Panaromadan merhabalar sevgili dinleyiciler. 3 Kasım'da erken seçim var. TBMM, ilk kez vatandaşın istediğini yaptı ve sandığa gitmeye karra verdi. 57. Hükümet, Ahmet Necdet Sezer'in Cumhurbaşkanı seçmenin dışında bir hafta içinde iki iyi şey birden yaptı. Biri erken seçim, diğeri AB Uyum Yasaları'nın meclisten geçmesi...
Başbakan Ecevit istemese de vatandaşla sandığın buluşma tarihi belirlendi. Önümüzdeki günler renkli seçim propagandalarına gebe. Belki ilk bakışta "vatandaş artık kuru gürültüye doydu. Öyle bol keseden sallamalara itibar etmeyecek" denilebilir. Ama bence kazın ayağı pek öyle değil. Zira, bu seçimde vatandaşın sağlıklı bir karar vermesi imkansız.
Önüne çıkan 23 parti var. Bunların hepsi de üç aşağı beş yukarı aynı görüşleri paylaşıyor. Tek ayrılıkları "patron belirlemede yaşanan anlaşmazlıklar". Bir de siyasi partiler yasasının getirdiği zoruluklar. Vatandaş yine siyasi parti genel merkezleri veya delege ağalarının belirlediği insanlara oy verecek. Yine kırgınlıklar olacak, yine müthiş pazarlıklar olacak. Ama, tıpkı "böyle bir fikrim var. Şöyle bir parti kuralım mı?" diye tabana sorulmadan kurulan partiler misali, milletvekili adayları da parti üyelerine danışılmadan belirlenecek. Sonra vatandaşa "senin için seçtiklerim bunlar, buyur sen de seç" denilecek.
Buradan bazı partilerin "hayır, size katılmıyoruz. Biz adaylarımızı üyelerimizle belirliyoruz" dediklerini duyar gibiyim. Tüm siyasi partilere saygım sonsuzdur. Sonuç olarak insanların demokratik haklarını kullanmalarının sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Ancak, şunu özellikle vurgulamak istemiyorum.
Hiç kimse alınmasın ama "kitle partisi olma, herhangi bir şekilde seçim barajını aşıp meclise girme, iktidara oynama ihtimali olmayan" partileri ciddiye almıyorum. Bu partiler, demokrasiyi en ince ayrıntısıyla mükemmelen uygularlar. En güzel insan hakları, demokrasi nutuklarını atarlar. Saatlerce tartışabilirler, bir karar vermek için...
Sonra "en milliyetçi, en barışçı, en müslüman, en devrimci" de onlardır. Çünkü tuzları kurudur. Zira iktidara gelmek, kitleselleşmek gibi bir ihtimalleri de yoktur, kaygıları da. Bu ihtimal ve kaygılar başladığı, hatta gerçekleştiği anda apışıp kalırlar. Örnek mi istiyorsunuz? Alın size Refah Partisi, alın size MHP.... Büyük kitlesel bir parti olmadan önce ne söylüyorlardı?, iktidara gelince neler yaptılar? Yine itirazlar gelebilir, "Bizi onlarla aynı kefeye koymayın, biz farklıyız, sağlamız" diye...
Onlar da bir zamanlar öyle söylüyorlardı!
XXXXXXXXX
AB Uyum Yasaları Meclisten geçti. "Tüm Türkiye bu iş nasıl gerçekleşti" diye şaşkın. Yaygın medya meclisi tarihe geçirirken, meclisten geçen yasalara siyasi partiler bile inanamıyor. MHP, idam ve adadil konusunda direndi. AK Parti ve DYP, AB yasalarına hem destek oldu, hem de köstek. Yani seçimleri düşünerek, iki taraflı oynadılar. "Gruplarımızı serbest bıraktık" dediler. Seçimde AB taraftarlarına karşı "destekledik", karşıtlarına da "AB sürecini tıkamakla suçlanmamak için yarımız olumlu oy vermek zorunda kaldık" diyecekler...
Şimdi Türkiyemde zafer naraları atılıyor. "AB Uyum Yasalarını çıkardık. Avrupa, istediğini yaptık. Şimdi sıra sende" diye.. Yasa çıkarmak kolaydır. Eller kalkar ve iner. Bakmışsınız yasalar çıkmış. Ya uygulama. Ben, AB Uyum Yasalarının "Türk işi uygulanmasından korkuyorum. Yani sırf "AB istedi" diye çıkarılmışlarsa, uygulamada "keyfiyet" ağırlığı yaşanmasından endişe ediyorum...
Tabi en büyük takıntım hala değişmedi. Türkiye'yi yönetenler, demokratikleşme adımlarını niçin attılar. "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları dünyanın en demokratik hak ve yasalarına layıktır" kaygısıyla mı?.. Yoksa "AB bu yasaların çıkarılmasını istedi" diye mi?
Belki bazıları "ne farkeder, sonuçta çıktı" diyecekler. Bence çok şey farkeder.
Birincisi, bir ülkeyi yöneten insanların, kendi insanının çağdaş insanlar gibi haklara sahip olmasını isteyip istememesi gibi ince bir fark.. İkincisi ise daha eleştirel bir fark. Çağdaş bir insan olabilmek, insan hakları başta olmak üzere demokratik haklarını kendi çabasıyla kazanmak için yeterince mücadele etmeyen insanlar, "kurtarıcıların" zoruyla elde edecekleri hakları "hakkıyla kullanabilecek ya da yaşayabilecekler mi? Bu soru çok önemli bence...
Bekleyip göreceğiz. 4 Kasım sonrasında kurulacak hükümet Kopenhag Zirvesi'nde ne yanıtlar alacak? Uyum Yasaları ne derece uygulanacak? İnsanlar haklarını ne derecede kullanabilecek? Kamu "çağdaşlaşmaya, demokratikleşmeye" hazır mı?
Tüm bunların yanıtını kısa bir süre sonra göreceğiz...