Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’yi, Kürtçe’nin seçmeli ders kapsamında okutulması için başlatılan kampanyaya verilen cezalarla hak ihlali yaptığı gerekçesiyle mahkum etti.
Benim de aralarında olduğum sekiz öğrencinin dosyasıyla AİHM’ye sunulmuş dava, kampanyadan tam 16 yıl sonra karara bağlandı. Kararın çok geç verilmesi ve tazminat miktarının 1500 Euro gibi, “gönüller hoş olsun” minvalinde olmasıyla bu ceza, sembolik önemde.
Peki, o dönem ne olmuştu?
2001 sonbaharında İstanbul Üniversitesi’nin ana kampüsteki rektörlüğüne, “anadilinde eğitim istiyoruz” talebiyle elimizdeki 500 dilekçeyi teslim ederek Türkiye’nin değişik illerindeki üniversitelere yayılacak bir kampanyayı başlattık.
İlk dilekçelerin teslim edildiği 20 Kasım günü kampanyayı yürüten arkadaşlarımızdan bazıları gözaltına alındı, ağır işkenceye maruz bırakılarak (elektrik verilmesi gibi) cezaevine yollandılar. Rektör Kemal Alemdaroğlu idi. Biz öğrencileri sorgu odalarına çekenler arasında Nur Serter gibi hocalar vardı. AKP’nin iktidar olmasına ise henüz bir yıl vardı.
“Kürtçe’nin üniversitemizde seçmeli ders olarak okutulmasını” talep eden yazılı dilekçeyi amfilerde, kantinde ve yemekhanelerde öğrenci ve hocalara yönelttik ve imzalarını topladık. (Bazı) öğrenci ve hocaların ilgisini çeken, imzacısı bol bir kampanya oldu. Ancak ilk etapta topladığımız dilekçelerden kısa bir süre sonra, rektörlük üniversitenin panolarına uyarı yazıları asarak “dilekçe veren öğrencilerin dilekçelerini geri çekmeleri” uyarısı yaptı, aksi takdirde soruşturma açılacağı belirtiliyordu. Yani rektörlük dilekçeye cevap vereceğine, okul panolarından “uygun” bir dille tehditler savuruyordu.
Elimizde kalan diğer dilekçeleri de rektörlüğe sunmak istedik fakat bu sefer “Toplu olarak dilekçe kabul etmiyoruz, dilekçelerinizi alamayız” gibi bir cevapla geri çevrildik. Tek tek postayla iadeli taahhütlü yollamayı denedik, ama yine de dilekçelerimizi o ilk 500 imzadan sonra ulaştıramadık İstanbul Üniversitesi Rektörlüğüne. Velhasıl, en temel hak olması gereken, bir kuruma dilekçe verme hakkımız da ihlal edilmişti, dilekçeleri ulaştırma başlı başına bir girdap olmuştu.
Bu süreçte Türkiye genelinde, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) verilerine göre toplam 2 bin 60 öğrenci “Kürtçe Seçmeli Ders” kampanyasıyla ilişkili olarak gözaltına alındı. Bu gözaltıların en kitleseli, 526 dilekçeci öğrencinin aynı anda gözaltına alınmasıyla Van’da gerçekleşti.
Barış Akademisyenleri’nin bildiri sürecinde olduğu gibi, bizde de dilekçelerini çekenler oldu. Rektörlüğün önüne gidip öğrencilere, “Lütfen çekmeyin” diyenlerimiz oldu. Dilekçelerini çekmeyen öğrencilerin adları kısa bir süre sonra okulun panolarına asıldı, bu sefer de rektörlüğe ifade vermeye çağırıldık. Bir tür “ikna odalarıydı” aslında, ancak herkesi ikna etme gereği duymuyorlardı. (Mesela bana, “Bunun arkasında örgüt (PKK) var, sizi onlar yönlendiriyor” dışında bir şey söylenmedi)
İfadelerimizin alınmasından yaklaşık bir ay sonra kimimiz üniversiteden atıldı (YÖK’e bağlı hiçbir kurumda okumamayı kapsayan bu cezayla, bir nevi üniversiteyi okumanız engelleniyor), kimimiz bir ila iki donem arası okuldan uzaklaştırma cezaları aldık.
Hepimiz yurtlardan ivedilikle atıldık, öğrenci burslarımız kesildi… Kısacası, üniversite ve devlet 18-22 yaşlarındaki üniversiteli öğrencilerin hayatlarını “karartmak” için her türlü tehdidi, cezayı kullandı. Sonraki süreçlerde cezaevlerine girenlerimiz de oldu, gerillaya katılanlarımız da... Orada hayatını kaybedenlerimiz de oldu.
Türkiye, AİHM’e verdiği savunmada, “yaşayan diller enstitüsünden”, “Kürtçe’nin statüsünün iyileşmesinden” bahsetmişti. Asimilasyonun hızla devam ettiği Türkiye’de, Kürtçenin büyük bir tehlike altında olduğunu sanırım aklıselim herkes kabul edecektir. Türkiye bu son 15 yılda yaptığı bütün Kürtçe ile ilgili “açılımlarda”, sembolik olmanın ötesinde bir şey yapmadı. İnkâr ettiği bir dili, bu sefer kendi tekeline alarak (o da çok sembolik bir biçimde birkaç kurum, enstitü ve bölümlerle) “inkar etmiyorum, baskı altında tutmuyorum, ama bu kadarına razı gelin” edasıyla Kürt dili meselesini geçiştirmeye çalışıyor. Kürtçe’nin Türkiye’de halen resmi bir statüsü yok ve inkârın bu kadar şiddetli yaşandığı bir ülkede dilin doğal yollardan tekrar yaygınlaşacağını düşünmek pek iyimser bir düşünce.
Zira Kürtlerin kendi çabaları ve imkânlarıyla acılan okullar olağanüstü hal uygulamaları bahane edilerek kapatıldı, “Yasayan Diller Enstitüsü’ndeki” üniversite hocaları işlerinden atıldı, kayyum atanan Kürt illerindeki belediyelerde ilk iş olarak Kürtçe tabelalar indirildi.
16 yıl önceden şimdiye değişmeyen tek şey ise Türkiye gerçeği oldu!
Çok temel evrensel haklar için insanlar hala çok ciddi bedeller ödemek zorunda bırakılıyor. 2001’de Kürtçe için verilen kampanyaya gösterilen devlet refleksi ve zihniyeti, Barış İçin Akademisyenler davalarıyla güncellenmiş oldu. (RI/AS)
* Davayı AİHM’e taşıyan avukat Fırat Aydınkaya ve Okan Yıldız’a teşekkürler.