Fransa'nın Cannes şehrinde düzenlenen G-20 liderler zirvesinden dişe dokunur bir karar çıkmamasının ardından, şimdi dünya Büyük Durgunluğa, belki de depresyona daha yakın görünüyor. G-20, 2008 öncesinde, Asya krizi ile ortaya çıkan "küresel ekonomik koordinasyon" eksikliğine bir çare olarak maliye bakanlarını bir araya getiren bir zemin olarak kurgulanmıştı.
BRIC diye adlandırılan Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya'yı masa dışarısında bırakan bir forumun meşrutiyetinin iyice tartışmalı hale gelmesiyle, G-7'nin, hadi ekonomik kararlara katılmasına izin verilen Rusya'yı da katarsanız G-8'in pabucu dama atıldı.
Küresel krizle birlikte G-20 bir liderler zirvesine dönüştürüldü, 2008 Washington toplantısıyla küresel krizi çözme yolunda "kapitalizmin kolektif iradesi" beyan edildi. Nisan 2009 Londra zirvesinde ise, IMF [Uluslararası Para Fonu]'ye daha büyük yetkiler tanıyan 1 trilyonluk bir paketin yürürlüğe konmasıyla iyimserlik rüzgarları estirildi. Daha sonraki Pittsburg, Toronto, Seul toplantıları giderek ivmesini kaybeden, inandırıcılığını yitiren toplantılara, sahne oldu.
Nihayet 2011 Cannes zirvesi, G-20'nin tabutuna son çivinin çakıldığı, artık neoliberalizmin sınırları içinde küresel ekonominin büyüme, yatırım ve istihdam sorunlarına bir çare bulmanın imkansızlığının kanıtlandığı bir dönüm noktası kabul edilebilir. G-20 ülkeleri dünya üretiminin, yüzde 90'ını, dünya ticaretinin yüzde 80'ini gerçekleştiriyorlar.
Buna karşın, BM [Birleşmiş Milletler] Genel Sekreteri Ki-Moon'un, "Paranın yüzde 85'i burada ama, dünya ülkelerinin yüzde 85'i yok" ifadesine kulak verirseniz, G-20 zaten başından meşrutiyeti tartışmalı bir forumdu.
OECD 2012 büyüme tahminlerini ABD [Amerika Bileşik Devletleri] için yüzde 3.1'den 2'ye, Avro Bölgesi içinse yüzde 2'den acınası bir düzeye, 0.3'e çekti. Bir anlamda Batı kapitalizmini pek parlak günlerin beklemediğini ilan etti. ABD zaten kendi derdine düşmüş, Avrupa'ya destek olacak konumda değil. Bu nedenle olacak, AB [Avrupa Birliğ]'nin dönem başkanı Nicholas Sarkozy umudunu büyük ölçüde Çin, Hindistan, Brezilya gibi yükselen ülkelerin hamiyetperverliğine bağlamıştı.
Bu durumu, "tarihin garip bir tecellisi, emperyalist Avrupa bir dönemki sömürgelerine avuç açacak duruma düştü" biçiminde istihza ile karşılamak da mümkün. "Bakın şu Avrupalılar'ın yüzsüzlüğüne; kişi başına gelirleri hâlâ 40 bin doların üzerindeyken, aynı rakamın henüz 5 bin doları bulduğu Çin'i, 1500 dolarda gezinen Hindistan'ı kapılama gayreti içindeler" yaklaşımıyla kınamak da. Zaten Çinliler saf oldukları için değil, avronun yuan karşısında değer kaybından dış ticaretleri olumsuz etkilenmesi endişesiyle devreye girebilirlerdi. "Ama Avrupalılar birbirlerinin kamu kağıtlarına itibar etmez, zor durumda yardımına koşmazken niye biz kendimizi ateşe atalım" diyerek, kayıtsız kaldılar.
Özetle, zirve sonuç bildirgesindeki, "büyüme ve istihdam için bir eylem planı gerekir" yolundaki temennilerin ötesinde somut bir karar alınamadan sona erdi. İtalya, "hizaya getirilmek üzere" IMF'nin gözetimine emanet edilirken, Yunanistan ise kendi kaderine bırakıldı.
Tüm küçümseyici ifadeleri, "gürültücü Yunanlı" aşağılamasını kale almamak gerekiyor. Çünkü Yunan halkının bağımsızlığına ve onuruna sahip çıkması; kamu varlıklarının haraç mezat satışına, neoliberalizmin acımasız saldırısına teslim olmaması tüm dünya halkları için anlamlı bir örnek oluşturuyor.
Aşağıdaki 10 soru ile Avro Bölgesi krizine daha yakından bakmaya, Avrupa emekçi sınıflarının yüzyılı aşan mücadeleleri sonucu kazandıkları haklara nasıl bir saldırı sürdürüldüğünü irdelemeye çalıştık.
Soru 1- Nasıl bir kurumsal yapı Avro Bölgesi'ni derin bir krizin eşiğine getirdi?
Birleşik Avrupa Projesi malların ve hizmetlerin dolaşımında sınırları kaldıran tek pazarın ardından, Maastricht Anlaşması'yla işgücünün serbest dolaşabildiği bir aşamaya ulaştı. 1997'deki Amsterdam anlaşmasıyla da Büyüme ve İstikrar Paktı yürürlüğe girdi; böylelikle mali istikrarı ön plana alan, "sorumsuz" kamu açıklarına ve haddini aşan borçlanmaya prim vermeyen bir hükümet etme anlayışı karar altına alındı. En son olarak da 1999'da tek paraya geçilerek "ekonomik birliğin" iskeleti tamamlandı.
