Senenin sonu çift rakamla bitiyor ve aylardan Eylül ise Oslo’da festival heyecanı başlamış demektir. Bu yıl on beşincisi düzenlenen Uluslararası Ibsen Festivali, yeryüzünde bir oyun yazarı için düzenlenen tek festival olması bakımından özel bir yere sahip.
Norveç Ulusal Tiyatrosu (Nationaltheatret) tarafından, iki senede bir düzenlenen festival bu yıl oldukça iddialı bir program sundu. 8-25 Eylül tarihlerinde düzenlenen ve on tanesi yabancı olmak üzere toplam 40 prodüksiyonun yer aldığı festivaldeki seminerler de dikkat çekiciydi.
Detaylara geçmeden önce Ibsen, Oslo ve Nationaltheatret üzerine birkaç sözün yerinde olacağını düşünüyorum.
Dünya sahnelerinde oyunları Shakespeare’den sonra en çok oynanan oyun yazarı olan Henrik Ibsen, 1850 yılında Catiline adlı oyunuyla başladığı yazarlık kariyerine 1899’da kaleme aldığı son oyunu Biz Ölüler Uyanınca’ya kadar devam eder. Bu süre zarfında Ibsen tiyatro yazınına çoğunu Norveç dışında yazdığı toplam 27 oyun armağan eder. Kariyerinin ilk yıllarındaki başarısızlıkların, maddi sıkıntıların, kırgınlıkların yıllar içinde üstesinden gelen Ibsen 1891’de dünya çapında bilinen ve saygı duyulan bir yazar olarak Norveç’e geri döner. Ibsen’in Oslo’ya geri döndüğü tarih, Uluslararası Ibsen Festivali’ni düzenleyen Nationaltheatret’in inşa edildiği yıllar olması bakımından ilgi çekicidir. O dönemlerde İsveç egemenliği altında olan ve bağımsız bir ülke olma yolunda ilerleyen Norveç, ulus kimliği oluşturmaya milli kültürünü inşa etmekle başlar. Yapımı bizzat halk tarafından karşılanan Nationaltheatret bu eğilimin en somut adımını teşkil eder. İnşaatı 1899 yılında biten tiyatro, Norveç’in üç büyük yazarı Holberg, Ibsen ve Bjørnson oyunları ile perdelerini açar. Bugün ‘Ibsen oyunlarının evi’ olarak anılan bu tiyatroda sahnelenen ve Ibsen’in bizzat provalarına katıldığı ilk oyun Bir Halk Düşmanı olur.
2016 Uluslararası Ibsen Festivali Nationaltheatret’in büyüleyici güzellikteki sahnesinde Bir Halk Düşmanı uyarlaması, Enemy of the Duck ile başladı. Sahnelenme aşamasında yazdıklarının aynen korunmasını konusunda katı tutum sergileyen pek çok oyun yazarlarının aksine, eserlerinin uyarlamalarının yapılmasını vasiyet eden Ibsen, festivaldeki uyarlamaları görse eminim çok mutlu olurdu. Bu yönden bakıldığında dramaturgların festivali olarak da anmaya değer gördüğüm bu sanat olayında ilk dikkatimi çeken dramaturg Hege Randi Torresen oldu. Torresen Ibsen’in Yaban Ördeği ve Bir Halk Düşmanı oyunlarının günümüze bir kolaj olarak uyarlamış. Thorleifur Örn Arnarsson tarafından yönetilen Enemy of the Duck dramaturginin etkili biçimde uygulandığı çok dikkat çekici bir yapımdı. Bir Halk Düşmanı’nda atık sular nedeniyle kirlenen kaplıca suyu sorunsalını, günümüzde Northern Oil and Gas şirketinin petrol kuyuları ile ilgili enerji sorunu olarak değiştiren ekip, kolajlarının merkezinde “Gerçek her zaman doğru olan yol mudur?” sorusunu almışlar. Sonucunda ortaya Ibsen’e burlesk bir mizah, kışkırtıcı bir fantezi ve büyülü bir gerçeküstücülükle, olağanüstü bir estetik çizgide yaklaşan ve büyük beğeni ile karşılanan yepyeni bir Ibsen yorumu çıkmış.
