Genel Sekreteri
Feridun TANKUT'un
BİANET'ın AB HAKKINDAKİ SORULARINA VERDİĞİ CEVAP VE DEĞERLENDİRMELERİ
Soru-1:
Türkiye'nin "AB Üyeliği" konusunda kurumunuzun yaklaşımını açıklar mısınız?
Soru-2:
Bu yaklaşım nasıl gerçekleştirilebilir?
- Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupa Birliği'ne üye olma şeklinde resmi bir politikası vardır. Bu politika 1959 yılında AB'ye (o zamanki AT) üyelik başvurusu ile başlamış ve AB Konseyi'nin 1999 Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'ye adaylık statüsünün verilmesiyle yeni bir dönüm noktası yaşanmıştır.
Türkiye - Avrupa Birliği ilişkilerinde şimdilerde ise nefesler yeniden tutulmuş, üyelik müzakerelerinin başlatılması haberine kilitlenilmiştir.
Bu aşamaya çok uzunca bir süreç sonunda gelinmiştir. Türkiye -AB ilişkileri önemli ve çarpıcı bir yapıya sahiptir. Türkiye'nin Avrupa Birliğine adaylık başvurusunun üzerinden tam 43 yıl geçmiştir.
Bu süre, 1957 Roma Antlaşması dikkate alınırsa, AB'nin kuruluş ve gelişimine eşit bir süreye denk düşmektedir. Bir başka ifade ile Türkiye'nin AB'ye başvurusunun üzerinden AB'nin yaşına eşit bir süre geçmiştir. Dolayısıyle Türkiye, gerek üye ülkeler, gerekse aday ülkeler arasında en uzun başvuru süresine sahip olmak gibi bir rekora sahiptir.
Türkiye'nin üyeliğine başvurusu bir stratejik karardır. Bu strateji, ekonomik, siyasi ve sosyal boyutlarını hepsini içermektedir. Çünkü AB, ekonomik, siyasi ve sosyal hayatta norm ve standart belirleyen bir güce ve yapıya sahiptir. Entegrasyonu, Türkiye'nin hemen sınırında cereyan etmesi nedeniyle de ülkemizi çok derinden ilgilendirmektedir. Dolayısıyle, hiç bir açıdan Türkiye'nin bu entegrasyona kayıtsız ve ilgisiz kalması düşünülemez.
Bu çerçevede, Türkiye'nin, Avrupa'daki ekonomik, sosyal ve siyasal alandaki norm, değer ve standarları yakalama çabası devam etmektedir. Artık AB'ne üyelik sürecimiz belli formatlara oturtulmaktadır diye düşünüyoruz. Türkiye-AB ilişkilerinde siyasal söylemin ötesinde bir safhaya geçilmiştir denilebilir.
AB, Katılım Ortaklığı Belgesi ve ardından 2 kez çıkardığı yıllık İlerleme Raporları ile Türkiye'den beklenti ve değerlendirmelerini ortaya koymaktadır. Diğer taraftan Türkiye de Ulusal Program ile bütün taahhütlerini sıralamış ve gerçekleştirme takvimini sunmuştur.
Buradan anlıyoruz ki, AB nasıl entegrasyonu bilfiil inşa ediyorsa, bizim de üyeliğimizi inşa etmemiz gerekiyor. Yani problemleri çözme, gelişmeyi sağlamada daha istekli ve gayretli olmamız gerekiyor. Bunu yapabilmek için ise entegrasyon sürecine aktif katılmanız gerekiyor.
AB entegrasyonu, temelde sosyal tarafların etkin rol oynadığı bir birleşme sürecini yaşamaktadır. Türk sendikacıları olarak hem ülkemizin siyasal karar süreçlerine etkin şekilde katılmak ve hem de sürmekte olan ve telaşını yaşadığımız AB'ye üyelik sürecinde etkin, belirleyici ve yapıcı rol oynamak istiyoruz.
HAK-İŞ, etkin bir entegrasyon süreci istemektedir. HAK-İŞ, Türkiye'nin gerekli yapısal reformları yaparak AB standart, norm ve kriterlerini yakalayacak bir toplumsal transformasyonu gerçekleştirmesini istemektedir. HAK-İŞ, Türkiye'nin böyle bir yapısal transformasyonu gerçekleştirmesinin ertelenemez bir ihtiyaç olduğunu düşünmektedir. Çünkü ekonomik, siyasi, sosyal, hatta kültürel alanda olmak üzere transformasyona duyulan ihtiyaç her alanda derinden hissedilmektedir.
Soru-3:
AB ülkelerinde sosyal haklar, işçi hakları, ifade ve örgütlenme özgürlğü üyelikle birlikte ne tür değişiklikler yaşandı? Kayıplar ve kazançlar neler?