Mart 2000'de kabul edilen Lizbon Stratejisi ise tek Avrupa'yı 2010'a kadar, özellikle ABD ve Japonya karşısında dünyanın en rekabetçi pazarına dönüştürmeyi amaçlıyordu. Ne yazık ki hedef yılın ilkbaharında Yunanistan şokuyla "yaşlı kıta" dünyanın en sorunlu coğrafyası haline geldi. Bugün Avro Bölgesi'nin düştüğü durumu değerlendirirken ayrıntılara boğulmak yerine, ekonomi politikalarını şekillendiren neoliberal tasarımı sorgulamak daha anlamlı görünüyor.
Bu tasarım, "döviz kuru yönetimi, para politikası ve maliye politikası" gibi üç önemli ekonomi politikası avadanlığını depoya kaldırdı. Döviz kurunu ayarlayamayan, faizlerini belirleyemeyen ulusal hükümetler adeta bir cendereye sokuldular. Maliye politikalarında da yüzde 3 bütçe açığı sınırını aşamayan, bölgenin GSYH [Gayrisafi Yurtiçi Hasıla]'sının yüzde 1'iyle sınırlı Avrupa bütçesiyle yaralarına çare bulamayan hükümetler için mali piyasaların şefkatine sığınmaktan başka çare kalmadı.
Sol Keynesyen iktisatçı Thomas Palley'in sözleriyle, "bizzat avronun mimarisi tahvil piyasalarını ulusal hükümetlerin efendisi yaptı." Medyada eleştirilen, "sorumsuz hükümetler" imajının tersine, hedef tahtasına konulan iki örnek, İspanya ve İrlanda hükümetlerinin 2008'deki durgunluğa kadar bütçe açıklarına ve kamu borçlarına gem vuran "mali sorumluluk" numunesi tutumları bile onları krizden kurtaramadı. Bir anlamda, "kuralların çiğnenmesi değil kuralların kendisi krize neden oldu" yorumu doğrulandı.
Soru 2- Avro Bölgesi krizi nasıl derinleşti?
Avro Bölgesi 12.5 trilyon dolarlık bir ekonomi. Almanya'da ve Fransa'da kişi başına gelir 40 bin dolar civarında. Göreceli daha yoksul "Club Med" olarak adlandırılan İspanya, Yunanistan ve Portekiz'de bile kişi başına gelir Türkiye'nin iki katından fazla, sırasıyla 29, 26, 20 bin dolar. Buna karşın işsizlik oranı yüzde 10.
İşsizlikte en vahim tablo, yüzde 20.9'la 25 yaşın altındakilerde gözleniyor. İspanya'da genel işsizlik oranı yüzde 21.2'ye, 25 yaş işsizlik oranı ise yüzde 46.2'ye kadar yükseliyor. Üstelik bir iş bulanlar da giderek daha fazla geçici, kısmi zamanlı, sözleşmeye dayalı güvencesiz işlerle yetinmek zorunda kalıyor.
Avro krizinde dizginleri ele alan, "Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası, IMF"den oluşan "Troyka" kamuoyuna sorunun nedenini, başta Yunanistan olmak üzere borca ve bütçe açıklarına batmış ulusal hükümetler olarak sunuyor. Halbuki bunlar yalnızca krizin semptomları. Asıl neden, 2008'de derinleşen küresel finansal krizin faturasının kamu tarafından üstlenilmesi.
Hepsi Avro kullanmayan 22 AB ülkesinde Ekim 2008 - Ekim 2010 arasında finansal sektöre tam 4.5 trilyonluk destek sunulmuş. Bunun bir kısmı garantiler biçiminde de olsa, "yardım" yaftası altında doğrudan ödenen kısım 2008'de 237 milyar, 2009'da 354 milyar avroyu buluyor. Bu miktar aralarında tarım, balıkçılık, ulaşım altyapısının bulunduğu tüm "üretici" sektörlere yapılan yardımın beş katına ulaşıyor.
IMF'nin kendi yayınlarından, Avro Bölgesi'nde krizin etkilerinin makro göstergelere yeni yeni yansıdığı 2008'de, bütçe açığı ortalaması GSMH'nın yüzde 2.1 ile makul bir düzeyde iken, finansal kurtarma paketleri kamburunun da etkisiyle bu açığın 2009'da yüzde 6.4'e, 2010'da ise yüzde 6.2'ye yükseldiğini görüyoruz.
Bu korkutucu rakamlarda kriz nedeniyle vergi gelirlerinin düşmesinin, işsizlik ödentisi gibi sosyal programların kabarmasının da haliyle payı var. Bu eğilimin doğal bir sonucu da, Avro bölgesinde 2007'de GSMH'nın yüzde 72'si düzeyindeki kamu borçlarının ani bir sıçramayla 2010'da yüzde 93'e yükselmesi.
Özetle, kamunun krizi, özel sektörden, özellikle finans sektöründen kaynaklandı. Finans kapitali kurtarmak için vergi mükellefinin cebine uzanan el sade yurttaşlara işsizlik, yoksulluk biçiminde geri döndü, sıradan yaşamları cehenneme çevirdi. Dolayısıyla Avro Bölgesi'nde bir sınıf savaşı yaşanıyor.
Soru 3- Avro krizine neşter vurmak için en son toplanan Brüksel zirvesinden ne karar çıktı?
