Tarihle ilk ilişkimiz genellikle çocuk yaşta aile büyüklerimizin anılarını dinleyerek başlar. Sonra ilkokul sıralarında her sabah hazır ol’da devletin resmî tarihini de duymaya ve öğrenmeye başlarız. Zaman geçtikçe ise bu anlatılarda bazı eksiklikler fark ederiz. Söylenenler gerçek hayatla her zaman bütünüyle örtüşmez. Eksik parçalar, kara boşluklar vardır. Çünkü resmî tarih egemenlerin şanlı zaferlerini anlatırken bunun topluma yansımalarını örter; bazı aileler ise toplumsal travmaların üstünden atlar.
Benim tarihle ilişkim de üstüme örtülen kimliklerin içimde oluşturduğu boşluklar ve ailemin tarihinde üstünden atlananlarını merak etmemle başladı. Okula ilk gittiğimde tembihlenmiştim; babamın aslını ve nereli olduğunu söylemeyecek, Türk ve Müslüman olduğumuzu belirtecektim. Böylece her sene, okul dönemi benim için babamın nereli olduğu hakkında yalanlar uydurarak başlıyordu. İlk haftalar her hoca için 45 kişi tek tek ayağa kalkıyor, anne babamızın nereli olduğu ve ne iş yaptığını söyleyerek ‘tanışıyorduk’. Bu sayede belki ilk notlarımızı almış oluyorduk.
Benim notlarım hep iyiydi. Makbul bir öğrenciydim. Makbul olmak için ne söylemem gerektiğini biliyordum. Sınıfın çoğu da böyleydi. Ancak bazen asiler çıkar makbullüğün sınırlarını zorlardı. Örneğin Azad köyünün Kürtçe adını söyleyince bazı öğretmenler öyle bir yer olmadığında diretirdi. Benim babamı haritada yerini bilmediği köylerden birinin çocuğu yapmamın aksine Azad, her karışını iyi bildiği köyleri anlatırdı. Bazı çocuklar ise sesi üstüne giydirileni kaldıramazdı. Annesi babası hayatta olmayan, çalışmayan, inşaat işçisi olan, çöp toplayan çocuklar bunu ayakta 45 kişinin önünde söylerken zorlanır, sesi titrer ve gözleri dolardı. Ama okullardaki eğitimin temel amacı zaten buydu: Küçücük bedenlere ne olduğunu ‘öğretmek’ ve onlara tarih sahnesinden kostümler biçmek.
Babaannem İrini
Benim kostümüm ise evde hazırlanmıştı. Ben doğunca babam adını Mehmet Öztürk, dinini ise İslam olarak değiştirilmişti. Böylece bana okullarda ve mahallelerde başkaları tarafından dikilecek kostümlerin iğneleri batmayacaktı. Umulduğu gibi başkalarının iğneleri batmadı ya da tarih sahnesinde yargılanmadım; ancak evde dikilen kostüm içimde delikler açtı. Kostümümü tarihin güveleri yemişti. Sonradan aklımın erdiğine karar verilip babaannem İrini’nin mektupları bana okutulunca bile dolmadı o boşluklar. Aksine büyüdü. Mektuplarında hep korkularından, endişelerinden, komşularının düşmanlıklarından bahseden babaannem hep diken üstünde yaşamış, bazı yılları ise hafızasından komple silmişti.
Babaannem İrini İstanbul’da doğup büyüyen, filmlerde gördüğüm neşeli, açık sözlü ve hayat dolu Rum kadınlarındandı. Büyükbabası 1890’da Kuzey Yunanistan’ın bir köyünden başka bir sürü işçiyle İstanbul’a çalışmaya göçmüş, bir süre İstanbul’da sütçülük yaptıktan sonra bakkal açmış, evlenmiş ve köklenmiş. Babaannem ise 1954’te 16 yaşında Taksim Rum Kız Lisesi’nde başarılı bir öğrenciyken doktor olmayı düşlüyormuş. O dönem Taksim Meydanı’nda kar yağınca oluşan manzarayı ve liseden çıkıp kartopu oynayan gençleri bütün detaylarıyla anlatıyor. 1955 sonrası ise boşluk…
Mektuplarında o yılları atlayıp 1970’lerden devam ediyor. Okulu neden bıraktığı, küçük yaşta neden evlendiği, Türkiye’den neden gittikleri, orada yapamayıp neden döndüklerinin detayları yok. Ancak sonradan, okul dışı tarihten, öğrendiklerimle bunların nedenlerine dair fikirlerim oluştu.