- 15 AB üyesi ülkeyi haklar ve özgürlükler bakımından iki gruba ayırmak gerekir. Birinci grup ülkeyi refah, demokrasi, haklar ve özgürlükler bakımından hep iyi durumda olan ülkeler oluşturturmaktadır. Bunlar arasında Almanya, İngiltere, Danimarka, Hollanda, Fransa gibi ülkeleri sayabiliriz. Bu ülkelerin AB üyesi olmalarıyla bu alanda ciddi bir değişim ihtiyacı görülmemiştir. Ancak 2. grup ülkeyi refah, demokrasi, haklar ve özgürlükler alanında göreceli olarak problemli ülkeler oluşturmaktardır. Bunlar arasında İspanya, Portekiz, Yunanistan belki belli oranda İtalya'yı sayabiliriz. Bu ülkelerin AB'ye girişleri bu ülkelerin toplumlarında, siyasi sosyal ve ekonomik yapı ve politikalarında önemli değişimle doğmuştur. Bu ülkeler, faşist ve askeri yönetimlerinden geriye kalan otoriter ve totaliter kurum ve kuralları silerek özgürlük ve demokrasi yönünde çığır açtılar. Bu durum büyük oranda AB'ye üyelik nedeniyle sağlanmıştır. Bu ülkeler kendilerini haklar ve özgürlükler bakımından baştan sona yenilemek zorunluluğu ile karşı karşıya kaldılar ve bütün eksikliklerini ayıkladılar.
Şimdi ise AB, aynı değişim ve dönüşümü aday ülkelerden beklemektedir. Özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri AB entegrasyonu sürecine büyük uyum göstermekte toplumsal, siyasi sosyal ve iktisadi olarak hızla baştan sona yenilenmektedirler.
Bu ülkelerden bütün bu değişimleri Kopenhag Kriterleri ile her ülke için hazırladığı Katılım Ortaklığı Belgeleri ile istemektedir. AB, 10 aday ülke ile tam üyelik müzakerelerini bu değişim ve dönüşüm temelinde tamamlamıştır.
Soru-4:
Sosyal haklar, işçi hakları, ifade ve örgütlenme özgürlüğü anlamında Türkiye'yi AB üyesi ülkelerle karşılaştırır mısınız?
Soru-5:
Bu çerçevede, AB üyesi olma durumunda, Türkiye'nin "kazançları" ve "kayıpları" neler olabilir ?
- Aynı şeyler Türkiye'den de istenmektedir. Dolayısıyle Kopenhag Kriterleri ile Katılım Ortaklığı Belgesi Türkiye ile AB'nin çok genel karşılaştırılmasına da yardımcı olmaktadır.
AB, sahip olduğu ekonomik, sosyal ve siyasi standart ve normları, Kopenhag Kriterleri başlığı altında genel olarak Katılım Ortaklığı Belgesi'nde de özel ve detaylı olarak sıralamaktadır.
Kopenhag Kriterleri öz olarak, ekonomik alanda sağlanan temellere oturan ve düzgün işleyen bir piyasa ekonomisi, bütün hak ve özgürlüklerin güvence altına aldığı demokratik temele dayanan istikrarlı bir siyasi yapı ile AB müktesebatının bütünüyle üstlenilmesini öngörmektedir. Ülkeler, kendilerini çok kolayca kıyas edebilirler.
Biz, hak ve özgürlükleri, ülkeye iyi bir gelecek sağlayan önemli açılımlar olarak görmekteyiz. Bu açıdan bakıldığında Haklar ve Özgürlükler, demokrasi ile birlikte ele alınacak önemli bir projedir. Bu üç kavram, güçlü bir program ve çalışma ile hayata geçirilebilir.
Bunların olabilmesi için aslında ülkelerin işin başında bir karar vermesi gerekiyor. Bu karar ise ülkelerin açık toplum mu, yoksa kapalı toplum mu olacağı yönündeki tercihidir. Böyle bir tercih çok radikal bir tercihtir. Çünkü böyle bir kararın ardından, açık toplumu gerçekleştirecek bir dizi radikal reformlar yapılacaktır.
Türkiye bunun temel bir örneğini Cumhuriyetin kurulmasıyla göstermiştir. Atatürk, kurulan yeni devleti, cumhuriyet, demokrasi, laiklik, çağdaşlık ve modernli?k prensiplerine bina ederek temelde radikal bir tercihte bulunmuştur. Atatürk, bu çağdaş tercihe uygun olarak da reformları güçlü ve kararlı bir şekilde hızla gerçekleştirmiştir. Hatta daha geriye gidersek, Osmanlı tarihinin büyük bir bölümünün, yenilik hareketleri ve reformları ile dolu olduğunu görürüz. Fatih Dönemi, II. Mahmut ve Tanzimat bunların başında gelmektedir. Bu formların hepsinin temelinde daha özgür bir topluma doğru öneliş vardır. Günümüzde ülkeler, birbiriyle ekonomik ve askeri alanda yarıştıkları kadar hatta belki ondan da öte haklar ve özgürlükler, katılımcılık, demokrasiyi yaygınlaştırmak ve refahı geliştirmeye çalışmak yönünde gayret sarfetmektedirler. Ülkeler, bireyerinin güçlülük, toplumlarının refah ve örgütlülüğü ile övünmektedirler. Ülkeler, devlet kurumlarını ve imkanlarını bu amaçla seferber etmektedirler.
