DİYARBAKIR'DAN ÇORBA VE AKSAN
Gözaltına şimdi mi alınmak istersiniz, daha sonra mı?
Sevda Özbek: Biz hepimiz düzenli edebiyat dergisi okuyucularıydık ve kendi dergimizi kurmanın hayaliyle yaşadık hep. Bir gün, birdenbire "haydi" dedik ve başladık. Her kafadan başka bir ses çıkıyordu; bir arkadaş "siz de her şeyi çorba ettiniz" dedi. O an derginin adının "Çorba" olmasına karar verdik.
Nurullah Kaya: Her şey birdenbire oldu, ama Diyarbakır'da insanların ürünlerini yayınlayabilecekleri bir derginin sıkıntısı uzun zamandan beri vardı. Yazdıklarımızın çoğu İstanbul dergi tekeli tarafından kabul görmüyor, yayınlanmıyordu. Okuyucu mektuplarına bile almıyorlardı. Ben fizik bölümünde okuyordum, Sevda resim, bir arkadaşımız biyolojide, biri kimyada, biri edebiyatta... Beş-altı kişi bir araya geldik, öğrenci olmanın avantajılarını kullanıp öğrenim kredisi aldık ve hepsini dergiye yatırdık. Derme çatma bir büromuz vardı. "Çorba" altı sayı çıkabildi. Bin tane basıyorduk. Bir kısmını Yay-Sat aracılığıyla dağıtıyorduk, çeşitli bölgelerdeki arkadaşlarımız destek oluyordu. Ortalama 56-57 ile ulaştı Çorba.
Sevda: Her yandan çok mektup, maill geldi. Bu bizi çok kamçıladı. O gün basından geçenleri anlatıyordu mesela birisi. Buna bir zorunlulukları yoktu, ama kendilerini yakın hissediyorlardı.
Nurullah: Bizden önce Diyarbakır Sanatçılar ve Edebiyatçılar Demeği'nin çıkardığı Amida dergisi vardı. Biz teşvik edici olduk, şu anda çıkan bir sürü öğrenci dergisi var. Diyarbakır'da dergi çıkarmak zordur, ama derginin adının "Çorba" olması durumu biraz yumuşattı. Başvurduğumuz gün basma iznini aldık. Aynı anda başvurduğumuz bir sürü insan iki üç ay bekledi.
Sevda: Ama yine de derginin çıkan her sayısında içimizden birileri gözaltına alındı. Rıfat Ilgaz'la ilgili bir dosya yapmıştık mesela, Rıfat Ilgaz'ın adresini! istediler bizden. Gözaltına alacaklar yani. Adama anlatamıyorsunuz
Nurullah: Hepimizin birer dosyası var yani şu anda, emniyette de değil bu dosyalar. Üniversitedeki okul polisi tutuyor. Bizi en çok zorlayan okul oldu zaten. Yoksa dergi her sayı Basın Savcısına, Emniyet Müdürlüğü'ne gidiyor.
Sevda: Yazılan, çizilen her şey politiktir aslında, ama slogan gibi görünecek, derginin kapatılmasına neden olacak bir şey yapmamak için hep güvendiğimiz insanlara danışırız önceden.
Nurullah: Çorba birinci yıldönümünde kapandı, bir yıl ara verdi, üçüncü yıldönümünde Aksan adıyla bir kez daha çıktı. Diyarbakır'da bir derginin yayın periyodu aksadığında okuyucu bir daha güvenip de o dergiyi almaz. O yüzden adını değiştirdik.
