Eskiler, “zaman her şeyin ilacıdır” derler ama hayatımızla sınandı ki, bu söz pek doğru değil.
Zaman gerçekte neredeyse bir kural olarak her nesneyi eskitiyor, çürütüyor, bazen de içini boşaltıp geride boş bir ambalaj bırakarak hoyratça kendi yolunda yürümeye devam ediyor.
Biz yine de kimi zaman ayıp olmasın diyerek, kimi zaman da kabullenememekten mütevellit, eskimiş, çürümüş nesneye sağlam, boş ambalaja da sanki içi doluymuş muamelesi yapabiliyoruz.
Mesela gazetecilere atfedilmiş ve bazıları törensel önemde pek çok gün var.
İşte o günlere dair iki satır yazıp bir tweet atmazsanız, bir post bile paylaşmazsanız, YouTube kanalınızdan sağlam bir cümle kurmazsanız sizi meslek büyüklüğünden bunaklığa terfi ettirebilirler.
Mesela 24 Temmuz sansürün kaldırılmasının yıldönümü olarak bilinir.
O gün devlet ricalinden pek çok sahte açıklamalar gelir. Kimi çakma gazeteci örgütleri sansürün kaldırılmasının anlam ve önemine binaen açıklamalar yapmaktan geri durmazlar.
Ama herkes bilir ki, bu ülkede sansür kimi zaman şekil değiştirse de asla gündemden çıkmadı.
Evin büyüğü misali, başköşeye kurulup otoritesini hissettirmeyi de hiçbir dönem ihmal etmedi.
Bazen gelen bir telefonla, bazen savcılık davetiyle, bazen polis baskınıyla, bazen çalıştığınız kurumun kapısına vurulan kilitle, bazen mesai arkadaşınızın demir parmaklıkların ardında zorunlu ikametgaha tabi tutulmasıyla, bazen de bir kurşun, bir SİHA ya da demir çubuk ve sopalarla… Sansür denilen zıkkım, mekânın asıl sahibi olduğunu hep anımsattı.
Bazen o kadar sık kendisini anımsattı ki, bir süre sonra anımsatmasına bile gerek kalmadan, muktedirin gönlünden geçen kendiliğinden oluverdi.
Yani sansür kılık değiştirip bizzat beyinlere yerleşti ve o talimat vermeden, sadece dedikleri değil, deme ihtimali olanlar bile yapıldığı oldu.
Mesela 3 Mayıs, dünya basın özgürlüğü günü olarak yıllardan beri kutlanır.
3 Mayıs’ın 1993 yılında Birleşmiş Milletler’in kararı ile basın özgürlüğü günü olarak ilan edilmesinin arka planında, Güney Afrika’daki ırkçı beyaz azınlık rejimi başta olmak üzere Afrika’daki tüm otoriter devletlerin basına yönelik vahşi uygulamalarına karşı verilen mücadele yatıyordu.
Bu mücadelenin sahipleri ise “gerilla daktilolar” diye tanınan bir grup Afrikalı gazeteciydi.
Bu gazetecilere gerilla tanımı yakışıyordu elbette ama ellerinde silah yoktu.
Sansüre, baskıya boyun eğmemişler, 1991 yılında UNESCO öncülüğünde Namibya'nın başkentinde düzenlenen seminere katılmışlar ve "Windhoek Deklarasyonu" olarak bilinen bildiriyi imzalamışlardı.
Bu bildirgenin içeriği, Afrika kıtası için bağımsız bir basın talebinden de öte güçlü bir özgürlük haykırışıydı.
İşte Namibya’dan yükselen bu ses, 3 Mayıs’ın Dünya Basın Özgürlüğü günü olarak kabul edilip kutlanmasının temelini oluşturdu.
Ama tıpkı Türkiye’de sansürün kaldırılmasının kutlanması gibi, dünyada da basın özgürlüğü gününün kutlanması, gazetecilerin ağzında hep kekremsi bir tat bıraktı.
Çünkü basın özgürlüğü Birleşmiş Milletler kararına rağmen her zaman kuşatma altında kaldı.
Bu, öncelikle medyanın, tekelci sermayenin elinde kullanışlı bir oyuncak haline dönüşmüş olmasından ötürü böyleydi.
