Tatlıses öyküsü
1980'li yıllarda oldukça ünlü bir grup olan
Soul2Soul'un iki Grammy ödülü görmüş solisti Do'reen
(Doreen Waddel), geçtiğimiz günlerde bir otomobilin
altında kalarak yaşamını kaybetti. Do'reen, bir
mağazada hırsızlık yaparken fark edildiğini anlayınca
güvenlikten kaçarken ezildi ve "çaldığı" eşyaların
içinden çokça çocuk eşyası çıktı. Prenses Diana gibi
arkasından milyonlarca insan yas tutmayacak ya da
uyuşturucudan dolayı çaptan düşen bir pop müzisyeni
gibi magazin dergilerinde sayfalarca yer almayacak.
Soul müziğin dev ve popüler seslerinden biri, onlardan
beklendiği gibi, şöhretin getirdiği "sefahat",
"alkol", "uyuşturucu" veya "kumar"dan değil, sefalet
ve açlıktan dolayı çaptan ve hayattan düştü. O halde,
ölümün geçiştirilmesi gerek. Ödülsüz ve yassız.
Pek zor şartlarda büyüyen, artık ülke koşulları
hiyerarşisi neyse o hiyerarşinin en alt sıralarında
yaşama gözlerini açan bireylerin "şöhret
basamakları"nı nasıl tırmandıkları konusu, döne döne
çıkar karşımıza. "Bir gün size de çıkabilir" umudunu
sürekli canlı tutmak zorundadır sistem. Yoksa, salt
baskı ve tehditle iktidar mekanizmaları
sürekliliklerini sağlayamazlar. Umut gerekir, umudun
pazarlanması gerekir. Bunun en basit yollarından biri
de, "bizden biri"lerinin, "halkın" o "samimi ve içten
değerleri"yle büyümüş ayaktakımı neferlerinin ünlü bir
şarkıcı, iyi bir futbolcu, zengin bir zamparanın
("playboy"un) sevgilisi olma sürecini hafif gözyaşı ve
bol övgüyle anlatmaktır. "Nazar etme ne olur, çalış
senin de olur" kampanyaları ve bir yerlerden fırlayıp
kopmuş bir halk çocuğunun para pul içinde yüzmesi,
öylesine demokratik bir senaryodur ki, herkes ben de
bir gün böyle olabilirim hayaliyle usul usul boyun
eğmeye devam eder. Hayat bir tür piyangoymuş gibi
sunulur; ne bileyim çalıştığın inşaatta sesinin
güzelliği fark edilebilir, yolda salına salına
yürürken seni podyumda görmek isteyen bir menajerle
karşılaşabilirsin. Çoğunlukla üçüncü sayfadaki "artist
olmak için kaçtı, fuhuş batağına düştü", "DJ olacaktı,
tecavüze uğradı"larla ilgilenilmez, aynı gazetenin
magazin ekindeki masum halk çocuğunun "kendi
parasıyla" aldığı BMW'deki pozuyla ilgilenilir.
İstatistiksel olarak, beceremeyenlerin sayısı çoktur,
ama piyango bu, talih kuşu bir bilete konar ve tüm
spotlar ona çevrilir, değil mi? Doğar doğmaz bir bilet
aldın işte, tutarsa.
Çıkışlar, yükselmeler hep anlatılır da, "her çıkışın
bir inişi vardır". Bunun efsanesi biraz daha farklı
yazılıyor. Popüler kültürün "ilah imalatı" sektöründe,
tanrılar kalıcı değil, gidicidir. Her kesime farklı
bir/birçok tanrı üretilir ve bu çok tanrılı dinin de
kendine göre kuralları var. Müteşebbis zekası iyi
çalışanlar, ilah oldukları dönemde, birikime yönelik
yatırımlar yaparlar ve şöhret yavaş yavaş elini
ayağını çektikten sonra, sıradan bir işadamı/işkadını
olarak hayatlarını sürdürürler. Akıl almaz bir hızla
akıl almaz bir popülariteye ve servete 'maruz kalan'
başkaları, bu ani duruma "namüsait" tepkiler
verebilirler. Kendini alkole vermek, uyuşturucuya
yaslanmak, sefahat alemlerinde her türlü ahlâkî
yetisini yitirmek gibi tepkiler, "içinden gelinen
halk"a bir tür "ihanet"tir, ama bunun da pazarlaması
yapılabilir. "Cık cık, bakın neydi, ne oldu"
tahlilleri de iyi iş yapar. Bu ilahların çöküşü, bir
tür "demokratik trajedi"yle sürekli öne çıkarılır.