Sevda: Neden Aksan? Her şairin kendi dili vardır ve geldiği coğrafî bölgeyi gizli özne olarak kullanır; aynı dilin farklı aksanları gibidir bir anlamda. Biz Kürtçe bir şey yayınlamadık, zaten baştan izin alırken "Kürtçe mi, Türkçe mi?" diye seçim yapmanızı isterler sizden. Bu aslında şu demektir: "Gözaltına şimdi mi alınmak istersiniz, biraz daha sonra mı?" Biz sonra alalım dedik, "İstanbul dergisi "-"Anadolu dergisi" ayrımına gelince, Avrupa resmiyle Türk resminin karşılaştırılması gibi geliyor bana. Şunu unutmamak gerekiyor, biz kendi dilimizde edebiyat yapmıyoruz, İstanbul her zaman Türkçe konuştu, bizse belki elli yıldır Türkçe konuşuyoruz. Tamam, bize taşra dergisi gözüyle bakılıyor. Ben resim yapıyorum, kimse benim resmime "taşra resmi" demiyor, edebiyatta böyle bir ayrım oluyor ne yazık ki. Bir iş yapıyorsunuz, ama onun içinde kendi oyunları dönüyor. Bir kez "keşke hiç dergi çıkarmasaydık, bir edebiyatçıyla tanışmak zorunda kalmasaydık" demiştim. içine girince işler değişiyor. Biz küçükken oyuncuları evlerine gidene kadar takip ederdik, tiyatronun içine girince orada da işler değişti.
Nurullah: Biz Şeyda'yla zaten üniversitenin tiyatro bölümünde tanıştık, sekiz ay önce de evlendik. Ben şu anda öğretmenlik yapıyorum, Sevda başka şeylerle uğraştığı için okulu bilerek uzattı. Ev nasıl geçiniyor, sağolsun, babam olmasa geçinemeyiz. Ama Aksan gayretimizle devam edecek. Rüstem isimli bir arkadaşımız dergi için bir maaşım verdi, cep te-lefonunu sattı, parasını verdi, aynca kredi kar-tından da para çekti. Bunlar boşuna mı?
"33"
Taze mürekkep kokuşu
Zeki Oğuz: Küçük bir yerimiz vardı, cumartesileri öğrencilerle slayt gösterileri, edebiyat sohbetleri yapardık. Sonra bu öğrenci kesiminden gelen istekle bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar verdik. Ben de zaten Konya'da böyle bir derginin eksikliğin! hissediyordum, 97'nin şubatında çıkarmaya başladık Çalı'yı. Kendi imkanlarımla çıkanyor-dum, öğrenciler de katkıda bulunmak istedi, ama öğrenci harçlığından para mı alınır? Kabul etmedim tabii. Ben öykü de yazıyorum, şiir de yazıyorum. Şiirde iddialı değilim, çocuklar çok beğendi de zorladı. Dergi çıkarırken acaba yeterli malzeme bulabilir miyiz diye düşünüyordum. Birkaç ay içinde sadece Konya'dan da değil, bütün Anadolu'dan eseryağmaya başladı. Bin adet basıyorduk, 400 civarında satıyorduk. Sonra Kültür Bakanlı-ğı'nın desteğiyle dergi il halk kütüphanelerine girince, 800'e kadar çıktı satışımız. Dergi çıktıktan sonra diğer etkinliklerimiz de sürdü, hatta katılım arttı, salonlara sı-ğamamaya başladık. Bir yıl önce kapatmak zorunda kaldım Çalı'yı, hala yolda çevirip "nerede" diye soranlar çıkıyor. Eksikliği hissediliyor yani Konya'da. Fazla kültür sanat etkinliği yoktur Konya'da. Işığı olan gençleri destekle-meye çok önem veriyorduk. Ne yapacağım bilmeyen bir sürü genç var. Sonradan kurduğumuz fotoğraf demeğine de bir sürü genç geldi. Fotoğrafların kalitesinden çok, gençleri bir araya getirecek sergiler açmaya önem verdim ben.
Şu anda küçük bir bürom var, karanlık odam var, oyalanıyorum. Emekliyim ben, üç aylıklarla idare etmeye çalışıyorum. Dört çocuktan biri hala bizle yaşıyor, matbaacılık okuyor.