Avrupa liderleri, olmazsa maliye bakanları, merkez bankası başkanları sık sık toplanıp uzun uzun müzakere ediyorlar, yeni kararlar alıyorlar, piyasaları itidale davet ediyorlar; kısa bir süre için iyimserlik rüzgarı estirince, çok geçmeden kriz tekrar nüksettiğinde bir araya gelmek üzere dağılıyorlar.
The Guardian gazetesinin ekonomi editörü Larry Elliot'a göre bu süreç yeni bir Avrupa'nın doğum sancılarının çekildiği, tam dokuz ay süren 1815 Viyana Kongresi'ne benzetilebilir. Elliot ekliyor, o dönemlerde kredi temerrüt swapleri (CDS), tahvil spreadleri, rating kuruluşlarının aniden not açıklamaları gibi işi daha da karmaşıklaştıran ayrıntılar yoktu.
Brüksel'den çıkan kararları yorumlamadan önce neden bir türlü kalıcı bir çözüm bulunamadığını kısaca tartışalım. Kriz yönetiminde başrole soyunan Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransız Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy son tahlilde piyasa sisteminin erdemine inanan, neoliberal düzenle bir sorunu bulunmayan figürler.
Keza Avrupa Merkez Bankası Alman Bundesbank modelinde aşırı muhafazakar, 1930'ların Weimar Cumhuriyeti'nde banknotların el arabalarıyla taşındığı hiperenflasyon döneminin kabuslarını hâlâ uykularında gören bürokratlardan oluşuyor.
IMF'nin bu konulardaki vicdan fakiri tavrını ise, herhalde biz Türkiye vatandaşlarından daha iyi bilen bir türe dünya üzerinde rastlamak kolay değil. Dolayısıyla büyüme ve istihdamı ikinci plana atan, emekçilere bedel ödeterek kemer sıkma önlemleriyle düze çıkmayı umut eden bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Kriz döneminde onca yaşanan sıkıntıya rağmen hala piyasa sinyallerine prim veren, öncelikle piyasa aktörlerine güven aşılamaya özen gösteren bir yaklaşımla sorunları çözmek mümkün değil. Çünkü kamu kaynaklarını seferber edip, "kârlar özel zararlar kamusal" zihniyetine ilişmeksizin, finans kapitalin vurgun vuran temsilcilerine selam çakıp, vurgun yiyenlerinin yardımına koşunca haliyle kamu borçları kabarıyor. Kamu borçlanmak için yine özel sektörün hizmetine sığınıyor ve yeni bir krizin patlak vermesinin koşulları oluşuyor.
Çözüm sorusunda değineceğimiz gibi emeğiyle geçinenlerin alım gücünü artıran, kamunun ekonomik yaşama üretici ve yatırımcı olarak daha aktif katılımının önünü açan radikal bir sıçrama gerçekleştirmediği takdirde, Avrupa "acil, olağanüstü tarihi" gibi sıfatlarla süslenen zirveleri konuşmaya devam eder.
Gelelim alınan kararlara; öncelikle Yunan kamu kağıtlarında yüzde 50 traşlama uygulanacak. Bu da Alman bankalarına beş, Fransız bankalarına dokuz, kendi hazine kağıtlarının yüzde 18'ini elinde tutan Yunan bankalarına 30 milyar avro taze para enjeksiyonu demek. Bu arada Yunan kağıtlarını borç alıp açığa satanlar ciddi karlar sağlayacak.
Bankalar bu indirimi "gönüllü" kabul ederse, bir temerrüt durumu ortaya çıkmamış sayılacak. Aksi takdirde CDS denilen kredi temerrüt sigortası sözleşmesi alanlar için gün doğacak, piyasalar tam bir kaosa sürüklenecek.
Avrupa bankalarının 106 milyar avro sermaye artırımı da karara bağlandı. Avrupa bankaları, küresel piyasaların en güçlü oyuncusu Amerikan para piyasası fonlarının avrodan kaçmasından muzdaripler. 106 milyar avro, çekirdek sermaye yeterlilik oranının yüzde 9'a yükselmesi için kullanılacak. Bu rakamın ne ölçüde kar dağıtmadan bankaların kendi kaynaklarından, ne ölçüde kamu bütçesinden sağlanacağı meçhul.
Bankaların varlıklarını azaltarak bilançolarını daraltması ise kredi kuruması (credit crunch), yani durgunluğun derinleşmesi anlamına gelecek. 440 milyar dolarlık Avrupa Finansal İstikrar Fonu da yeni yatırımcılar da cezbedilerek 1 trilyon avroya çıkarılacak. Ayrıntıları öğrenmek isteyenler, Cannes'daki 3-4 Kasım G-20 zirvesini beklemeleri söyleniyor. Biz hiç tereddüt etmeden söyleyelim, krizin çok geçmeden nüksedeceğini öngörmek için kahin olmak gerekmiyor.
Soru 4- Avro Bölgesi krizinde Almanya'nın hiç vebali yok mu?
Bilindiği gibi Almanya 3.3 trilyon dolarlık yıllık üretimle Avrupa'nın en büyük ekonomisi, yaygın kullanılan ifadeyle lokomotifi. Son bir yılda yüzde 1.6'lık Avro Bölgesi ortalamasının üzerinde, yüzde 2.8'lik bir büyüme kaydetmiş. Dış ticareti 200 milyar dolar fazla veriyor. İşsizlik oranı yüzde 6.9'la geçmişe oranla oldukça yüksek seyretse de, yüzde 10'luk Avro Bölgesi ortalamasının hayli altında. Çıplak rakamların ötesinde, Avrupa'da yaşanan ekonomik sürece baktığımız zaman Almanya'nın hiç de masum sayılamayacağını görüyoruz.
