Uzun zamandır 2014 1 Mayısının nasıl geçeceğine dair zihnimizde sorular ve projeksiyonlar vardı. İktidarın otoriter ve yasakçı tavrından geri adım atmayacağını bildiğimizden 1 Mayıs’ın Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) elinde yine bir nevi muharebeye çevrileceğini öngörüyorduk.
Geçen yıl 1 Mayıs’ı kutlamak için Taksim’e çıkma çabamız karşısında ilan edilen olağanüstü halin tüm kenti adeta bir kuşatma altına alma operasyonuna dönüştüğüne tanıklık etmiştik, ancak AKP’nin iktidarın alameti farikası olarak mekân üzerinden kurduğu yasakçı hat, hiç de küçümsenmeyecek boyuttaki toplumsal muhalefet dalgasına set olmakta epey güçlük çekti.
Belki Taksim’e çıkılamamıştı ancak sokaklardaki mücadele azmi ve dayanışma hepimizin yüreğine gelecek için umut fidanları dikmişti. Ardından Gezi Direnişi ile beraber 1 Mayıs’ı çok aşan bir toplumsal hareketlilik yaşandı ve tüm ülkeyi daha önce eşi benzeri görülmemiş bir muhalefet rüzgârı, cesareti ve direnme tecrübesi sardı.
Sonrasında direnişin nasıl özgürlükçü ve eşitlikçi bir inşa potansiyeli taşıdığını keşfettik ve umutlarımız daha da arttı.
Berkin’in cenazesinde bir araya gelen ve vicdan ile adalet taleplerinde buluşan muhteşem kitle ise bir başka dönüm noktasıydı. Hrant’ın ve Berkin’in cenazeleri ve Haziran direnişleri, Türkiye toplumunda vicdan, adalet ve özgürlük üzerinden politik eylemlilik halinin müesses nizamın klişelerini yıkabileceğini görmüştük.
Hal böyleyken 1 Mayıs 2014’e de yeni bir “Gezi” yükleme eğilimine kaptırdık kendimizi. 1 Mayıs takvimlerden düşerken erken bir bilanço çıkarırsak eğer geçen senenin 1 Mayısından görece daha geri bir noktada olduğumuzu iddia edebilirim.
1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmanın kolektif vicdan ve onur meselesi olduğunu düşünenlerdenim.
Her şeyden önce hepimizin 1977’deki katliamdan Gezi direnişi sırasında hayatını devlet şiddeti sonucunda kaybeden canlara uzanan bir gönül borcumuz var ve sırf bu nedenle Taksim’e çıkmak sadece bir tercih değil aynı zamanda bir borcun topluca ifası.
İkincisi yasaklanan meydan neresi olursa olsun oraya gitmek demokrasi ve özgürlükler için mücadele eden öznelerin politik eylemliliğinin asli bir parçası olmalı.
Kolektif eylemi gerçekleştirenlerin toplanma ve ifade özgürlüğü elbette alanı seçmeyi de kapsar. Hiçbir ikna edici argüman yokken Taksim’in yasaklanmasına itiraz etmemek ya da başka bir adresi kutlama alanı olarak benimsemek, demokratik mücadelenin ilkelerine aykırı.
Tüm bunlar açık ve seçik malumunuzken Taksim’e çıkmayı ya da çıkamamayı hezimet – zafer zıtlığı dışında düşünebilir miyiz?
Bu sorunun cevabı bence elbette evet. Ancak 1 Mayıs 2014 için asıl mesele “nasıl direndik” ile yetinilecek düzeyde de değil. Eğer böyle yaparsak başımızı kuma gömmüş oluruz.
Yanlış hesaplamalar
Taşeronlaşmanın bu denli arttığı ve bununla ilintili olarak sendikaların üye kaybettiği bir ülkede emekçilerin güvencesizlikten fazla mesai saatlerine kadar birçok problem ile yüz yüze.
Ana akım medyada sesleri neredeyse hiç işitilmiyor. Böylesine bir siyasal iklimde 1 Mayıs’ın hem iktidarın yasakçı ve otoriter tavrına hem de iktisadi alandaki katmanlaşmış sorunlara itiraz etmek için 1 Mayıs çok sembolik bir tarihti ve sanki biz bu şansı yeteri kadar iyi kullanamadık, çünkü…
Devletinin zor aygıtlarının sayıca özellikleri ve taktiksel olarak izledikleri strateji, çoğumuz için kitlesel eylemliliğin önünü kesen birinci etken.
İkincisi ise şehrin tüm ulaşım hatlarının devlet eliyle felç edilmesi. Fakat her iki argüman da gerçeği yansıtmakla birlikte ikna edici değil.
Birincisi devletin polis gücünü böyle seferber edeceğini zaten biliyorduk, daha önce de bu denli olmasa da benzerlerini deneyimledik.
İkincisi bu şehrin ulaşımının devlet marifeti ile kesildiği ilk örnek değil. Geçen yılı bırakın 15-16 Haziran 1970’e bakın.