Derginin ismini ben gençlere bıraktım, iki-üç ay tartıştılar, sonunda biri dedi ki "Konya'nın her tarafı bozkır, bozkınn doğal bitki örtüşü de çalı. Susuzluğa, kuraklığa çalı kadar iyi dayanabilen var mı? Derginin adı Çalı olsun". Ben "Anadolu dergisi"-"lstanbul dergisi" ayrımım pek dert etmiyorum. Önemli olan kalitedir. Dergi için çok koştur-dum, her şeyi bana bakıyordu çünkü. En güzel kısmı matbaadan gelen derginin iplerim çözdüğün andır. O taze mürekkep kokusunu çok özledim.
wr-fiv IW"l"ıf
Bir ekmeği ikiye bölersen kaç parça olur?
Rıdvan Tarhan: Tîgrîs, eski adıyla Dicle anlamına geliyor. Bizim delgi bir öğrenci dergisi olduğu için üç yıldır sürekli bir devir halinde. Siirt'e, Urfa'ya, iletişimimiz olan birçok üniversiteye de gidiyor dergi. Daha önce 1500 basıyorduk, şu anda 2000'e çıkardık. Okuldan malî destek almak bir yana, derginin çıkmaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Stand açmaya izin vermiyorlar mesela. Ortaokul zamanlarında çaylakça yazmaya başladım. ilk yazdıklarım Türkçeydi. Kürtçe benim için yazı dili değildi, çok iyi konuşurdum, ama okulda Türkçe öğretiyorlardı. O zamanlar şiir de Türkçe yazılmalı diye düşünüyordum. Artık Kürtçe yazıyorum, çünkü farkettim ki, aslında Kürtçe düşünüyorum, sonra duygulanım başka bir dile tercüme ediyorum. iki dile de haksızlık bu. Bir gün ilkokul üçteyim, müfettiş geldi, kaldırdı ayağa. "Bir ekmeği ikiye bölersen kaç parça olur?" diye sordu. Türkçe bilmediğimden dolayı an-layamamıştım. Arkadaki arkadaşım "dört" diye fısıldadı; gerçekten gırgır mahiyetinde değildi bu, yardım etmek istiyordu. O da anlamamış işte. Zaten öğretmenimiz Türktü ve sağ elinde tebeşir, sol elinde silgi olurdu. Yazdığı anda silerdi, biz göre-meyelim diye. Sınıfta herkes Kürttü. Biz OHAL böl-gesinde olduğumuzdan, karakol vardı ve yüzbaşının oğlu gelmişti bir yıl bizim sınıfa. Onun da bizim-le pek diyalogu olmadı. Askerler getirir, götürürdü. Farklıydık, birbirimizin esprisine gülemiyorduk. Or-taokula ilçede gittim, o zaman bile Türkçem daha
yarım yamalaktı. Sadece bir öğretmenimi unutamam. Ispartalıydı; Mehmet Yılmaz. Dersten önce mahalleye gider, anlatacaklarının Kürtçesini öğre-nirdi. Hem Kürtçe, hem Türkçe anlatırdı dersi. Beş yılda öğrenemediğimi, onun sayesinde yarım dönemde öğrendim. Bizim evde Kürtçe konuşulurdu, ama Diyarbakır'a geldikten sonra küçük kardeşlerim benim çektiğim sıkıntıları çekmesinler diye Türkçe konuşmaya başladık. Biz dergide Kürtçe şiir basamıyoruz. OHAL bölge-sinde dergi çıkarırken seçmeni isterler zaten birini;
ama kimsenin de Kürtçe demeye cesareti yoktur. Ben Kürtçe düşünüyorum, duygularımı insanlarla paylaşabilmem için çevirmem gerekiyor. Onlarca sözcük, deyim çevrilince saçmasapan oluyor, ama ne yapalım. Ben üniversitede edebiyat okumak istiyordum, ona puanım yetmediğinden Türkçe öğretmenliğim' kazandım. Kesinlikle kendi bölgemde öğretmenlik yapmak isterim, Hakkari'de, Diyarbakır'da, Muş'ta... Aynı yollardan geçtiğim için o in-sanlara çok iyi bir şekilde Türkçe öğretebilirim diye düşünüyorum. Her lisan bir insandır derler. Ben -işe bu tarafından bakmayı tercih ediyorum, niye Türkçe öğrenmek zorundayım diye değil. Ama kendi anadilimde eğtim almayı tabii isterdim; rektörlüğe dilekçe de verdim zaten, iki bin kişiydik, ama polis dilekçelere el koydu, üç arkadaşımız da uzaklaştırma cezası aldı.
