Anne olmak-olmamak; iyi
doktorluk için hangisi lazım?
Dr. Gülsüm ÖNAL
Tıp dünyasından içeri girerken, cinsel kimliğimizi dışarı bırakmamız öğretilmişti, resmi görüş tıbbın cinsiyetsiz ve nötr olmasıydı. Hekim adayı için ilk yasa, insan hayatına saygıyla başlıyor ve dolayısıyla ondan, insan bedenini yansız, ayırımsız ele alması bekleniyordu. Hoş, anatomi atlaslarında, insan bedeni diye sunulan bol miktarda erkek kaslarını görüyorduk ama doğrusu yeri gelince -yani erkek ve kadının bedensel farkını anlamamız için- farklı organ yapılarını gösteren birkaç kadın bedeni kurgusuyla da karşılaştık. Tıp bilimine haksızlık etmeyelim, en nihayetinde kendi dünyasına kadını dahil etmişti işte ve kadınlar daha ne isteyebilirdi ki? Doğru, anatomi atlaslarına kadın farkının eklenmesi ve yine günümüzde artık "kadınlar hekim olabilir mi?" diye görünür bir tartışma kalmamış olması, kadınlar lehine adımlar ve bizim kuşağımızın avantajlarıdır elbette.
Unutmayalım ki, ülkemizde kadınların tıp fakültelerine "kabulü"çok gerilere değil, sene 1922'ye dayanır. Üstelik, bu "kabul" sonrasında da uzun süre, konunun tartışması devam eder. Örneğin 1949 yılında, Ankara Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi, dönemin gazetelerinde yayınlanan bir tartışmaya tanıklık eder; kadınların hekim olamayacaklarını savunan erkek öğrencilere karşı, kız öğrenciler kendilerini savunurlar ve bu tartışmanın sonunda bir jüri tarafından "kadınların hekimlik yapamayacakları" kararı alınır·.
Kararın bağlayıcı olamadığını ve tartışmanın gülüp geçilesi argümanlarından bazılarını hatırlatmakta fayda var. Bu yazının ve esasen kadınlara ait sayfanın niyeti, tıbbın kendisinin ne ölçüde "erkek" olduğunu sormak ve bu gibi soruları gelecekte birlikte yanıtlamaya çalışmak olduğundan, "erkek" bakışına kadınları savunan tarafın da kimi zaman nasıl dahil olduğunu görmek özellikle önemli. Erkek tarafı kabaca, zorluklarla dolu hekimlik mesleğini, narin kadın bedenlerinin kaldıramayacağını savunur ve çeşitli komik deliller gösterip, tahminler yapar; "...Batı memleketlerinde öyle hesaplar, o türlü istatistikler vardır ki, bunlara göre tıp fakültesine 100 "bayan" müracaat etmiş, bunlardan ancak 5 tanesi doktor olabilmiştir. Bu doktor "bayanların da" akıbetleri meçhuldür. Belki de evlenip doktorluktan vazgeçmişlerdir... Kadın belki her şey olabilir, yalnız doktor olamaz...Kadın yalnız anne olmalıdır..."
Burada mühim olan kadınlar tarafı. Kadınlar, kendi haklarını, dönemine göre gayet düzgün bir feminist perspektifle savunmalarına rağmen, öyle sözleri de vardır ki, ya oyuna geldiklerini ya da ince bir hile ile erkekleri oyuna getirdiklerini düşündürür; "...Kadın doktorluğu da pekala başarabilir. Bilhassa, kadın doktor gayet nazik çocuk doktoru olur. Hiçbir erkek doktor, bir çocuğa kadın doktor kadar şefkat ve ihtimamla bakamaz. Zira kadın doktorda annelik vardır. Dünyada anne kadar kim şefkat göstermeye muktedir ki?"
Görüldüğü üzere, en çok altı çizilen ve her iki tarafında argümanı olabilen, "annelik" meselesi. İşin gülüp geçemeyeceğimiz yönü de burası; tıbbın cinsiyetsiz gibi görünen resmi yüzü içerisinde, cinsiyet rollerine dayalı algılama ve işbölümü devam ettikçe, ne kendi içimizde ne de hekim-hasta ilişkisinde cinsiyet eşitliğinden söz etmek mümkün değildir. Her ne kadar tarihe gönderme yapsam da, bu durumun sorumlusu, kadın hekim olarak varolmamız için mücadele etmiş, bizden önceki kuşaklar da değildir. Bugün bizim sormamız gerekiyor; 80. Yılımızda biz kadın hekimler, şakayla karışık ifade edersek, cebren ve hile ile dahil olduğumuz tıbbın, cinsiyetsizlik kisvesi altında sürdürdüğü erkek egemenliği ile ne ölçüde hesaplaştık? Üstelik, sadece yalınkat bir eşitliğe değil, hayatı gerçekten kadınlar lehine değiştirmeye gözümüzü dikmemiz gerektiği bir tarihteyiz.
- - - -
Hekim Forumu-147/Temmuz-Ağustos 2002'den alınmıştır.