Öncelikle ortak paraya geçiş sürecinde Avrupa'daki ticaret partnerlerinin Alman markını çıpa kabul ettiklerini hatırlayalım. Daha o zamandan emek maliyetlerini amansızca düşürme harekatına girişen, aslında kendi parası markın değer kazanmasına izin vermeyen, Berlin yarışa avantajlı başlamış oldu.
İkincisi, 2000'lerle birlikte ücretleri baskı altına alan ihracata dayalı büyüme modeline hız verildi. Almanya'da reel ücretler düşerken, nominal yani çıplak ücretler üretkenlik artışının gerisinde kaldı. Fransa'da ücretlerle üretkenlik artışı atbaşı giderken; Güney Avrupa ülkelerinde teknoloji ve işgücü kalibresinin de birlik ortalamasının altında olması nedeniyle üretkenlik artışı ücretlere ayak uyduramadı. Her yıl biriken ufak farklar, sonunda Almanya'nın Güney Avrupa ülkeleriyle arasında yüzde 25'lik, Fransa ile yüzde 15'lik bir rekabet avantajı kazanmasına yol açtı.
Avro partnerleri yanında, dış dünyaya karşı da büyük ticaret fazlaları veren, ücretler yükselmediği için iç talebi de hızlı artmayan, dolayısıyla büyüme performansı da tatminkar seyretmeyen, "Avrupa'nın Japonyası" böyle yaratıldı. Üçüncüsü, 2005'ten başlayarak Alman hükümeti bütçeyi iyice sıkmaya başladı.
Zaten özel sektörün de karları artmış, borçlanma talebi kalmamıştı. Doğal olarak elinde fonlar biriken Alman bankaları, cari açıklardan muzdarip diğer Avrupa ülkelerine bol kepçeden krediler dağıtarak, cari açıklarını finanse ettiler.
Bu anlamda Yunanistan başta olmak üzere, çevre Avrupa ülkelerine yönelik kurtarma planları, aslında alacaklı konumundaki Almanya ve Fransa bankalarını düze çıkarma operasyonu olarak da kabul edilebilir. Hollanda, Avusturya, Finlandiya gibi "tuzu kuru" ülkeler ise bu süreçte Almanya'nın yardakçıları olarak dikkat çektiler.
Soru 5- Gerçekten Yunanistan'ın yaşadığı bir tembellik krizi mi?
Yaygın medyada tembel, miskin, gününü gün etmeye bakan Yunanlı mentalitesinin krizin başlıca nedeni olduğu kanısı yaygınlaştırılıyor. Bu yaklaşım, aslında işçilerin, emekçilerin tembel, vurdum duymaz, sorumsuz; buna karşılık sermayedarların çalışkan, disiplinli, üretken olduğu, bu nedenle "esnek emek piyasalarında" emek kesiminin terbiye edilmesi gerektiğini vazeden neoliberal kurguya uygun.
Artık gına getiren bu malum zihniyeti biraz da Akdeniz güneşi, "uzo-balık-sirtaki" muhabbetiyle harmanlayıp, bilinçaltından tam da silinmeyen Yunanlı önyargısıyla süslerseniz, bu hikayeyi Türkiye kamuoyuna satmakta pek zorlanmazsınız. Özellikle AKP'nin pompaladığı "yükselen Türkiye" imajı da egoları kabartıyor; biçare Yunanlı imajını pekiştiriyor.
Konuya girmeden önce, döviz kuru oynamalarıyla Türkiye'de kişi başına gelirin dokuz bin doların altına indiğini, Yunanistan'da ise 26 bin dolarda seyrettiğini, diğer bir deyişle ortalama Yunanlının bizden üç misli daha zengin olduğunu bir hatırlayalım. AB'nin istatistik kuruluşu Eurostat'ın verilerine göre, Yunanlı işçiler haftada ortalama 42 saat çalışırken, Avro Bölgesi ortalaması 40 saat.
Gelelim ortalama ücretlere; Yunanistan'da sosyal güvenlik ve vergiler dahil ortalama ücret 800 avro dolaylarındayken bu rakam İrlanda'da 1300, Fransa'da 1250, Hollanda'da 1400 avro. Yunanistan'da emekliler ayda ortalama 750 avro alırken, beyaz saçlıların eline İspanya'da 950, Belçika'da 2800 ve Hollanda'da 3200 avro.
Sıra geldi Yunanistan'da devlet dairelerinin tıka basa memurla dolu olduğu mitine; Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre, kamu çalışanlarının toplam işgücü içindeki oranı Yunanistan'da yüzde 22.3 iken, bu oran Fransa'da yüzde 30, İsveç'te yüzde 34, Hollanda'da yüzde 27; bir tek Almanya'da yüzde 14' istihdam payıyla Yunanistan'dan belirgin bir biçimde düşük istatistiklere rastlanıyor.
Bu arada Yunanistan'da geçici sözleşmeyle çalışan kamu görevlilerinin sayısının 300 bin olduğunu da hatırlayalım. Costas Lapavistas ve arkadaşlarının Yunanistan üzerine yaptığı kapsamlı bir araştırmaya göre, ülkenin içine sürüklendiği kriz büyük ölçüde spekülatörlerin saldırısının bir sonucu.