Aslında tersinden bir bal tutan parmağını yalar
durumudur söz konusu olan. Eh, benim de o kadar param
olsa, ben de kokaine başlayabilirdim; aslında
çevresindekiler sattı onu; hiç dostu yok; paran var,
derdin var. Özellikle Türk halkı, parayla saadet
olmadığını adı gibi bilir, bu gerçeği ilahlarından,
"yıkılmayıp ayakta kalanlar"dan bolca duyar. Ama
nedense, yine de, "benim de param olsun, saadet
meselesini sonra düşünürüz" şeklinde aşamalı bir
mücadeleye taraftır. Bu arada, saadeti bulamayıp
düşenleri de iyice izler. "Halka malolmuş" insanların
korkunç yıkımları da -eğer bu yıkım, pek bir
gayriahlâkî ve sahnelenmeye değer ise- her zaman
gündemdedir.
Türkiye ve dünya piyasasında "düşenler" hakkındaki
öyküleri çok izleyip okuduk. Alkol veya uyuşturucu
tedavileri, psikiyatrik destekler, "tüm parasını
kumarda kaybetti"ler iyi birer malzemedir ve hatta söz
konusu ilah, ilahî özelliklerini yeniden kazanırsa
(yeniden albüm yapar, spora geri döner, sahnelerdeki
yerini alır vs.) tekrar bir yükselme öyküsü piyasaya
sürülür. Aradaki alkolizm ya da kumarbazlık falan, bir
kesintidir, bunalım dönemidir, ilah vahyetmeye devam
etmektedir.
Ama ilah, Do'reen gibi düşünce, melekler bile sırt
çeviriyorlar. Söyleyeyim: soul müziği pek bilmem de,
sevmem de; Soul2Soul'un popüler olduğu zamanlardan da
anımsadığım "Back to life, back to reality"
dizelerinin olduğu parçadır, o da hayal meyal; bu
parçayı da Do'reen mi söylüyordu, onu da bilmiyorum.
Ama Soul2Soul, oldukça ünlü bir gruptu ve Do'reen
solistlik yaptığı dönemde çıkardıkları bir albüm (Club
Classics, Volume 1) iki milyonun üstünde bir satış
grafiğine ulaşmış. İki de Grammy ödülü var; yani az
buz bir geçmiş değil bu. Herhalde o dönemlerde
hakkında bolca yazılar çıkıyordu, röportajlar
yapılıyordu, klipleri hep gündemdeydi. Buraya kadar
her şey normal de, işin bir de bizim için "karanlık"
bir yönü var. 4 yaşında bir çocuk annesi olan Do'reen,
magazin sayfalarında görülmez olduktan yıllar sonra,
2002'de, İngiltere'de bir belediyenin yoksullara
verdiği bir konutta (belki de içinden "yükseldiği" o
berbat koşullarda) yaşarken, yakalanmamak için kaçan
bir "hırsız" olarak otomobil altında kaldı. Altı yıl
solistliğini yaptığı Soul2Soul grubu zirvedeyken,
geçmişiyle ilgili de yazılıp çiziliyordur. Sonra
birden bir karanlık, unutma, merhametsizlik.