O kadar mutluyum ki burada olmaktan, ama dön-düğümde bunu fazla yansıtmamaya çalışacağım.
"Ben ilhan Berk'le tanıştım, Latife Tekinle tanıştım" diye anlatırsam ayıp olur şimdi insanlara, içimde yaşayacağım duygularımı. Üniversite bitecek de Tîgrîs'ten ayrılacağım diye çok üzülüyorum. TTgrîs duygusallığı kabul etmez, bir aşamadır, sanat camiasına açılan kapıdır. OHAL'in de kalkacağı ümidiyle yarı Türkçe, yan Kürtçe kendi dergimi çıkarmak en büyük hayalim.
GEBZE'DEN AĞIR OL BAY DÜZYAZI
Bıçağın kemiğe dayandığı yerden
Bayram Balcı: Kasım 2000'den beri çıkıyor Ağır 01 Bay Düzyazı. 85'te Mersin'de fanzin bir dergi çı-kartmıştık. Sivaslıyım, ama Ankara'da doğup büyüdüm. On yıl Diyarbakır, Urfa ve Mardin'de gazetecilik yaptım. Sonra Istanbul'a yerleştim. Selçuk Yamen: Ankara'da cezaevinden çıkmıştım, bir arkadaşınım arkadaşıydı Bayram. O arkadaş gitti, bizim yıldızımız barışmış ki böyle işlere kalkıştık. Ben Gebze'de yaşıyorum ama şu an. işin ilginç yanı, ben hiçbir şey yazmıyordum ve yazı-lanlara da sinir oluyordum. Depremde, dördü yeğenim olmak üzere, yüzden fazla tanıdığımı kaybettim. Deprem benim için öyle bir nokta oldu ki, sonra birden yazmaya başladım. 15 gün kendimi kilitledim ve sonunda o odadan bir şiirle çıktım. Çok utandım bundan, ama yazdığım şey beni anlatıyordu. Sinir olduğum şiirlerin hiçbirinde ben yoktum. Dergi çıkaralım dediğimizde, dergi-lere baktık, bir sürü düzyazı; iyi ola-ninın bile şiiri yok ama. Düzyazı koymama kararı aldık öncelikle.
Bayram: Şiir her şeyi kendi içinde barındırır, bir dergi olabilmesi ve bizi anlatabilmesi için düzyazıyla destek-lenmesinin gerekli olmadığına karar verdik. "Ağır ol bay düzyazı/ sen ancak uçağa binebilirsin", Cemal Sü-reya'nın bir dizesi. Bundan daha güzel bir isim olamazdı dergiye. Selçuk: Ekonomik krizden önce du-rumumuz daha iyiydi, daha kapsamlı bir dergi çıkarabilirdik. Ama seslenmek istediğimiz, ezilen ve yok sayılan kesim. Karşılarına en
ucuz şekilde, ama hatasız ve biçimi de farklı olarak çıkmamız lazımdı. Türkiye'nin hemen hemen bütün cezaevlerinde abonesi olan bir dergi bizimki. F Tipi cezaevi çıktıktan sonra, insanların ulaşma şansı çok azaldı. Ceazevlerine gidiyor diye bir otosansür uygulamıyoruz. Kürtçe şiir de bastık. Dergide yayınladığımız bir şiiri bir etkinlikte okudum diye gözaltına da alındım. Ama avukatım, meslekten yırtıyorum. Bayram: Bizim derginin bir tuhaflığı
da var. Biz ikimiz ayrı şehirlerdeyiz, iki arkadaş (Hasan Basri Ünlü, Cenk Hakkı Zarih) cezaevinde. Bundan dergi çıkmaz normal olarak, ama çıktı işte.