6-7 Eylül Pogromu’na giden süreç ve sonrası bu yüzden benim kendi varlığım (ya da yokluğum) için özel bir anlam taşıyor. Ailemin nasıl daha da yoksullaştığının, benim bu maddi ve manevi zenginlikten nasıl yoksunlaştırıldığımın izini bu süreçte sürdüm hep. Üstüme dikilen makbullüğün boşluklarını, tarihi egemenlerin gözünden yazmayanlarla doldurmaya çalıştım. Böylece yaşadıklarını bana anlatamayacak kadar hırpalanmış ailemin Anadolu’nun Türkleştirilmesi sürecinden nasıl bir pay aldığını öğrendim. El konulan Rum ve Ermeni mallarının Türk burjuvazisi yaratmadaki rolünü ve yaratılan bu sermayeden sınıfımdaki inşaat işçisi oğlu Ünal’ın da, Kürt Azad’ın farklı biçimlerde de olsa nasıl zarar gördüğüne şahit oldum.1
Tarihin kararması
Artık 6 Eylül gecesi babaannemin tam olarak neler yaşadığını bilme ihtimalim yok. Babamın 80’ler ve 90’lar boyu İstanbul’da Hıristiyan bir Rum genci olarak yaşadıklarını kızına aktarmamak için Öztürk’leşmesinin detaylarını da öğrenemeyeceğim. Öğrenmek de istemiyorum. Ancak bu pogromun aniden varlıklı Rumlara yönelik patlayan öfkeyle oluşan bir utanç gecesi olmadığını, yıllar boyu egemenlerin siyasi söylemleri, kanunları ve idari pratikleriyle gündelik hayata nasıl işlendiğini, sadece varlıklı Rumları değil bütün gayrimüslimleri hedef aldığını öğrendim.2
Ailemin o günlerde neler yaşadığını tam olarak bilemesem de içine doğulan kimliği toplum içinde çocuk yaştan saklamak zorunda kalmanın ve varlığını toplum içinde özgürce dile getirememenin yükünü iyi biliyorum. Bu coğrafyadaki devlet pratiklerinin tarihi nasıl kararttığını, halkların içinde nasıl boşluklar açtığını, insanların yaşamlarını elinden aldığını görüyorum. Çünkü hâl3a çocukların toplumla kurduğu ilk ilişkide içine doğduğu bedeni, tarihi ve geçmişi yargılanmadan ifade edebilmesi ve kendini sonradan inşa edebilmesinin önüne engel olarak bu topraklara dökülen pestisitlere ve biçilen mono-kültüre şahitlik ediyoruz. Bu mono-kültürlü sistem ise bir avucu zengin ederken üzerinde yaşayan toplumları zayıflatıyor, arasına suni boşluklar koyuyor ve her türlü hastalığa dirençsiz kılıyor: “Bebeklerden katiller yaratıyor”.
6-7 Eylül’den bugüne bu ülkede yaşayan Rumlara, Kürtlere, Alevilere, Ermenilere sayısız linç, suikast ve katliam gerçekleşmeye devam etti. Bugünlerde ise göçmen nefreti her sokaktan fışkırıyor ve başka bir sermaye paylaşım savaşının mağduru Suriyelilere yöneliyor. Gündelik hayatta küçücük çocuklara bile dümdüz ırkçılık yapılıyor ve neredeyse her sene Suriyelilerin yaşadığı mahallelere pogrom benzeri linçler düzenleniyor. Böyle bir iklimde toplumumuzun kendisinde ve bireylerin içinde farklı biçimlerde oluşmuş boşlukları gidermek için Hrant’ın sözlerini hatırlamayı önemli buluyorum. Aynı kıyıyı, dağları, ovaları, nehirleri paylaşan Türkler, Yunanlar, Kürtler, Ermeniler, Araplar yan yanadır. "Komşudurlar ve mecburlar birbirleriyle barış içinde yaşamaya. Başka çareleri yok. Bize düşen bu barışı üretmektir".3
Aynı coğrafyayı paylaşan halkların emekçileri olarak, bu barışın yollarını aramanın 6-7 Eylül çocukları ve torunlarının da içindeki boşluklara şifa olabilmesini umuyorum. Bu topraklarda yaşanılanları asla unutmadan ama daha fazla insan başka dillerde aynı acıyı yaşamasın diye çabalayarak. (DMÖ/TY)
1. Onaran, N. (2013). Cumhuriyet'te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1920-1930). Evrensel.
2. Benlisoy, F (2012). "6-7 Eylül kapanmadı".
3. Kıvanç, Ü. Hafıza Yetersiz. Hrant Dink Vakfı.