Yoksulluk, çocuğuna oyuncak ve bir-iki parça giyecek
almak için girdiği mağazadan kaçmak zorunda kalmak ve
ölüm. Bu kadar işte. Gerçekten de, -hep kullanılan
klişeyle- "feci bir ölüm". Sabah ne yediği ve akşam ne
giydiği an be an takip edilen bir insanın, hiç
ilgilenilmeyen, aç ve sefil beş-on yılı.
Bugünün Jenifer Lopez ya da Gülben Ergen gibi
ilaheleri de düşecek ve unutulacaklardır elbet
-insanlığa katkıları düşünülürse!-. Bu süreç,
uyuşturucu, kumar gibi şeylerle olursa, ki bunlar da
parayı çağrıştırıyor, popüler bir şekilde unutulurlar,
unutulmaları bile paparazzi gündemidir. Ama
bahsedilecek bir şeyiniz kalmadığında, yani aç ve
sefil bir haldeyseniz, niye bahsedilsin ki sizden?
Yani dünyanın çoğunluğundan ne farkınız var ki,
magazin emekçileri değerli vakitlerini size ayırsınlar
ya da "piyango bileti alanlar" sizi ağızları açık
izlesinler? Hangi sefalet kendini ekranda görmek ister
-televizyon bunun için mi yapılmış? Orası bir rüya,
bir hülyadır, uydurulmuştur, acı gerçekler bile uygun
süzgeçlerden geçirilip verilir. Öyle ya, bir
televizyon kanalı (devlet ya da özel şirket) her şeyi
tüm çıplaklığıyla gösterseydi, reality-show'lar tam
anlamıyla "reality" olup da "show" olmasalardı,
devletlerin ve özel şirketlerin devamını ne
sağlayacaktı?
Söylemek istediğim, Do'reen gibi insanlara ayrı ve
özel bir merhamet gösterilmesi gerektiği değil. Ya da
bir medya veya popüler kültür tahlili yapmaya
çalışmadım. Vicdanı olan her insan için üzücü olan bu
hayat öyküsü hakkında bir şeyler yazmak istedim, o
kadar. Bir ara "talihi dönmüş" bir piyango bileti
sahibinin kaybetmişliği ve kayboluşu hakkında.
Bence Do'reen ve onun gibilerin, merhametsizlik ve
sefalet batağında boğulan milyarlardan bir farkı yok.
Belki de var: iki-üç parça yiyecek için marketlerden
aslında hakkı olanı alırken kaçmak ve ölmek zorunda
kalan diğerlerinden hiç söz edilmiyor. Onlar,
insanlığa "aslında refah ve özgürlük getiren küresel
kapitalizm mucizesi"nin ufak hataları. Ve bu "hata"lar
gün geçtikçe artarken (80'li yıllar esas rüzgarın
alındığı yıllardı), spotların ve deklanşörlerin
önündeki Do'reen, orada olmak için ne gibi
merhametsizlikler ve kayıtsızlıklar göstermişti? Açlık
ve sefalete mahkum milyonlar, klüp klasikleriyle
kurtulmuyor, Do'reen de kurtulamadı. Onun
"yükselme"sini sağlayan merhametsizlik, düşüşünün de
sert olmasına neden oldu. Bu, piyangonun kendisine
çıkmasını beklemekle meşgul olan milyonların da
sürekli düşmesine, her gün daha da sert düşmesine,
hatta yerden yere vurulmasına yol açıyor.
Esaslı bir merhametsizlik, sağlam bir iktidarın ön
koşuludur. Bugün "yüksekler"de olup her an kanatları
kırılabilecek olanlar da, hiçbir zaman kanatlanamamış
olup sürünenler ve hayatları hakkında karar verme hak
ve yetkileri gasp edilmiş olanlar da, tarihin bu iki
kankardeşinin yol açtığı derin yıkımdan muzdaripler:
iktidar ve merhametsizliğin yıkıcılığı. Bu, gerçekten
bir piyangoysa, ne yazık ki bu kankardeşler "her gün
size çıkar"!