Bir Halk Düşmanı’nın festivaldeki bir diğer uyarlaması ise Zimbabwe’den geldi. Gelişen dünyada içme suyu kirliliğini kendi ülkeleri üzerinden ele alan ve Chritopher Mlalasi tarafından yazılan Water Games Ibsen’in Afrika’dan yükselen sesi olması bakımından festivale zenginlik kattı.
Bu yılın öne çıkan oyunlarından bir diğeri Hedda Gabler oldu. Biri sinema uyarlaması olmak üzere toplam üç farklı uyarlama üzerinden seyirci ile buluşan Hedda Gabler yapımları arasında 2011 Hedda Ödülünü kazanan Visjoner Theater’ın Hedda Gabler at Saeterhtten adlı yapımı da vardı. Bir diğer Hedda Gabler uyarlaması ise İsveç’ten geldi. Yönetmenleri arasında Ingmar Bergman’nın da bulunduğu Dramaten topluluğu farklı sahne teknikleri kullanarak tek kişilik olarak sahneledikleri oyunlarıyla büyük beğeni topladılar. Prömiyeri Ibsen’in bugün müze olarak kullanılan evinde düzenlenen, yönetmenliği Matthew John tarafından yapılan Hedda Gabler ise oyuna yazıldığı dönem üzerinden yaklaşan bir film uyarlamasıydı. Ibsen’in hırçın kızından sonra sahnede öne çıkan diğer kahramanı uçarı Peer Gynt oldu.
Deutches SchauspielHaus Hamburg tarafından sahnelenen ve yönetmenliğini Simon Stone’un yaptığı Peer Gynt festivalin heyecanla beklenen yapımlarından biriydi. Stone seyircinin bu beklentisini olağanüstü bir yaklaşımla tasarladığı güçlü bir iddia etrafında şekillendirerek karşımıza çıktı. Peer Gynt’ü günümüzde bir kadın olarak taşıyan yapımda tüm roller Ibsen’in yazdığından farklı cinsiyetlere alınıp yeniden yorumlanması bakımından ilgi çekiciydi. Stone’a göre Ibsen, Peer Gynt’ü yazarken farkında olmadan 21. yüzyıl kadınını ele almıştı. Bu düşünceden yola çıkan ve metne sondan başlayarak sahneleyen ekip, bizlere, çalışmak için çocuğunu ve kocasını terk edip Dubai’ye giden başarılı bir kadın mimar rolündeki Peer ile çocuğu için yaşadıkları şehirden ayrılmayan vefakar baba rolündeki Åse’nin yenilenmiş hikayesini anlattılar. Seyircinin çok sevdiği bu hikayenin kurucusu, oyunun dramaturgu Sybille Meier’in oyun öncesindeki söyleşisi genelde hep geri planda kalan dramaturglara yakın olma imkanı sunmasıyla bile benzersiz bir deneyimdi. Festivalin oyunlarını ele aldığım bu bölümü Nationaltheatret’in Borkman uyarlamasından bahsederek bitireyim. Dramaturgluğu Gabriella Bussacker, Olav Torbjørn Skare, Hege Randi Tørressen tarafından yapılan oyunun yönetmeni Moritz Müller çarpıcı rejisiyle yeni bir sahne dili arayışı konusunda parlak fikirler sundu. Komedi yanı güçlendirilen prodüksiyon seyirci-oyuncu ilişkisini yeniden tanımlamasıyla da ilginçti. Seyircilerin yarısı oyunun sonlarına doğru oyuncular tarafından salondan çıkarılırken oyunun beklemedikleri kadar içine giriyor, oyun alanının dışına çıkıyorlardı. Alkışların salonları inlettiği bu prodüksiyonları umarım ülkemizde de görebiliriz.
Gelelim seminerlere… Bir önceki festivali de takip etmiş biri olarak bu sene oldukça zengin bir seminer programı ile karşılaştığımı söylemeliyim. Özellikle İranlı tiyatro profesörleri Farin Zahadi ve Massaud Rayegani’nin katılımları ile gerçekleşen ve Vijyoner Teater tarafından İran’da sahnelenen Hedda Gabler oyununu konu alan İran’da Hedda Gabler ve Ibsen başlıklı seminer, Ibsen’in eşitlikçi havasının doğu toplumları için ne denli önemli bir nefes olduğunun algılanması bakımından dikkat çekiciydi.