İkincisi, devletlerin her zaman saklayacakları önemli sırları vardı ve bu sırlara dokunanın yanması yazılı olmayan kuralların en başında yer alıyordu.
Çoğu kez bu kuralın işletilmesi son derece dramatik sonuçlar doğurdu.
Gazetecileri Koruma Komitesi CPJ ve UNESCO’nun verilerine göre, 1993'ten yani 3 Mayıs’ın Basın Özgürlüğü günü ilan edildiği yıldan bu yana, dünya genelinde 1.700'den fazla gazeteci öldürüldü.
Üstelik her 10 gazeteci cinayetinden 9'unda ise ya yasal süreç başlamadı ya da başlayan süreç sonuçlanmadı.
Basın özgürlüğünün önündeki engeller, suikastlar ve cinayetlerle de sınırlı kalmadı.
Gazeteciler, neredeyse her dakikada bir arkasında devletlerin olduğu manipülatörlerin itibarsızlaştırma saldırılarına ve tehditlerine maruz kalıyor, işten atılıyor, biteviye kolluk kuvvetlerinin saldırılarına uğruyor, işkence görüyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, yıllarca uyduruk gerekçelerle dört duvar arkasında tutulabiliyor.
Basına saldıranların arkaları hep çok güçlü olduğu için, yaptıkları her zaman yanlarına kâr kalıyor.
Tüm bu gerçeklere mukabil, 2 Kasım’ın Gazetecilere Karşı Suçlarda Cezasızlıkla Mücadele Uluslararası Günü olarak ilan edilmesi ise “basın özgürlüğü” sahtekârlığının itirafı gibi de okunabilir.
İşte bunlar olup biterken, geçtik devlet başkanlarının afili kutlamalarını, kıytırık kentlerin valileri bile, bütün bir yıl boyunca gazetecilere çektirdiklerini unutup, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü için antetli kağıtlara yazdıkları büyük ve iddialı cümlelerle mesajlar yayımlıyorlar ya, bu da bize dert olsun!
Gelelim 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’ne…
10 Ocak, tamamen emekçi gazetecilere hasredilmiş bir gün olma özelliğiyle, diğerleri gibi içeriği hayli boşaltılmış bile olsa anlamlı ve heyecan verici.
Çünkü bazılarını zaman içinde yitirmiş olsak da, bu mesleği yapmaktan gelen doğal haklarımızı hatırlattığı ve genç gazetecileri bu doğal haklar uğruna mücadeleye davet ettiği için de ayrıca güzel.
10 Ocak 1962’den beri kutlansa da aslında temeli 1961’de 212 sayılı Fikir İşçileri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği güne dayanıyor.
212 sayılı yasa, gazetecileri fikir işçisi olarak tanımlamakla kalmıyor, yıpranma payı diye bilinen fiili hizmet süresi zammını bir hak olarak tanıyor, kıdem tazminatı tavanını sınırsız hale getiriyor, iş sözleşmelerinin yazılı olarak yapılmasını zorunlu hale getiriyor, iş güvencesini sağlamlaştırıyordu.
Tabii gazetecilerin mücadelesi sonucunda kabul edilen bu yasa, gazete patronlarını öfkelendirecekti.
Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Vatan, Yeni İstanbul ve Yeni Sabah gazetelerinin patronları, 212 sayılı yasaya karşı ortak bir bildiri yayımladı ve üç gün boyunca gazete çıkarmayacaklarını duyurdu.
Patronlardan gelen bu saldırı dalgası, basın emekçilerini hızla harekete geçirdi.
Hem çeşitli eylemler yaptılar, hem de halkı habersiz bırakmamak için patronların üç günlük boykotu boyunca “Basın” adını verdikleri gazeteyi çıkardılar.
Gazetenin 11 Ocak günü yayımlanan ilk nüshasının başyazısında, basın patronlarının ikiyüzlülüğü teşhir edilirken, “Gazete çıkarmak çorap fabrikası işletmeye benzemez. Basın bir kamu hizmetidir” deniliyordu.
