Bazı insanlar ise suçu tercih eder. Ahlakdışılığı över, ihanetten şehvete benzer haz duyar, John Le Carre gibi.
Geçtiğimiz aylarda BBC'de katıldığı bir programda gençlik yıllarında casusluk yaptığını itiraf eden Le Carre, "Kendimi rahiplik sıfatına ermiş biri gibi, Hatta Mata Hari'nin erkek versiyonu gibi hissediyordum," diye açıklamış hissiyatını. Ve devamla, "Hep ihanet ediyormuşum gibi geliyordu ama, bunun da benim karakterime uyan şehvetli bir tarafı vardı. Bu aslında olması gereken bir ahlak fedakârlığıydı," diyor. Ahlak tenzilinin güzellemesi.
Zaman, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasındaki, her şeyin yıkıntı halinde, ama umutların yenilenmiş olduğu tarihsel bir dönemdir. Bütün dünya galiplerin önünde eğilirken, komünizm de anavatanı Sovyetler'den dışarı çıkmış ve ve ilk sahneye çıkışında da savaş kurbanlarının vicdanında baş köşeye oturmuştur. Özellikle, müttefik ülkelerdeki aydınlar, sanatçılar ve öğrenciler arasında birden bire yayılan bu kızıl sempati, yeni bir dünya savaşının ilanını da birlikte getirmiştir: Soğuk Savaş... Bir cadı avına çıkmanın tam zamanıdır.
Artık topların, tüfeklerin, bombaların devri kapanmış, casusların, teyplerin, mikrofilmlerin, entrikaların hükümdarlığı kol gezmektedir. Ülkelere değil, geceyarılarında evlere girilmekte, düşmanlar yok edilerek değil, ispiyonaj ve açığa çıkarma yoluyla etkisizleştirilmektedir. Tabii ki önce "iç düşmanlar."
Le Carre'nin "Sonunda hizmet etmek için gerçek bir neden bulduğuma inanmıştım," sözleriyle ifade ettiği misyon, "Ne kadar acı olsa da yapılması gereken, kimin Sovyet tarafına oynadığını ortaya çıkarmaktı."
İngilizlerin 'MI5' isimli karşı casusluk örgütü aracılığıyla "aristokratça" yapmaya giriştiği bu Soğuk Savaş, Okyanus'un öte yanında "Amerika'ya Karşı Eylemleri Araştırma Komitesi"nin soruşturma; sindirme ve toplum dışına itme taktikleriyle daha da doğrudan biçimler alarak, Mc Carthy'cilik dönemiyle taçlandırılmaktadır. Tabii ki, bizimkiler de aynı dönemde, kitlesel kömünist tevkifatlarına, kapatmalara ve cezalandırmalara girişerek, bu yeni trendin gerisinde kalmadılar. Ünlü '51 Tevkifatı ve diğerlerinde olduğu gibi.
İsmet Berkan, 28 Aralık günlü John Le Carre başlıklı yazısında, casuslar için, "Doğal olarak ihanetle sadakat arasında duran insanlar," derken, önemli bir tartışma konusuna değiniyor. Ülkemizde özel ilişkilerden politikaya kadar birçok düzeyde yaygın bir ihanet ve sadakat kültürü vardır. Tarihin her döneminde hüküm süren bu klan kültürünün özellikle insanların kendilerini başka kimliklerle tanımladığı coğrafyalarda daha da ağır basması şaşırtıcı değildir.
Sadakat ve ihanetin bir varoluş unsuru olarak yaşandığı her yerde, derin bir kutuplaşma, yanyana gelmez çıkarlar söz konusudur. Toplumsal bir durum olmanın dışında da ihanet, her öğünde lezzetli bir yemektir. Heyecanlıdır, keyiflidir, hele de iktidarın kodlarını kullanıyorsan, kârlıdır ve muazzam eğlencelidir. Oyun gibi bir şeyler vardır aldatmanın dokusunda. Ama nerede ihanet varsa, orada mutlaka bir de ihanete uğrayan vardır. Kurban vardır. Tahakküm vardır. Şifrelenmiş bir "uygunsuzluk" hiyerarşisi vardır. İhanetten duyulan hazzın en çok şehvete benzetilmesi bundandır.
Nerede bir ihanet varsa, orada ilan edilmiş olsun ya da olmasın sadakat duyulacak bir şey vardır. Çünkü insanoğlu durup dururken, sadece iş olsun diye aldatmaz bir başkasını.
Mesajların gönderildiği makam, bazen yetkili mercilerdir, bazen kendi hastalıklarımız. Kimi zaman bir ödül için harcarız ötekini, kimi zaman sadece kendi açıklarımızı kapatmak için.
İhanet sadakatin öteki yüzüdür. Tek başına varolamaz. Bunun için sadakat nosyonunun olmadığı hayvanlar dünyasında ihanete de, kumpasa da rastlanmaz hiçbir zaman. Her şey herkesin gözü önünde ve alenen yapılır.
İnsanlığın her döneminde boy gösteren sadakatin, ihanetten önemli bir farkı vardır. Eğlenceli , heyecan unsuru taşımaz. Sadakatin romanı yazılmaz, gerilim filmi hiç olmaz. Sadakatten kimse zarar görmez. Şişmiş bir egosu yoksa, en fazla sası bir tat hisseder aşırı sadakate maruz kalan insan. Ya da taltif edilmemekten biraz hayal kırıklığı duyar daima sadık olan.
Gizlenmeyen ihanet de, ihanet sayılmaz.
Kirk Douglas'ın İngiliz versiyonu bir surete sahip olan John Le Carre'ın eserleri bunun için, sadakatle kodlanmış biz sıradan insanların tekdüze dünyalarının karanlık odalarında yaşanan olayları deşifre ettiği için büyük bir okur kitlesine ulaşıyor.
Eserlerinin değeri, bizdeki bilmem kaçıncı versiyonu çıkan "MİT Raporu" ya da kıdemli bir istihbaratçımızın Amerika'dan yaptığı internet ifşaatçılığı biçimindeki alaturka "casus edebiyatı" ile kıyaslandığında, daha iyi ortaya çıkmaktadır. Belki bunları kıyaslamak bile doğru değil.
Ama casusluk edebiyatının her iki düzeyinin de ortak bir kaderi var:Kendini ihbar etmek. Dokusu gizlilik içinde örülmesi zorunlu olan ihanetin hazzı, ancak deşifre edildiğinde, kişisel unutuşlardan ya da tozlu arşivlerin nankörlüğünden kurtulabilir. Her siluet, belirgin bir vücuda bürünmek için, bir an için bile olsa ışığa muhtaçtır.
Le Carre, iyi ki casusluğun edebiyatı ile başladığı yazarlık serüvenine, edebiyatın gizler dünyasındaki casusluğuna kadar devam etmiştir.
Onun ne kadar gerçeği yazdığını bilemeyecek olan bizlere de insanlığın şifrelenmiş tarihinin ne kadarını çözebildiğimizin merakı ve heyecanı kalmıştır. Bu merakımızı hiçbir zaman gideremeyeceğiz. Çünkü artık o da bu sorunun yanıtını tam olarak bilmiyordur sanırım. İhanet unutulmakla, şehvet abartılmakla malûldür.