ABD'nin başrolü oynadığı bu savaş senaryolarının geri planındaki dinamikler üç ana başlık altında toplandığında:
1- Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla, her biri kendi burjuvazisinin çıkarlarını korumak ve geliştirmek hedefindeki emperyalist devletler arasındaki dünya lideri olma yarışı daha da hızlandı.
Avrupa devletlerinin ikinci paylaşım savaşından bu yana süren birlik olma sürecinde, ortak para birimi Euro'yu uygulamaya koyduğu, 15 üye devletin para politikalarını ortak belirleme amacıyla Avrupa Merkez Bankası'nı devreye soktuğu, "Hızlı Tepki Gücü" (Rapid Reaction Force) adlı bölgesel bir askeri yapının temellerini attığı ve birliğin devlete dönüşmesinin en önemli adımlarından olan "bir anayasa (convention) çıkarma" hazırlıkları da ortada.
ABD ise, 11 Eylül olayı ile elde ettiği avantajı siyasi ve ekonomik açıdan en iyi şekilde kullanabilmek için, planları muhtemelen çok önceden yapılan "tüm dünya coğrafyası"na yayılma hedefini Afganistan saldırısı ile başlattı.
Irak'ta olası bir savaşın, ABD'nin siyasi hegemonyasını pekiştireceğinden ve bugün çeşitli soru işaretlerini barındıran "tek süper güç" imajını hiçbir soruya yer bırakmaksızın perçinleyeceğinden kuşku yok. Bu "güç" imajı, tarihsel ve sınıflar arası savaşın bir gereği olarak, devletini de sırf bu nedenle güçlü tutmak zorunda olan burjuvazinin asla vazgeçemeyeceği bir hedeftir.
2- Irak ile başlayan yayılma harekatının bölgede, İran da dahil olmak üzere tüm Ortadoğu'da bir dizi "rejim değişiklikleri"ni gündeme getireceği ortada. Söz konusu bu rejimlerin bugünkü durumu, yapısı nedir? Ne tip bir değişiklik öngörülmektedir?
İşte tam da bu noktada, bugün genelde feodal bir yapının egemen olduğu Ortadoğu coğrafyasının tam olarak kapitalist üretim ve pazar ilişkilerine ve özellikle de piyasa ekonomisi sistemine geçmesinin amaçlandığı, bu hedefe de ancak rejim değişikliği ile ulaşılabileceği görülmektedir.
3- Ortadoğu'daki rejim değişikliklerinin ABD için öncelikli konu olarak belirlenmesinin temelinde yukarıda sayılan dinamiklerin yanı sıra, onlarla aynı derecede önemli olan üçüncü bir dinamik daha var. Üçüncü dinamiğin, "bölgedeki petrol ve enerji kaynaklarını -denetim anlamında bile olsa- hakimiyet kaygısı" olduğunu bütün dünya kabul ediyor.
Kıyasıya rekabet koşullarının kaçınılmaz kıldığı kar oranlarındaki sıkışma, egemen burjuvaziyi pazarı hızla genişletmeye zorluyor. Bu zorlama, burjuvazinin kendi devleti üzerinde uyguladığı bir basınca dönüşüyor, enerji kaynaklarını ele geçirmek ise bu yarışın sonucunu belirleyecek kadar önemli. Enerji kaynaklarının, bugün ekonomik faaliyetleri en alt düzeye çekilen devletlerden çok sanayi burjuvazisi için gerekli olduğu gerçeği, devlet - burjuvazi ilişkisi üzerine oturtulan bu tespitin en önemli kanıtlarından.
AB'nin parçalı görüntüsü
Emperyalistler arası pazar paylaşım yarışının bir boyutu olarak karşımıza çıkan bu olgunun bir de "emperyalist karşı tarafları" ve dünyanın ikinci süper gücü olarak kabul edilen Avrupa Birliği (AB) var.
Ancak, AB'nin, Irak ve Ortadoğu'daki gelişmeler karşısında parçalı, kırılgan bir görüntü verdiği gözlemleniyor. Birlik içinde İngiltere, İtalya ve İspanya gibi ABD'nin yanında yer almaya hazır devletlerin yanı sıra Fransa ve Almanya gibi AB içindeki nüfuzu son derece güçlü, fakat ne net bir savaş karşıtlığı ne de tersi bir konumlanma gösteren devletler de yer alıyor.
