade sonuçlara bakmak gibi duruyor. Bununla ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Abbas Vali: Muhtemelen silahlı çatışmanın ortaya çıkışına dair hepinizin kendi yorumu vardır. Benim de silahlı çatışmanın ortaya çıkışına dair kendi okumam var. Silahlı çatışmaya ilişkin çok sayıda alışageldik tarzda yapılmış analizler var, çoğu da muhtemelen geçerlidir çünkü tarih böyle. Varsayalım ki, Türkiye'de yaşayan bir Kürdüm, yabancı değilim. Böyle bir noktada pozisyon almak son derece zordur. Burada hüküm süren koşulların açık bir eleştirisini yapmak ancak alternatif şeyler gelişirse mümkün olur. Böyle alternatiflerin geliştirilmesini sağlamak için bu tür eleştiriler yapılabilir. Dilerseniz şöyle söyleyeyim; bu silahlı çatışma sonuçlarıyla birlikte eleştirilebilir, eleştirilmelidir de. Bununla birlikte, bunu bugün siyasal yaşamın gerçeği ve etkisini sürdüren, sonuçları olan bir şey olarak kabul etmeliyiz. Hem silahlı çatışma hem de sonuçları bu kültürel alanın yaratılma çabasında hesaba katılmalı. Tanıdığım arkadaşlarım var, onların hedefi Türkiye'de Kürtler arasında bu tekeli kırmak için bir şeyler yapmak olmalı. Bu tekeli kırmak onları bir yanda Türk makamlarıyla diğer yanda Kürt siyasal gücüyle karşı karşıya, yüz yüze getirecektir kuşkusuz. Burada yapılması gereken iş şu olmalı: Bu engele karşın böyle bir siyasal kültürel alan açılmalı ki yaşayabilir bir güç haline gelsin. Yalnızca hükümete, hükümetin politikalarına karşı çıkmakla yetindiğinizde böyle bir alanın başarıyla açılma şansı olacağını sanmıyorum. Aynı zamanda Kürt silahlı güçlerinin tekelci politikalarına da karşı çıkmalısınız. Bir kez buna giriştiğinizde siyasal bir parti kurma çabanızın akıbetini de görürsünüz. Bana kalırsa bir siyasal partinin kurulmasında hükümetin ileri süreceği önkoşullar, bu siyasal partinin işleyişinde PKK'nin öne süreceği önkoşullardan farklı değildir. Hükümet partinin PKK'yi kınamasını, karşı durmasını ister; PKK ancak kendi iradesini tanıyıp çizgisini sürdürürse varlık göstermesine izin verir. Bir anlamda her iki siyasal tutum da benzerdir. İkisi de bağımsız güçlerin ortaya çıkmasından hoşnut olmaz. Deyim yerindeyse ikisi de yeni bir siyasal alanın, siyasette yeni bir dilin, yeni hak, mücadele dilinin tanımlanmasını istemez.
HE: Öyleyse sizce Türkiye'de entelijansiya ya da akademi Kürt sorunuyla ilgili olarak bu açıdan yeni bir alan açabilecek bir güce ya da kapasiteye sahip midir?
AV: Entelijansiya canlanırsa, gücü olur. Kürtçede bir deyiş vardır; "öküzün kulağında uyuyor" (dı guhé ga de radızén) derler. Müthiş bir uykudalar, onları uyandırmanın zamanı geldi. Uyanırlarsa bu çok önemli bir etki doğurur. Bu kültürel alanın parçası olarak akademiden bahsediyorum, salt sınıflara gidip ders vermekten bahsetmiyorum. Bu özel ilişkinin parçası olarak akademiden ve akademisyenlikten bahsediyorum. Bu ilişki, gerektiği gibi harekete geçirilmesi durumunda gerçekten önemli bir güce dönüşebilir. Mesela bana Türk gazetelerinde Kürtlerin esamesinin okunmadığını anlattılar. Kültürel entelektüeller gündemin tanımlanmasında rol almıyorlar. Bu sınırlar içinde tanımlanmışlar, bence büyük ölçüde Kürt akademisyenlerin eksikliği bundan kaynaklanıyor. Dediğim gibi, belli bir konuda siyasi bir duruş edinmek için etnik kökenlerinizi işaret etmeniz gerekmiyor. Türkiye hakkındaki spesifik bir konuda siyasal bir duruş edinmek için ben Abbas Vali'yim, Kürdüm demek zorunda değilim. Etnik kimliğini öne sürmeden yaşayan birçok Kürt akademisyen tanıyorum. Şimdi durum böyle olabilir ama bence bu boşluğun dolmasının tam zamanı; bu gerçekten büyük bir boşluk. Başka ülkelerle karşılaştırırsak, burada Kürtlerin ağırlığı, muazzam potansiyeli etkin değil. Ben durumu böyle görüyorum.