Daha önce böyle durumlarda devalüasyon yoluyla, aşırı gevşek para politikasıyla enflasyon yaratarak, borçlu ülkeler bedel ödeyerek de olsa krizden sıyrılabilirken, Avro Bölgesi'nde bu yol kapalı. Kemer sıkarak bütçe açıklarını kısma politikası da, bu kurgu büyümeye izin vermediği, vergi gelirleri aracılığıyla kamunun hasılatı artmadığı için sonuç vermiyor. Yunanistan, kamu varlıklarını, örneğin Pire'deki Akdeniz'in en büyük limanını haraç mezat satmaya zorlanarak, özeleştirme cenderesine sokuluyor.
Soru 6- PIGS grubu ülkelerin Yunanistan dışındaki üyeleri ne durumda?
Portekiz, İrlanda, Yunanistan, İspanya'nın oluşturduğu Avro Bölgesi'nin ekonomik krizle boğuşan ülkeleri PIGS diye adlandırılıyor. Bu grubun en büyük ekonomisi 1409 milyar dolar GSYH ile İspanya. Portekiz 229, İrlanda 204, Yunanistan ise 300 milyar dolarlık bir ekonomiye sahipler. İspanya'da dış açıklara neden olan zayıf dış ticaret performansı, özellikle yabancı sermaye finansmanına dayanan fazlaca borçlu bir özel sektör yarattı.
Kamu maliyesi ise çok sınırlı açıklar, hatta zaman zaman fazla veren istikrarlı bir seyir izledi. İspanya, ABD ve İngiltere'nin yanı sıra emlak fiyatlarının en hızlı arttığı ülke grubunda yer aldı. 2007'de inşaat sektörü GSYH'nın yüzde 10'unu oluştururken, istihdamın da yüzde 13'ünü sağlıyordu.
Bu arada Latin Amerika ülkelerindeki hızlı büyümeyi de finanse eden bankaların bilançoları haliyle şişti. Küresel krizle birlikte emlak fiyatları inişe geçerken, borçlu hanehalkı da talebi kısıp borçlarını azaltmaya girişti. Ekonomi hızla daralırken, hükümetin ekonomiyi canlandırma paketleri yüzünden kamu borçları balon yaptı, 2007'de GSYH'nın yüzde 42'si ile Avro Bölgesi ortalamasının oldukça altında seyreden kamu borçları, 2011'de yüzde 74'e kadar tırmandı.
Şu anda cari işlemler açığı 62 milyar dolar, son bir yılın büyüme performansı yüzde 1'in altında seyreden İspanya'nın 2012'de de kalkışa geçmesi beklenmiyor. Haliyle bu durum bütçe açıklarının artmasına, ülkenin kamu kağıtlarının spekülatörlerin saldırısına hedef olmasına neden oluyor.
İrlanda ise 2. Dünya Savaşı sonrası yaşanan "Kapitalizmin 30 Altın Yılı" döneminden nasibini alamayan, hep geri kalmışlık sendromu yaşayan bir ülkeydi. Hızlı bir büyüme kaydedip, "Kelt Kaplanı" ünvanını alması 21. yüzyıla kalmıştı. 1993-2000 arasında ekonomi yüzde 9 hızla büyürken, işsizlik de neredeyse bir sorun olmaktan çıkmıştı.
İrlanda küreselleşme sürecine entegrasyonun ilk aşamasında Amerikan çokuluslu şirketlerinin teveccühüne mazhar oldu. Büyümenin yüzde 85'i çokuluslu şirketler tarafından sağlanırken, özellikle enformasyon teknolojisi devleri ülkeye akın etti. 2001'de dotcom köpüğünün patlamasıyla, büyümenin dinamiği inşaat ve finans sektörüne kaydı. İrlanda bir yandan vergi cenneti, diğer yandan offshore finansal merkez haline geldi.
Emlak fiyatları hızla artarken, 2007'de inşaat sektörü istihdamın yüzde 13'ünü yaratmaya başladı. Küresel krizle birlikte emlak sektörü çöktü, bankacılık sektörünün zararlarını üstlenmek ülkenin hazinesine düştü.
2007'de GSYH'nın yüzde 29'u dolaylarındaki kamu borcu, 2010'da yüzde 102'ye, 2011'de yüzde 120'ye sıçradı. İşsizlik yüzde 14'e fırlarken, toplum "biz Yunanistan değiliz" sloganının ispatına seferber edildi. Ağır bir kemer sıkma programıyla ücretler düşürülürken, 2014'e kadar 30 milyar avroluk, hem harcamaları kısma, hem de vergileri artırmaya yönelik, meymenetsiz bir reçete uygulamaya sokuldu. Küresel talebin zayıflığı da İrlanda'nın ihracata yönelik ekonomisinin hamle yapmasını engelliyor.
Portekiz'in en büyük sendika konfederasyonu başkanı Carvalho da Silva'ya göre kamu sektörü çalışanlarının ücretleri 2010'a kıyasla bu yıl yüzde 27 gerileyecek. Ülkenin yeni iktidara gelen merkez sağ hükümeti, böylelikle 2010'da GSYH'nın yüzde 6.3'ü civarındaki bütçe açığını kısıp piyasaların "güvenini" yeniden kazanmayı umuyor.
Hükümetin kendi projeksiyonlarıyla bile, ekonominin 2011-12'de yüzde 5 daralması, işsizliğin yüzde 13.4'e ulaşması bekleniyor. Bu nedenle Dublin şimdilik kamudan işçi çıkarmak yerine, yılda iki kez ödenen ikramiyeleri iptal ederek tasarruf sağlamaya çalışıyor.