AB egemen burjuvazisi, ABD'ye ve olası bir savaşa "karşı" tavır alarak enerji kaynaklarının bölüşümünden dışlanma korkusu ile, savaştan yana bir tavır takınarak -coğrafi paylaşıma ortak olma avantajı elde etseler de- ABD'nin siyasi liderliğini onaylamış olma ikilemi arasında sıkışmış bir görüntü veriyor.
Bu anlamda, özellikle Avrupa resmi kurumlarından gelen "savaşa hayır" seslerinin çıkarlara dayalı bu ikilem ve daha da önemlisi "siyasi güç kazanma derdindeki Avrupa burjuvazisinin dünya ekonomisindeki pozisyonunu güçlendirme kaygıları" göz ardı edilmeden değerlendirilmeli.
Türkiye'nin kaygıları
Türkiye'nin olası bir savaş durumundaki konumlanışına ilişkin kaygılar da sürüyor.
Küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarının yalnızca kar endişesiyle savaş karşıtları arasında yer alışı; egemen burjuvazinin AB kurumlarına yakın durma adına yaptığı savaş çığırtkanlığı; Musul ve Kerkük'teki petrol kaynaklarına endekslenmiş koşullu tavır alışlar; bir ulusun yok edilmesi ve onbinlerce insanın öldürülmesi sonucunda bile "belki"lerle kuşatılmış yeni bir ulus devlet kurma umutları...
Türkiye'nin emperyalistlerle bir olup Kuzey Irak'a yapmayı planladığı müdahalenin -biçimi ne olursa olsun- sonucunun, özellikle bölgedeki Kürt halkı açısından son derece yıkıcı olacağı açıktır.
Muhalefet ya da "savaş karşıtlığı"
Karşıt konumlanışlarda ise en çok dikkat çeken boyut, karşıtlığın "yalnızca savaş olasılığı ile sınırlı" görüntüsü.
Örneğin Irak liderinin sürgüne razı olması ve Irak'ta bir rejim değişikliği dayatmasının söz konusu olması halinde, bu savaşsız çözüm karşısında muhaliflerin tepkisinin ne olacağı açık değildir. Rejim değişikliği tartışmalarında, savaş karşıtlarının önemli bir çoğunluğu, Irak halkının kendi kaderini tayin etme hakkından bahsetmiyor.
Ne Saddam rejimi ne de kapitalist yeniden yapılanma projeleri
Oysa sınıf savaşları tarihi, Iraklı emekçilerin Saddam rejimini de kapitalist yeniden yapılanma projelerini hak etmediğinin en güçlü kanıtı.
Irak'ta işçi sınıfının sosyalist örgütlenmesi, ülkenin en büyük ekonomik kaynağı olan petrol sektöründeki işçilerin daha 1940'lı yılların sonunda sendikalaşmasıyla başladı ve Arap dünyasının ender, kapsamlı sosyalist kitlesel işçi hareketi olarak Ortadoğu tarihine geçti.
Sosyalist işçi örgütlenmesi, uzunca bir dönem, İngilizlerin emrindeki kraliyete karşı, anti-emperyalist bir koalisyonun içinde mücadele etmiş olsa da kendi özerkliğini korumayı başardı.
Sosyalistlerin Petrol İşçileri Sendikası'nda örgütlenmesi; Arap dünyasında 50'lerde, Irak'ta ise 14 Temmuz 1958'de kraliyete karşı başlayan mücadelenin sonunda, Irak'ta kraliyetten cumhuriyete doğru evrilen bir rejim değişikliği gerçekleşti.
Kurulan ilk hükümette merkez sol, milliyetçiler ve sosyalistlerden oluşan bir koalisyon göreve geldi. Yeni hükümetin ilk adımları ise, kraliyet, İngiltere'ye bağımlılık ve hegemonya ilişkilerine son verilmesi; kapsamlı bir toprak reformu ile mevcut tarım arazilerinin küçük köylülere dağıtılması; bireysel hak ve özgürlüklerin tanınması ve kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olduğunun ilan edilmesi oldu.