Sidar Bayram: Kürt sorunuyla ilişkili olarak konuyu biraz daha akademik alana, kültürel ve siyasal alanın otonomisine kaydırırsak; Türk ve Kürt entelektüelleri ya da diğer bileşenlerce, konuştuğumuz gibi bağımsız bir kültürel ve siyasal alan açma imkânı var mıdır? Bu sorunla cebelleşen mevcut dil ve metodoloji ile (hem akademik hem siyasal anlamda) bunu yapmak mümkün mü?
AV: Söylediğinizin kesinlikle zorunlu olduğuna inanıyorum. Eğer farklı bir gündeme sahipseniz, bu gündem zorunlu olarak kendi dilini taşıyacaktır. Aklıma iki nokta geliyor. Mesela geleneksel sol dağarcıktan bahsedebiliriz. Geleneksel sol sözcük dağarcığının bu yeni gündeme yararı dokunacağını ya da ona katkı sunacağını sanmıyorum. Öte yandan, geleneksel Kürt milliyetçiliğinin dağarcığı da buna katkı sunmakta ciddi biçimde yetersiz kalmaktadır, yani bunun da yararı olmaz. Açık bir gündem oluşturacaksanız ve bu gündem geleneksel Kürt milliyetçiliğinin söylem ve dağarcığını kullanacaksa bunun, bu alanı genişletmeye faydası dokunmayacaktır. Bu yeni bağımsız kültürel alanın kesinlikle gerekli olduğuna inanıyorum; bu açıdan konuyu oldukça iyi ifade ettiniz. Bu bağımsız kültürel entelektüel alanın kesin olarak yeni bir dile ihtiyacı vardır. İran Kürdistan'ıyla ilgili olarak sınırlı ama görece başarılı örneğe değindiğimde, onların hem siyasal partilerin milliyetçi dilinden hem de geleneksel radikal solla hükümetin dilinden kuşkusuz farklı olan bu yeni dili geliştirmeye çalışmalarından bahsediyordum.
SB: Sonraki soru Kürt milliyetçiliğinin kökeniyle ilgili. İran ya da Irak'ı bilmiyorum ama Türkiye bölgede bu kökenlerden biri kültürel ya da siyasal alana dâhil etmeye çalıştıkları tarihsel anlatılardır. Siz yazılarınızda bu tarihsel anlatının üretildiği dili, bunun gramerini ve geleneksel milliyetçi iddia üzerindeki vurgusunu da eleştiriyorsunuz o halde. Bastırılmış sınıflar, bastırılmış uluslar, etnik grup hakları konularını gündeme taşıyan Maduniyet Çalışmaları'nı olumlayıp olumlamadığınızı da görebiliyoruz. Bu tür tarihsel anlatılar ya da iddialarla ilgili daha çok epistemolojik ve metodolojik bir sorundan bahsettiğimize inanıyorum. Hem içerik açısından hem de zamansal olarak ezenlerin yaptığı gibi ezilenlerin de tarihsel anlatılarını yazmak mümkün mü? Tarihsel Kürt anlatılarının tarihsel Türk anlatılarını büyük ölçüde taklit ettiğini düşünüyorum. Üçüncü dalga ya da Üçüncü Dünya milliyetçiliği olduklarını söylemek istemiyorum fakat bu noktaya düşmemenin bir yolu var mı? Aynı pozisyonu ifade etmeyen, farklılığını aynı dille belirtmeyen etkili tarihler nasıl yazabiliriz?