Festivalin bir diğer ilginç semineri Ibsen ve Munch üzerine düzenlenmişti. Bergljot Geist tarafından verilen bu seminer yaşadıkları dönemde birbirlerini tanıyan ama asla iki yakın arkadaş olmayan bu iki sanatçının birbirilerinin sanatını nasıl takdir edip, karşılıklı olarak birbirlerinden ne denli etkilendiklerini ortaya koyması bakımından ilgi çekiciydi.
Bu yıl Ibsen severleri ‘Ibster’ olarak adlandıran festivalin seminerlerinde birinde ağırladığı bir diğer sanatçı John Lennon oldu. Erik Edvardsen tarafından verilen seminerde Lennon’un Ibsen hayranlığı ele alındı. Yuvarlak gözlükleri ve yanaklarına kadar inen geniş favorileri ile Ibsen hayranlığını imajına da taşıyan Lennon bu hayranlığını Ibsen’i popüler kültüre yaklaştırmasıyla öne çekti. Seminer sonunda başta bu hayranlığı bilmeyen çoğumuz için bu senenin en sıkı Ibster’ı John Lennon oldu.
Festivalin kapanışı ise dünyanın en büyük tiyatro ödülü olan Ibsen Ödülü’nün bu seneki sahipleri İngiliz topluluk Forced Entertainmet tarafından yapıldı. 2007’den beri verilen ve Norveç devleti tarafından finanse edilen bu ödül tam 450 bin Amerikan doları değerinde, dünyadaki en prestijli tiyatro ödülü. Bir seçici komite tarafından belirlenen kişi veya tiyatro gruplarına verilen Ibsen Ödülü’nün ilk sahibi ise tiyatro ile ilgilenenlerin yakından bildiği bir isim, Peter Brook.
Gelelim Forced Entertainment’a… 36 yıldır birlikte tiyatro yapan Robin Arthur, Tim Etchells, Richard Lowdon, Claire Marshall, Cathy Naden, Terry O’Connor’dan oluşan topluluk günümüz İngiliz avant-garde tiyatrosunun öncü temsilcilerinden. Çalışmalarında bütünlüklü bir metin kullanmadıklarını belirten Forced Entertainmet oyunlarını, doğaçlama, deneysel yaklaşım ve kendi aralarındaki tartışmalarla şekillenen orijinal yaklaşımlar üzerinden ele alıyor. Yenilikçi tiyatro anlayışları sonucunda seyircinin daha önce pek de karşılaşamadığı bir yakınlıkta buluşturan topluluk festivale Coming Storm, The Notebook ve And on the Thousandth Night ile katılarak bu ödülü ne denli hak ettiklerini kanıtladı. Topluluğu daha yakından tanımak isteyen meraklı tiyatro severler için internet sayfalarına göz atmalarını öneririm.
Bitirirken, festivallerin sanat üretimi yolunda emek harcayan insanlar için önemli buluşma mekanları sağlamaları, düzenlendikleri kente bir süreliğine de olsa bambaşka bir iklim getirmeleri gibi hemen hepimizin söyleyeceği genel geçer saptamalardan çok kendi hissiyatımdan bahsetmek istiyorum.
Ibsen Festivali, dünyanın farklı ülkelerinde, bir yazarın dünyasını kendi dillerimiz üzerinden yeniden ve yeniden yürürken soluklandığımız bir mola anı oldu. Birbirimize yolculuk anılarımızı anlattığımız, birbirimizi dinlediğimiz, paylaştığımız zamanlar kazandık. Geride kalana omuz verip, yeni ufuklara ulaşanlarımızı takdir ederek birbirimizi cesaretlendirdiğimiz kıymetli anlarda buluşma fırsatı yakaladık. Benim için ise bir şeylerin hala süregittiğini görmek ve bir parça umutla eve geri dönmek harika bir motivasyon oldu. Yalnızca ama yalnızca bunun için bile olsa, teşekkürler Ibsen. (BA/EKN)