Selçuk: Biz kendi şiirilerimizi basa-lım diye dergi çıkarmıyoruz, içinde yayın kurulundan kimsenin şiirinin olmadığı sayılarımız çok. Bir yandan öncülük etmek, bu süreçte de kendi şiirimizi geliştirmek istiyoruz. Bayram: Edebiyat bıçağın kemiğe dayandığı yerden çıkar. Birey olarak hayatın bize verdiği acıyla göğüs gö-ğüse çarpışmak zorundayız. Sanat da, edebiyat da bu basınçtan doğar bence, işçinin greve gitmesidir, zor-lamazsan grev yapmaz işçi. O yüzden taşra dergisi tartışmasın! edebiyat içi kavga olarak görüyoruz. Bizim derdimiz ayrı.
Selçuk: Bir de bizim Fransa'da, Amerika'da olup da adı yayın kum-lunda geçen arkadaşlarımız var. Biz istanbul dergisi gibi bile hissedenleyiz ki. Bin tane basıyoruz, ama bu beş bin olsun da istemeyiz. Bu iyi.
"34"
ORDU'DAN KUM YAZILARI
Taşralılık dünyayı algılayış fakirliğidir
Selçuk Küpçük: iki yılı bitmek üzere Kum Yazıla-rı'nın. Şiir yazan herkesin bir dergi hayalinin oldu-guna inanıyorum, ama dergide şiirierimi yayınlamıyorum. Daha çok söylemek istediklerimi insanlara iletebileceğim bir alan olarak kullanıyorum dergiyi, denemeler yazıyorum. Şiirierimi yolladığım yerler bu denemeleri basmaz çünkü. Kendim için çıkarıyorum Kum Yazılan'nı. Yaşadığım ilde kabullerimi ve redlerimi paylaşacağım bir çevrem yoktu. Konuşmam gerekiyordu, kendimle konuşmaya başladım. Tarihe de bir not düşmek istedim aslında, Selçuk Küpçük diye bir vatandaş bir zamanlar şunları söylemiş diye. Zaten fanzin bir dergi bu. Daktiloyla yazıp 250 tane fotokopi yapıyorum. Derginin kesekağıdı olarak kullanılmayacağı yerlere, bir takım edebiyat dergilerine, bazı edebiyatçılara yolluyorum. istanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Erzurum, Trabzon, Bursa ve Konya'da beşer onar tane yolladığım kitabevleri var. Dergiyi satmıyorum, parasız dağıtıyorum, ama bazen abone olmak istediklerin! söyleyen mektuplar alıyorum çeşitli yerlerden. Sıradan dergi okuyucusunu tatmin eden dergiler zaten var; benimle aynı dili konuşan, aynı kayıpları yaşamış kaç insan varsa, onlara ulaşmak, dergimi onlara okutmak istiyorum. Benim gibi kal-binde çiziği olan insanlarla ayrı bir kabileymişiz gibi hissediyorum. Bir yeraltı tavrı bu aslında. Özellikle daktilo tercih ediyorum, çünkü bunun da modemiteye kendi çapında bir başkaldırı olduğunu düşünüyorum. Verili olan teknolojinin beni edilgen hale getirip hayatımı belirtiyor oluşuna bir isyan gibi. Daktilonun bir canlı olduğunu hissediyorum. Kendi daktilom da yok. Ordu'da şehrin merkezin-de, ama köyden gelenlerin ilk uğrak yeri sayılabilecek bir kenar mahalle ilköğretim okulunda psikolojik danışman olarak çalışıyorum. Okuldaki memurun işi bittikten sonra, akşamları kalıp çıkartıyorum dergiyi. Okulda sorunlu öğrencilerle ilgileniyorum. Dudağınız) uçuklatacak dertleri var çocukların. Bir nesil gerçekten elimizden kaçıp gidiyor gibi geliyor. Buradaki toplantıda yoksulluk konuşuldu, ama ben yoksulluğun her çeşidini, her halini görüyorum orada. Geçen yıla oranla yoksul öğrenciler kat be kat arttı, çünkü birçogunun babası inşaat işçisiydi ve inşaat sektörü durdu.