AV: Bu dilin ya da isterseniz çalışma yönteminin diyelim, söz hakkı olmayanların, sözü inkâr edilenlerin sözü olduğunu düşünüyorum. Ama söz hakkı olmayanların sözünü söyleyebilmesi için, inkârcı ve ezenlerle bastırma hakkında aynı söz dağarcığıyla ve aynı tonlarda konuşması halinde ise... Mesela Türk solunun oldukça duygusal dilinde bu olabilir. Radikal hareketlerin olduğu dönemde ABD'yi düşünün. Okuduğunuzda çok duygusaldır ama bu dil 1919 ya da 1934'ten beri bu ülkedeki insanların hayat ve mücadele anlatısını yazmada işimize yaramaz. Konuya yeni yaklaşım yöntemi getirmek için yeni bir dil kesinlikle gereklidir. Asıl konu buna nasıl başlayacağımız, bunu nasıl popülerleştireceğimizdir. Bir sürü insan gelip bu dili anlamadıklarını, konuyu niye karmaşıklaştırdığınızı söyleyecektir. Ezenlerin kim olduğunu bizim kim olduğumuzu biliyoruz. Elbette ezenlerin birçok yüzü, yönü vardır. Kaldı ki ezilen hem yeknesak bir kategori değildir hem de orada sadece tek bir ilişkiden veya güçten bahsedemeyiz. Şu halde bana bu yöntemi nasıl geliştireceğimizi soruyorsanız, bir yerden başlayıp devamını getirmemiz gerektiğini söylerim. Bu gerçekten gereklidir. Bu yeni kültürel siyasal alan, gerek söz dağarcığını gerekse de bu bastırma, dışlanma, inkâr anlatısını oluşturmada yeni bir yaklaşım biçimini üretmenin zeminidir. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Orada bir girdinin, bir tür modelin, ilham verecek bir şeyin olması gerektiği muhakkak. Bence geçtiğimiz yirmi beş yılda sosyal bilim ve siyasal teori literatüründeki gelişmeler böyle girdiler sunmaktadır. Ciddi olarak incelerseniz sizi bu yönde etkileyecek çok şey bulursunuz. Bunun neden önemli olduğunu da vurgulamalıyım. Yalnızca bilindik yolları kullanıp eski söylemi kullanmakla bunu başaramazsınız. Bakın, siyasal partilerin bir misyonu, yandaşları vardır. İnsanların çok fazla akıl yürütmeye değil, inanmaya ihtiyacı var. Size inanmaları için belli bir söyleme gereksiniminiz vardır. Ama insanların akıl yürüteceği (bunun esasen rasyonalist bir söylem olacağını söylemiyorum) bir alanın açılması gerekiyor. Burada kastedilen şey, insanların körü körüne inanan olmaması ya da olmak istememesidir, aklın ve tartışmanın gücünü yeni bir alan açmak için kullanmalarıdır. Sosyal bilimler söylemi muhakkak büyük ölçüde siyasal spektrumun solundan geliyor. Solu çok genel anlamıyla tanımlıyorum. Bu söylem siyasal spektrumun solundan gelecektir, fakat spektrumun sağında da incelenebilecek, faydalanabilecek son derece önemli kimi fikirler bulunabileceği düşüncesine açık olunmalıdır. Yirmi yıl önce insanların şimdiki sözcük dağarcığıyla konuştuğunu zannetmiyorum. Öğrencilerimin Türkiye'deki Kürt sorunu hakkında Amerikan üniversitelerinden getirdiği başvuru formlarına bakıyorum. Buradaki dil son derece farklı. Kürt sorunu hakkında özellikle çok güçlü bir sempati besleyen sol görüşlü öğrencilerin (birçoğunun etnik kimliği Kürt olsa da aralarında Kürt olmayanlar da var) kullandığı dil son on beş, yirmi yılın dilidir. Bu dilde siyasal spektrumun sağından gelen sözcükleri görebilirsiniz. Üstelik bu dağarcık gayet iyi kullanılmıştır. Yirmi beş yıl önce olsaydı dolaysızca diyalektik yaklaşım kullanılırdı. Bütün bunları yapmıştık, o zaman bu mevcuttu.
HE: Bu nosyonları sağdan almaktan bahsederken sağ kavramından ne anlaşılması gerektiğini daha açık tanımlayabilir misiniz? Yirmi-yirmi beş yıl öncesiyle bir ayrım yaptınız...