Patronların hamlesine karşı geliştirilen bu eylemler, 10 Ocak’ı gelecek nesillere de taşıyacak bir mücadele manifestosuna dönüştürdü.
Yaratılan moral üstünlüğü sayesinde İstanbul Gazeteciler Sendikası 1962 yılında, 10 Ocak’ı Çalışan Gazeteciler Bayramı ilan etti.
Bu bayram 1962 ile 1971 yılları arasında her yıl düzenli olarak kutlanırken, ilk darbeyi 12 Mart 1971 muhtırasıyla birlikte aldı.
Darbeci generaller, gazetecilerin kazanılmış haklarından bazılarını tırpanlarken, 10 Ocak’ın bayram olarak kutlanmasını da engelledi.
Bunun üzerine 10 Ocak bu kez Çalışan Gazeteciler Günü olarak kutlandı.
Yıllar geçtikçe basın sanayileşti, medyada holding ve kartellerin dönemi başladı.
Neredeyse bütün holding patronları, kimi kez sahip, kimi kez ortak kimi kez de reklam veren kimliğiyle gazete ve televizyonları ele geçirdi.
Kendi holdinglerindeki emekçileri ezen bütün uygulamaları, medyaya da taşımaya çalıştılar. Gazeteciler büyük oranda sendikasızlaştırılmış oldukları için kendilerini güçlü bir biçimde savunacak araçlardan yoksun kalmışlardı.
Ama 212 sayılı yasa holdinglerin zorbalıklarının önünde hiç de kısa olmayan bir dönem set oluşturdu.
Deyim yerindeyse gazeteciler bir süreliğine, meslek büyüklerinin elde ettiği son derece önemli hakların mirasını yemekle yetindiler.
Zaman içinde bu yasa biraz daha tırpanlandı ve çoğu medya kuruluşu 212 sayılı yasaya tabi asgari bir kadro oluşturduktan sonra diğer basın çalışanlarını klasik işçi statüsünde çalıştırmaya başladı.
Bu gelişmelere paralel olarak 10 Ocak günü de bırakın kutlanmayı, hatırlanmaz oldu.
Şimdilerde ise medyanın neredeyse yüzde 90’ından fazlası iktidar kartelinin elinde toplanmışken sadece doğru ile yalan arasındaki çizgi belirsizleşmedi. Aynı zamanda gazetecilerin özlük hakları da yok edildi.
Evet, çok acı olsa da gerçek bu ve ama gazetecilik mesleğini inatla sürdürmek isteyenler oldukça, hâlâ bir ümit var demektir.
Ve hiç lafı dolandırmadan söylemek gerekir ki, az da olsa var olan ümidi büyütmenin yolu da örgütlenmekten geçer.
Sadece ekonomik haklar için değil, sansürü alt etmek, oto sansürü tarihe gömmek, hakikati güçlü bir biçimde savunmak, editoryal bağımsızlığı yeniden elde etmek, hapse atılan meslektaşlara sahip çıkmak, saldırıya uğrayan meslektaşların yaralarını sarmak için de örgütlenmek gerekiyor.
Çünkü 10 Ocak 1961’de elde edilen haklar gökten zembille inmedi. Vahiy yoluyla da gelmedi.
Gazetecilerin örgütlü olması 64 yıl önce olmaz denileni olur kıldıysa, bugün yaratılacak bir örgütlenme, medyadaki kördüğümü sağlam bir mücadele ile çözebilir.
Yeter ki, 10 Ocak’ın ambalajına değil, içeriğine yani mücadele manifestosu olduğu gerçeğine dört elle sarılalım.
Çünkü “Gazete çıkarmak çorap fabrikası işletmeye benzemez. Basın bir kamu hizmetidir.”
O halde, mesleğimize ve hakikatin gücüne sıkı sıkıya sarılalım.
Ve yüzümüze sallanan parmaklara aldırmadan; muktedire, yasaklanmış bütün soruları soralım.
Özgürlük için, sansürün karanlığını yırtmak için, gasp edilen haklarımızı yeniden kazanmak için verilmesi gereken mücadelede ilk iş olarak, gazetecilik mesleğini tam da düşürüldüğü yerden ayağa kaldıralım…
(EM/RT)