Portekiz, IMF'nin yeni icadı, "mali devalüasyon"un ilk deney tahtalarından biri olmaya aday. Bu stratejiye göre, işverenlerin prim yükümlülükleri kısılırken, iç piyasada dolaylı vergiler artırılıyor. Nominal ücretler değişmese bile, reel ücretler düşmüş oluyor, ihracata yönelik sektörler iç piyasaya dönük olanlara kıyasla daha avantajlı duruma geçiyor.
Özetle, Portekiz de emek kesimine yönelik saldırıların en hararetle sürdüğü, Yunanistan'da beyhudeliği ayan beyan ortaya çıkan, kemer sıkarak krizden kurtulma stratejisine bel bağlanan bir Akdeniz ülkesi.
Soru 7- Yunanistan'ın ardından günah keçisi haline gelen İtalyan ekonomisinin durumu gerçekten bu denli vahim mi?
İtalya yaşadığı şiddetli ekonomik krize karşın 2 trilyon doları aşan yıllık üretimiyle Brezilya'nın ardından dünyanın sekizinci, AB'nin üçüncü büyük ekonomisi. Kamu borçları bilindiği gibi öteden beri İtalya için büyük sorun.
Bugün GSYH'sinin yüzde 120'sinde seyreden kamu borçları, ilginçtir ki 2002'de de aynı düzeydeydi. Yalnız İtalya'nın PIGS ülkelerinin aksine büyük lokma olması, kamu borçlarının 1.9 milyon avroya dayanması spekülatörlerin iştahını kabartıyor. Fırsatı ganimet bilen neoliberal Troyka da emeklilik yaşının 67'ye çekilmesi için bastırıyor. İtalya'da kamu borçları çok yüksek olmasına karşın, hane halkı borçları GSYH'nın yüzde 40'ıyla oldukça makul bir düzeyde (örneğin bu oran Almanya için yüzde 62, İsviçre için yüzde 118), üstelik İtalya'da emlak fiyatları da aşırı bir artış göstermemiş.
Avrupa'nın ahvalini Socialist Register dergisinde kapsamlı bir biçimde inceleyen Ricardo Bellofiore ve arkadaşlarına göre İtalya, AB projesinin kurbanları arasında. Tek paraya geçişe kadar reel devalüasyonlarla rekabet gücünü ayakta tutarken, şimdi bu olanaktan mahrum kalmış.
İtalya geçmişte özellikle Alman Markı'na karşı reel devalüasyonlarla ayakta kalmayı başarmış, zayıf bir neomerkantilizmi temsil ediyor. Buna karşın 2000'in dotcom krizinden sonra, ülke yüksek katma değerli ürünlere geçmeyi başaran küçük ve orta ölçekli çok uluslu şirketlerin önemli bir kapitalist dönüşümüne tanıklık ettiyse de, bu makro dengeler açısından yeterli olmadı. Avronun benimsenmesiyle, İtalya'nın net dış dengesi 2005'te keskin bir biçimde eksiye döndü. Genelde, avro İtalyan kapitalizminin oyun alanını daralttı.
1990'ların ortasından itibaren merkez-sol hükümet ücretleri aşındırırken, ayakkabı ve hazır giyim üretimini büyük ölçüde Romanya ve Arnavutluk'a kaydırıldı. Almanya benzer biçimde ev gereçleri ve otomotivde üretimi işçiliğin ucuz olduğu ülkelere aktarırken, makine sanayisiyle net ihracatını artırmayı da başardı, İtalya'nın ise dış dengeleri giderek bozuldu. "Made in İtalya" imajı büyük yara aldı. Kısaca İtalya Avro Bölgesi'nin hızla irtifa yitiren ekonomilerinden biri.
Başta Almanya ve Fransa, İtalyan emekçilerinden bedel talep ediyor. Berlusconi'nin maskara bir figür olmasını bir an için unutun, İtalya'yı sanık sandalyesine oturtup, "bir an önce emeklilik yaşını 67'ye yükselt, krizde istedikleri kadar işçi çıkartabilmek için işverenlerin elini rahatlat, kamunun 21 milyar dolar tutarında varlığını haraç mezat sat" talebi kabul edilebilir değil. Her şeyden önce İtalyan halkı "bu ahlaksız teklifi" topyekün reddetmek, bu oyunu "sokakta ve sandıkta" bozmak zorunda.
Soru 8- Avro krizinde kamu borçlarının kuruşu kuruşuna ödenmesi tanrı buyruğu mu?
Öncelikle, Yunanistan'ın kamu borçlarına yüzde 50 "traşlama" uygulanması, "ne pahasına olursa olsun alacaklılar paralarını tıkır tıkır tahsil etmeli" anlayışının artık geçerliliğinin kalmadığını gösteriyor. Burada traşlamanın "gönüllü" gerçekleştirildiği ifadesine dikkat etmek gerekiyor. Çünkü, aksi takdirde Yunan kağıtları üzerine yazılan, bir nevi kredi sigortası niteliğindeki CDS sözleşmeleri aciliyet kazanacak, piyasalar allak bullak olacaktı. Ama er veya geç,tutarları trilyon avrolarla ifade edilen bu CDS'lerin Avrupa'nın başına daha büyük belalar açacağını öngörmek müneccimlik sayılmamalı.