AV: Entelektüalizm, politik ve teorik yenilikler yalnızca sol görüşlü entelektüellerin tekelinde değildir. Merkez sağ, hatta sağcı entelektüeller de başka açılardan bu konular hakkında kafa yoruyor. Bazen çalışmaları son derece önemli olabiliyor. Walter Benjamin gibi seçkin bir sol görüşlü entelektüelin ve teorisyenin son derece kolay ve açık biçimde, sıkıntı duymadan, sonradan Nazi Almanya'sının ideologu sayılabilecek Carl Schmitt'in geliştirdiği bazı fikirleri aldığını gördük. Bugün herkes Carl Schmitt'in siyasal biyografisini biliyor, ama kimse onu bununla ilişkilendirmek istemiyor. Kürdistan gibi koşullarda hali hazırda bu konular üzerinde araştırma yapan çok sayıda insan var, olağanüstü hali, hükümet politikalarını biliyorsunuz. Bu araştırmacılar, onun yazılarında analitik olarak bir hayli güçlü olabilen özel bir siyasal söz dağarcığı bulabilirler. Onun liberalizme ve liberal hukuk, liberal haklar kavrayışına getirdiği eleştirilerde kullandığı söz dağarcığından faydalanıyorsunuz. Bu verilebilecek örneklerden biri. Siyasal felsefe açısından bildiğiniz başka örnekler de var. Bütününde bu önemlidir çünkü bu yeni siyasal söz dağarcığı, yeni siyasal söylemin cephaneliğinin çoğunlukla Avrupa'daki çağdaş siyasal ve entelektüel gelişmelerden, merkez soldan gelecek. Buradan gelecek ve bunun da yararı dokunacak. Bunu söylemişken, benim zamanımda solun acınası, çok acı ve üzücü karakteristiklerinden birinin de, Avrupa'da olup bitenlere küçümseyici bir gözle bakması olduğuna sözü getirmek istiyorum. Sizin de bildiğiniz gibi; bu bakış açısına göre sanki her şey büyük bir komplonun parçasıdır. Benim kuşağımdan aramızda çok azımız gerçekten İngilizce kitap okurdu. Bu tutum devam ettikçe çok ileri gidemeyiz. Bu söylemin, bu bağımsız kültürel siyasal alan aslında entelektüel olarak kendini besleyecek zemini Türkiye'nin dışında buluyor. Bunun anlamı Türkiye'de düşünce ve yenilik olmaması demek değildir. Elbette var, bunu inkâr etmiyorum. Ama ihtiyacımız olanın çoğu bugün dışarıdadır. Bu ilişkiyi sürekli kılıp çeviri, tartışma açısından, üretkenlikle, yazılarla daha güçlü kılmalıyız. Bu alanı açmanın gerekli olduğuna inanıyorum.
HE: Kürt öğrencilerin oluşturduğu yeni kuşaktan, daha doğrusu Kürt sorunu hakkında kafa yoran öğrencilere değindiniz. Öyleyse yeni kuşağı yeni bir kültürel ve siyasal alanın açılabilmesi bağlamında nereye yerleştirmeliyiz? Bu kuşakta yeni tanımlar, yeni fikirler getirme kapasitesi ya da potansiyeli görüyor musunuz?
AV: Evet, öyle düşünüyorum. Bunu gayet ilginç buluyorum, ama istisnalar dışında paradoksal bir durum da oluşturuyor. Çoğu gençle ya derste karşılaşıyorum ya bir barda ya da restoranda denk gelip tanışıyorum. Dışarıdaki bütün bu gelişmelerden haberdar olduklarını görüyorum, bununla siyasal etik açısından ilişkileniyorlar; eski biçimlere hâlâ bağlılık duyduklarını görüyorsunuz. Herkesi kastetmiyorum ama çoğunluğu böyle. Mesela PKK'yle ilgili tutumlarını görebiliyorsunuz. Bu açıdan siyasal etik gerçekten güçlü. "Bir yere varmayacağını bilsem de, bunun yanlış bir yol olduğunu bilsem de, devletle savaşan, kararlı bir tutum alan, fedakârlık yapan vb. bir güç olduğu için onu savunuyorum". Bu paradoksu anlıyorum, ama bu paradoksun ne kadar devam edeceğini bilmiyorum. Şimdi 24-25 yaşında olan bu delikanlının ya da genç kızın 35 yaşında yurtdışında (hatta burada) derece alıp döndüğünde hâlâ böyle düşünüp düşünmeyeceğini bilmiyoruz. Değişimin araçlarının doktora yapmaktan geçtiğini söylemiyorum, yanlış anlamayın. Daha fazla öğrendikçe, ufkunuzu genişlettikçe bu paradoksun, bahsettiğim paradoksal durumun on yıl önceki kadar güçlü olmayacağını düşünüyorum.