Ancak ne kaldırılan köprüler, ne yollara dizilen tanklar kitleyi tutamamıştı. Kitle politik irade ile toplanmak için yola çıktığında şartlar ne olursa olsun her daim çığ gibi büyümüştür. Eğer bu olmadıysa başka yerde bir hata vardır.
Bu hataların ilki bence 1 Mayıs’tan Gezi direnişi çıkarma arayışıdır. Gezi ile 1 Mayıs toplumsal muhalefet açısından ortak bir zeminde buluşsa da kategorik olarak farklı dinamiklerin yansımasıdır.
1 Mayıs kutlama geleneği ardında tarihsel olarak emek gücünün örgütlülüğü ve sol partilerin katılımcılığı söz konusudur.
Özgürlük şiarı elbette emek hareketinin parçasıdır ancak emek gücünün sınıfsal düzlemde müstakil sorunları vardır ve 1 Mayıs bunların dillendirilmesi için bir platformdur.
Gezi direnişinin dinamikleri ise özgürlük-kent-çevre hattı üzerinden başlamış ve sonrasında geniş bir muhalefet cephesini oluşturacak biçimde ivme kazanmıştır.
Bu durum aktörlerinin kompozisyonunu da yansımıştır. Dolayısıyla her iki muhalefet eylemliliği arasında ciddi bir mesafe söz konusudur.
Gezi’de ve de 1 Mayıs’ta ortak aktörler yerine alana gelmeyenler üzerine düşünmek ise hepimizin boynunun borcudur.
İkincisi yerel seçimler sonrasında muhalefet cephesinde oluşan karamsarlık halidir. Geçen seneki 1 Mayıstan itibaren yaşananlar hesaba katıldığında toplumsal eylemlilik bu denli güçlüyken iktidarın çok da zayıflamadan yerel seçimlerden çıkması “biz bunun için mi sokağa çıktık” gibi bir pesimist hatta zaman zaman sinizme kayan bir ruh halini tetikledi.
Bu metnin yazarı dâhil “Taksim’e çıkamasak da…” diye başlayan cümleler kurdu. Bir defa böylesine bir cümleyi kuruyorsak sonuç az çok bellidir.
Sandık her şey değil derken, sandıktan çıkan sonuca göre tüm umutlarımızı yitiriyorsak ve muhasebe yapmak yerine yine “iktidarın kandırdıkları” gibi bir kolaycılığa tevessül ediyorsak kendimize ihanet ediyoruz demektir.
1 Mayıs’ta devletin stratejilerine ve polisin saldırısına karşı kitleyi koruyacak ve ulaşımını sağlayacak seçenekler üzerinde yeterince düşünmemiş olmamız ise bir başka zafiyet göstergesidir.
Caddelerde, sokaklarda ciddi bir koordinasyonsuzluk ve boşvermişlik halini hisseden çok sayıda aktivist ile karşılaştık. Çabaları yadsımıyorum, çeşitli yerlerden Taksim için kaldırılan otobüsleri de çok önemsiyorum.
Benim kastettiğim bunları aşan bir koordinasyon durumu, doğrudan genel kompozisyona ait aktörler arasındaki eşgüdüme dair bir çerçeve.
Kitlesel anlamda büyük toplanmaların gerçekleşemediği bir atmosferde dağılan grupların her biri yeniden buluşma adresi bulmakta bugün bir kez daha epey güçlük çekti.
Ana muhalefet partisi başta olmak üzere siyasi partilerin önemli bir kısmı da bu koordinasyon sorunlarından muzdaripti. Eğer çağrı yapılıyorsa çağrılanların can güvenliğinden de daveti yapanlar mesuldür demektir.
31 Mayıs
30 gün sonrasına, Gezi’nin yıldönümüne odaklandık şimdi de… O gün bir anda Türkiye’yi değiştirecek bir toplumsal muhalefet dalgasının yaşanmasını bekliyor gibiyiz. Belirli ve önemli tarihler, toplumsal talepleri dillendirmek ve haykırmak için son derece işlevseldir; iyi bir örgütlenme ile had çizmeye çalışan siyasal iktidara karşı ciddi kazanımlar elde edilebilir ama neticede o kadar.
Gezi direnişini biricik kılan onun tarihsizliği, öngörülemezliğiydi. Hem eylemlilik hem de bu esnada oluşan dinamikler açısından Gezi direnişi ve tüm Haziran direnişlerinin tekrar etmesini beklemek yerine gerçek anlamda siyaset yapmak, örgütlenmek, politik reçeteler üretmek, tartışmak tek çıkar yol.
Elbette anayasal hak ve özgürlükleri askıya alan iktidarın hukuksuzluğunu sonuna kadar eleştirelim, polisin saldırılarını ifşa edelim ancak bu arada muhasebe yapmayı da unutmayalım.
Hezimet ve zafer arasında sıkışmaktan kurtulmak istiyorsak siyaseti başka bir düzlemde formüle etmemiz gerekiyor.. Hani ders almıştık Gezi’den? (GGÖ?BA)