Gelelim, avro üyesi ülkelerin kamu borçlarını sorgusuz sualsiz geri ödemelerinin etik olup olmadığı konusuna. Burada musibet borç (odious debt) konusunu gündeme getirmemiz gerekiyor. Bu anlayışa göre, devletin borçları o devletin ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Eğer bazı borçlar söz konusu devletin ve o ülkenin halklarının çıkarlarına aykırı ise meşru sayılmamalı ve ödenmemelidir.
Üçüncü Dünya'nın Borçlarının İptali komitesi başkanı Eric Toussaint bu anlamda, Avrupa Komisyonu-Avrupa Merkez Bankası-Uluslararası Para Fonu'ndan oluşan Troyka'nın, Yunanistan-İrlanda ve Portekiz'e uyguladığı "kurtarma" planının "musibet" ilan edilmesi gerektiğine inanıyor.
Troyka'nın dayattığı "kamuda kitlesel işten çıkarmalar, sosyal programların iptali, sosyal bütçenin kısılması, asgari ücretin düşürülmesi, özellikle emekçileri vuran dolaylı vergilerin artırılması" gibi şartların BM Beyannamesi'ne aykırı olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyuyor. Özellikle 55. maddedeki, "daha iyi yaşam standartları sağlanması, tam istihdam, toplumsal ilerleme ve kalkınmaya..." ilişkin ifadelerin ihlali nedeniyle, uluslararası hukuk yollarının açıldığını vurguluyor.
Arjantin ve Ekvator'un borç temerrütü deneyimlerinden de esinlenerek, borç iptalleri veya yeniden yapılandırmaları Avrupa'daki toplumsal muhalefet hareketlerinin gündeminde giderek daha önemli yer tutuyor. Özellikle Arjantin ekonomisinin 2001'deki borç temerrütünün ardından, 10 yılda yüzde 95 büyümesi anlamlı bir örnek oluşturuyor.
Özellikle Yunanistan'da ve İrlanda'da aktivistlerin gündeme getirdiği diğer bir kavram da "borç denetimi". Böylelikle kamunun tüm hesaplarının halkın incelemesine ve denetimine açılması talep ediliyor. Kılı kırk yaran bir denetimle finans sermayesinin çıkarlarının hükümetlerin birinci önceliği haline gelmesi, sade yurttaşların yaşamını kontrol altına alması, giderek onları sefalete sürüklemesi kurgusunun teşhir edilebileceği düşünülüyor.
Yunanlı akademisyen ve aktivist Costas Lapavistas, Yunanistan'ın borçlarının büyük kısmının meşru olduğuna ilişkin şüphesini dile getirirken, özellikle AB anlaşmasının kamu borçlarının GSMH'nın yüzde 60'ını geçemeyeceği şartının ihlali ile Amerikan bankası Goldman Sachs'ın Yunanistan'ın borçlarını gizlemesi vakası üzerinde duruyor. Borç denetimi önümüzdeki günlerde, "ekonomik demokrasi" mücadelesinin önemli araçlarından biri haline gelmeye aday görünüyor.
Soru 9- Emek kesiminin Avrupa'yı krizden çıkartacak ekonomi politikası önerileri nelerdir?
8 Ekim 2011'de Londra'da 600 delegenin katıldığı, "Kemer Sıkmaya Karşı Avrupa" konferansı düzenlendi. Oybirliğiyle kabul edilen sonuç bildirgesinde, zenginleri kurtarmak için kamu bütçesinden trilyonlarca avro saçıldığı, zenginle yoksul arasında servet farkının hiç bu denli büyük olmadığı vurgulandıktan sonra, alternatif bir ekonomik stratejinin gereği üzerinde duruluyor. Bankaların demokratik kontrol altına alınması, özel bankaların toplumsallaştırılması ve finansal piyasaların düzenlenmesi öneriliyor."
Avrupa Birliği ve ulusal hükümetler kemer sıkma programları dayatmak yerine halkın ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Zenginler ve şirketler için vergiler artırılmalıdır. Meşru olmayan borçlar reddedilmelidir. Borç verenler sorumlu tutulmalıdır." taleplerinin ardından, "Krizin bedelini ödemeyeceğiz" kararlılığnın altı çiziliyor.
PRIME Economics düşünce kuruluşunun direktörü Ann Pettifor'un da, sola ait bir B Planı niteliğindeki 5 maddelik öneri demeti özetle şöyle:
Birincisi, sadece sosyal ve ekolojik anlamda gerekli projeler değil, özel ekonomik faaliyetleri de canlandıracak kamu kaynaklı bir program hazırlanmalıdır.
İkincisi, şirketlerin, bireylerin ve hükümetlerin bir kargaşa içinde borçlarını azaltma çabaları yerine düzenli bir biçimde "borçların silinmesi" veya "yeniden yapılandırılması" planı uygulanmalıdır.
Üçüncüsü, finansal akışların sınır tanımaksızın ülkeden ülkeye çarketmesine karşın hükümetler sermaye kontrollerine başvurmalıdır.
Dördüncüsü, merkez bankaları küçük ve orta işletmeler dahil, ekonomiye kısa ve uzun dönemli finansman sağlamalıdır. Beşincisi, hükümetler ve merkez bankaları küresel finansal eliti desteklemek değil tam istihdamı ve sürdürülebilir yerel ekonomik faaliyetleri sağlamak yükümlülüğünü üstlenmelidir.