Bir süreç analizi yapıldığında, Türkiye'nin, sosyal haklara, işçi haklarına, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne, hak ve özgürlüklere yabacı olmadığını görürüz. Türkiye'nin, Cumhuriyetin kurulduğundan itibaren, temel hedefi olan çağdaşlık, modernlik ve Batı tipi demokrasiye doğru yelken açtığını görüyoruz. Türkiye bu doğrultuda önemli kazanımlar elde etti ve etmeye de devam etmektedir. Ancak 80 yıllık bir sürecin sonucunda bugün kıyaslandığında Türkiye'nin, gelişmiş Batı ülkelerine göre aynı kulvarda ancak, hala geride olduğu görülmektedir.
Bu genel kıyasta şunları söyleyebiliriz:
AB'deki gibi bir sosyal model bizde yok. Sosyal diyalog ve mekanizmaları var, bizde yok. AB'de örgütlenme en yaygın ve sınırsız bir şekilde var, bizde yok. Aksine örgütlenmenin önünde sayısısız handikap var. AB'de herkesi, ama herkesi içine alan sosyal güvenlik ve sosyal koruma mekanizmaları var, bizde yok.
AB'de işsizlik en üst düzey konu olmakta ve AB İstihdam Stratejisi geliştirilmekte, bizde konuyla yakından ilgilenilmemekte. AB'de güçlü bir bölgesel gelişme politikası var, bizde yok.
Bunun nedeni, Türkiye'nin temel hak ve özgürlükler konusunda bir tercih eksikliğinin olduğu gerçeği değildir. Bunun temel nedeni, hızlı adım atamaması, hızlı adım atacak şekilde devlet aygıtını geliştirilmemesi, yenileyememesidir. Bunun sonucu olarak da toplumdaki ve siyasilerdeki en temel kanı HANTAL devlete sahip olduğumuz gerçeğidir.
Bunun eksikliğini, AB'ye üyelik sürecinde görmekteyiz. Türkiye'de AB üyeliği, bir devlet politikası haline gelmesine rağmen, halkın % 70 gibi büyük çoğunluğunun belirgin bir tercihte bulunmasına rağmen, siyasi partilerin hemen hepsinin ortak politikası olmasına rağmen, istenilen hedeflere ulaşmada sürekli problem yaşanmaktadır. Bunun nedeni, sistemdeki hantallıktır. Sorunlara süreç içerisinde planlı ve programlı çözüm aramak yerine, biriktirerek bir anda ve kötü sonuç görününce çözüm arıyoruz. Bunun en son örneğini Gümrük Birliği'nde yaşadık. Türkiye 1963 Ankara Antlaşması ile 30 yıla uzanan bir süreçte Gümrük Birliği'ne geçeceği belli iken, bu süreçte gerekli adımları atmadı. Aksine gerekli devasa hukuki düzenleme ve değişiklikleri 1995 yılının sadece bir kaç ayına sığdırdı.
Şimdi ise, benzer durum AB uyum yasalarında yaşanmaktadır. Mevcut Hükümet, AB konusu son yıllarda çok güncel ve kritik bir aşamada olmasına rağmen, Ulusal Programda vadettiği programı gerçekleştirmeyip, seçim tartışmalarının alabildiğince yaşandığı bu kritik 1-2 aylık süreçte tamamlama telaşını göstermektedir.
Gerek GB'inde, gerekse AB uyum yasalarında yaşanılanlardan anlaşılan odur ki, hantallık ve atalet bir devlet ve siyasi kural halin gelmiştir. Anormal ve olağanüstü olması gereken, olağan hale gelmiştir. Süreçte çözüm değil, sonuçta çözüm arama yaklaşımı belirgin bir hastalık olmuştur.
Bu durum, atılan adımların hazımsızlığını ve temelsizliğini, sağlıksız ve pratik olmayan sonuçları doğurmaktadır.
Yoksa Türkiye'nin demokratikleşme, çağdaşlaşma ve dışa açılma yönünde bir ayak sürtmesinin olmadığı anlaşılmaktadır. Aynı durum haklar ve özgürlüklerin yaygınlaştırılması için de geçerlidir.