Toplumsal hareketin radikalleşerek yükselişi 1963 yılında zirveye ulaştı. Özellikle petrol sektörünün kamulaştırılmasıyla Irak burjuvazisinin tahammül sınırının zorlandığının göstergeleri ortaya çıkmaya başladı:
Baas Partisi'nin ordunun güçlü desteği ile Bağdat'ı bombalaması, koalisyonun sosyal demokrat başbakanı Kassem'in katledilişi, başta sosyalistler olmak üzere muhalif kesimlere yönelik saldırılar ile başlayan darbe, 9 ay süreyle görevde kalacak bir cuntayı getirdi. Irak'ta yeni, farklı bir rejim kuruluyordu...
Bu rejimi, 1964 yılında Nasırcı muhalifler tasfiye edecek, bu kez Irak petrolünün İngiliz sermayesiyle yapılan bir anlaşma üzerinden kamulaştırılması gündeme gelecekti...
1968 yılında bu rejim, Baas Partisi'nin 1968'de iktidarı yeniden ele geçirmesiyle farklı bir rejimle yer değiştirdi. Zaten ağır yara almış sosyalist hareket son darbeyi de yeni iktidardan aldı. Irak'ta, bugün hüküm süren kapitalist devletçi otoriter sistem yeniden yapılandırıldı.
Yeniden yapılandırma projelerinin "benzer" hedefleri
Irak'ta ve tüm Ortadoğu'da planlanan savaş ve değişim senaryoları ile başta Bosna Hersek olmak üzere eski Yugoslavya'da yaşanan savaş ve daha sonra devreye sokulan "Balkan İstikrar Paktı" gibi yeniden yapılandırma programları arasından amaçları bakımından fark olmadığı söylenebilir.
Hatta, AB öncülüğünde başlatılan ve halen yürürlükte olan, İsrail de dahil olmak üzere Akdeniz'e kıyıları bulunan tüm Ortadoğu ülkelerinin yanı sıra Afrika ülkelerini de kapsayan EuroMed Avrupa-Akdeniz Ortaklık Projesi'nin hedefi de ABD'nin Ortadoğu'daki hedefleriyle benzerlik taşıyor.
Güvenlik konusunun da bir ana başlık olarak ele alındığı proje faaliyetleri çerçevesinde, altyapı yatırımları adı altında bölge ülkelerinin askeri ve ekonomik haritalarının çoktan çıkarıldığı öngörülebiliyor.
Bu bilgi notuyla amaçlanan, emperyalist savaşların gerçek ve bütün boyutlarıyla sorgulanmasına yardımcı olmak; karşıtlıkların sistemden bağımsız, sadece bir şiddet karşıtlığına indirgenmesine; kitlelerin önüne, savaşsız bir kapitalizmin mümkün olabileceği gibi yanıltıcı hedefler konarak, gerçek mücadele perspektifinin gözden kaçırılmasına ve daha da önemlisi emekçilerin, savaş karşıtlığının çarpıtılmış zemininde farklı çıkar gruplarının arkasında yedeklenme eğilimlerine engel olabilmektir.
Özellikle Türkiye'deki tartışmalar ve kamuoyu yoklamalarında bu tehlikeli "yedeklenişin" izleri görülmektedir. Ülke genelinin yüzde 90'ı "savaşa karşı mısınız?" sorusuna "Evet" derken, soru değişip de işin içine Musul ve Kerkük, Kuzey Irak'ta savaş sonrasında bir Kürt Devletinin kurulması ihtimaline karşı Türkiye'nin bölgeye asker yığınağı yapması ve askeri müdahalelere dahil olması gibi boyutlar katıldığında savaş karşıtlığının yüzde 30'lara gerilemesi de bu tehlikeli yedeklenişin göstergeleridir.
Bu hegemonik ve kapitalist çıkarlar, ülke halkına "ulusal çıkarımız" biçiminde sunulmakta ve bu söylem sayesinde, aslında savaşın yegane mağduru olacak olan emekçi kitlelerin kendi sınıfsal birliğine zarar verecek bir konumlanışın zeminini hazırlamaktadır. (BB)