Alternatif ekonomi politikaları kapsamında, Özlem Onaran'ın, "Anti-kapitalist Avrupa'ya doğru uluslararası bir geçiş programı" önerisi de, Avrupa'nın radikal dönüşümünün köklü bir kurumsal ve ekonomi politikası değişikliğine bağlı olduğu noktasından hareket ediyor. Borç temerrütü yanında, kamu finansmanının Avrupa düzeyinde sadece gelir vergisini değil, servet, daha yüksek kurumlar vergisi, miras vergisi ve finansal işler vergisini içeren bir koordinasyon temelinde, radikal bir yeniden yapılanmasını talep ediyor.
Tam istihdamı içeren politikaların ekolojik sürdürülebilirlik ve eşitliği amaçlaması; toplumsallaştırılan bankacılık sektörünün çalışanların kontrolü altına girmesi; Avrupa'nın çekirdek ve çevre ülkelerinde ücretlerin yeniden yapılandırılması Onaran'ın tasarladığı programın diğer köşe taşları.
En sonunda da, kritik ekonomik kararların kamu mülkiyetini gerektirdiğinin ve işçilerin, tüketicilerin, bölgesel temsilcilerin bu karar süreçlerine katılımının öneminin altını çiziyor. Özetle, emekten yana kapsamlı politika önerileri mebzul miktarda mevcut, yeter ki bu programların mücadelesini sürdürecek özne gereğini icra etsin.
Soru 10- Avrupa'da "Öfkeliler hareketinin" öne çıktığı toplumsal muhalefet nasıl bir performans sergiliyor ?
15 Ekim 2011'de küresel ekonomik krize ve halk kitlelerine getirdiği mahrumiyetlere karşı uluslararası eylem günü düzenlendi. Şubat 2003'de yaklaşık 10 milyon kişinin seferber olduğu Irak'ın işgaline karşı gösterilerden sonra, 15 Ekim en kitlesel katılımın sağlandığı gün olarak kayda geçti. Özellikle, Öfkeliler hareketinin başladığı İspanya'da 200 binden fazlası Madrid'de olmak üzere 500 bin kişi sokaklara döküldü.
Sol içindeki bölünmelere karşın canlılığını koruyan, Aralık 2008'den beri Sintigma Meydanı başta olmak üzere sokakları hiç boş bırakmayan, IMF anlaşmasına karşı 13 genel grev düzenleyen Yunanistan'ın "öfkelilerine" zaten aşinayız. Bu bölümde daha çok İspanya Öfkeliler hareketi üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü 15 Mayıs hareketi adını alan, büyük ölçüde gençlerden oluşan bu model bütün dünyada yaygınlaşıyor, hatta ABD'deki "Wall Street'i işgal" eylemlerinin esin kaynağı olarak biliniyor.
Tüm Avrupa'da işsizliğin, özellikle genç işsizliğin en yüksek düzeyde seyrettiği İspanya'da bir isyanın objektif koşulları zaten vardı. Kendilerine, "ne işim var ne okulum" sloganının kısaltması anlamında "ni-ni" adını takan bu gençler bir kıvılcım bekliyorlardı. Davetiye Fransa'dan geldi. Türkçeye Cumhuriyet yayınları tarafından "Öfkelenin!" adıyla kazandırılan kitapçıkta Stephane Hessel kapitalizmin yarattığı tahribata karşı başta gençler olmak üzere tüm bireyleri öfkelenmeye çağırdı. Neoliberal politikaların dünyamızı ne hale getirdiğinden, çevre sorunlarına, sosyal adaletsizliğe değin kapsamlı ufku bulunan metin Fransa'da 2 milyon tiraja ulaşırken, en büyük örgütsel karşılığını İspanya'da buldu.
İspanyol gençler, "kimse bizi temsil etmiyor" metaforuyla öncelikle iki partili siyasal düzene baş kaldırdılar. Madrid'in Puerta del Sol meydanıyla Barselona'nın Placa Catalunyası müşteri toplamakta adeta Real Madrid-Barcelona benzeri kıyasıya bir rekabete girişmiş durumdalar.
Ekolojik duyarlılığın yanı sıra, Barcelona'da meydanın "İzlanda", "Filistin" ve "Tahrir" diye üçe bölünmesi, zaman zaman Yunan bayraklarının dalgalanması, böylece enternasyonalizme vurgu yapılması anlamlı. Özellikle Büyük Depresyon sonrasında, faşist,tepkici akımların egemenlik kazandığı coğrafyalarda ırkçılığa,yabancı düşmanlığına prim verilmemesi daha da önemli. 15 Ekim mitinginde halkın yaşadığı temel sorunlar farklı bayraklarla, eğitim-sarı, sağlık-yeşil, konut-kırmızıyla temsil edildi.
Tahrir'den esinlenerek meydanların geceleri de terkedilmeyen alternatif mekanlara dönüştürülmesi, kararların doğrudan demokrasiye dayanan genel meclislerle alınması Wall Street eylemleriyle paralellik sergiliyor. İspanya'da giderek mahallelere nüfuz edilmesi, mahalle meclislerinin inşası,doğru yolda oldukları izlenimi veriyor.
Şimdilik, örgütlü işçi hareketiyle, radikal sol partilerle araya konulan mesafenin azaltılması, onların da geçmişteki hatalarından ders çıkararak gençlik hareketine kucak açması yolunda naif bir temennide bulunmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor. Çeşitli sorunlarına karşın, Portekiz'de de boy veren, giderek tüm Avrupa'ya yayılan Öfkeliler hareketi, dünyanın bütün ezilenleri, emekçileri için heyecan, umut ve merak kaynağı olmaya devam ediyor. (HK/YY)