SB: Başka bir paradoksal konu da şu... Yeni bir kolektif öznellik, Kürtlerin ezilmesine karşı çıkarken öte yandan bu dünyada Kürt olmaya (Kürt olmaya indirgenmeye) çeşitli şekillerde karşı çıkıyor. Bir taraftan Kürtlerin ezilmesine karşı çıkarken, devlete karşı tutum almak istiyorsunuz ama diğer taraftan çok yönlülüğünüzün Kürt olmaya indirgenmesine direniyorsunuz. Bu paradoksa değindiğinizde benim aklıma bu geldi, belki bu açıdan da bakılabilir. Bana bu paradokslarla yüzleşmemiz gereken üretken zeminler var ve muhtemelen doğru çözümleri göremiyoruz gibi geliyor. Yine de, tamamen yeni olmasa da siyasetin ve Kürt sorununun eski kavramsallaştırma, hayata geçirme biçimlerini kırmaya çalışırken bu iki paradoksu aklımızda tutmamız gerektiğini düşünüyorum.
AV: Evet, söylediğiniz gibi kendimize ilişkin algımız, kimliğimiz devlet ve devletin politikaları ile ilişki içinde belirlenir, bunun önemli bir konu olduğunu düşünüyorum. Söylediğiniz paradoksal duruma dönersek, birinin bu bağımsız kültürel alanda geliştirdiği ve hayata geçirdiği yönlerin devlet karşısında biçimlenen kimliğe indirgemenin bu insan açısından sorunsuz bir şekilde uygun, kullanışlı, hatta kabul edilebilir olduğunu söyleyebilir miyiz? Cevabın bu bağımsız kültürel alanın ne kadar bağımsız, ne kadar "demokratik" olduğuna bağlı olarak verilebileceğine inanıyorum. Bu alan bağımsızlaştıkça böyle çok yönlü kimlikleri ifade etme yönünde bir arzu da olacak. Kültürel alan daha kısıtlayıcı, daha ezici ve daha çok kontrol altında oldukça, devletle ilişki içinde biçimlenen yeknesak kimliğin ifadesi de daha çok hâkim olur. Ama umarım birincisi, ilk versiyonu galebe çalar. Bu çok yönlü kimliğin ya da birinin kimliğinin çoklu yönlerinin ifadesi için böyle bir şans vardır. Bunun daha fazla önem kazanacağına, daha etkin ve hakkında konuştuğumuz gelişmelerle siyasal olarak daha fazla koşut olduğuna inanıyorum. Devlete, inkâra ve bastırmaya karşı muhalefet ve direniş bu tekil kimliği de şekillendirir; bu direniş bahsettiğimiz öznelliği tanımlamaya temel olarak yeterlidir, bu tür siyasetin sürdürülmesine uygun olacaktır ama bu yeterli değildir. Günümüzdeki teori diliyle konuşacak olursanız, özcü kimlikler ne olursa olsun her zaman kötü değildir derim. Ama bu bir siyaset teorisi dersi değil, dolayısıyla bu dili kullanmıyorum. Ama siyasette ve kültürde yeknesak bir kimliğin sınırlı bir siyasal, kültürel alanda iş görürken etkili olabileceğine inanıyorum. Kültürel bir alan mevcut değilse ve bu kültürel alanı yaratma çabalarımız, başkaları karşısında bir fark yaratma hedefini güdüyorsa, o zaman burada bu çok yönlü kimliğin temelde hayati bir öneme sahip olduğu ve bize de gerekli olduğu bilgisi ve bilinci ile yaklaşmalıyız. Bu bağımsız kültürel siyasal alanda, eğer yapabiliyorsanız farklı hareket edersiniz. Bunu her gün görüyoruz. Her şeyi tek bir boyut temelinde tanımlamak işe yaramayacaktır. (HE/SB-EZÖ)
Dergi iletişim bilgileri: Şehit Muhtar Mahallesi, Kurabiye Sokak,No: 9/3 Beyoğlu, İstanbul, (0212) 295 35 50, [email protected]