Bazen bu dergiyi 250 tane basamayacağım günler gelecek mi diye düşünüyorum. Fotokopi parası vermiyorum. Dergi benim projem, ama destek olan iki arkadaşım (Gökhan Akçiçek, Muammer Yavaş) var. Biri memur ve illegal yöntemlerle benim fotokopi işimi hallediyor. Zaten derginin böyle anarşizan bir yanı da var. Zaman içinde hayata aynı red tarafından baktığımız dört-beş kişilik bir yazar kadrom da oluştu.
71 doğumluyum. Geçmişle ilgili ideolojik bir sorgulama dönemi yaşadım ve sonunda verili olan her şeyi red noktasına geldim. Sömürüldüğümü farket-tim. Bir kurumla, bir örgütle bağlantım yoktu, ama bir dünya sistemi tasansına inanıyordum, işte bu sorgulama sonucunda sağ düşüncenin beni kısır-iaştırdığına karar verdim ve o anda "ötekileri" far-kettim. Ben eziliyordum ve o dünya tasarısı bana bir çözüm üretemiyordu. O düşünceyi besleyen kitaplar okuyordum, ama sonra gelip fındık bahçe-sinde çalışmak zorundaydım, gene fakirdim. ilkokul beşten üniversite ikinci sınifa kadar ailecek her yaz fındık amelesi olarak çalışırdık. Babam öğretmen aslında, annem de daha sonradan memur olunca toparladık. Ben de çalışmaya başlamıştım.
Bir yıl önce evlenip onlardan ayrıldım. Kültür Bakanlığı'nın dergilere verdiği desteğe tamamen karşıyım. Derginin içeriğine karışıp kanş-mamaları bir yana, ki karışamazlar zaten, beni yoksul bırakan devlete karşı tiksinç duyuyorum. Bu anlamda resmî olan her şeyle bağlarımı koparmak istiyorum. Belki başvursam Kültür Bakanlı-ğı'ndan destek alabilirim, ama bir Kürt arkadaşınım detgisinin reddedildiği yerde, ben de o yardımı istemiyorum. Arkadaşıma dokunuyorsa, benim ona karşı durmam gerekir; müslüman, hıristiyan, Türk, Kürt, eşcinsel... "Ya hep, ya hiç" diyen arkadaşlar görmek isterdim bu toplantıda da, olmadı. Devlete bu kadar karşıyım da neden devlet okulunda çalışıyorum? Daha önce de özel bir dersa-nede danışmanlık yaptım. Orada da aynı şeyleri yaşadım. Hem çok yoğun çalışma saatleri, hem de dersane sahibinin beni aşağılayıcı şeyler söylemeyi kendinde hak görüyor olması yüzünden ayrıldım oradan, iyi para kazanıyordum, ama onurumu kaybediyordum.
Dergi çıkarttığımı okulda bilmiyorlar, Ordu'da Kum Yazılan'nı çıkardığımı bilen yok daha doğrusu. Hatta öğretmen olduğumu da bilmiyorlar. Devlet memuru, öğretmenevi kimlik kartım da yok. Evden dh şan çıkmam fazla. Yaşarken de yeraltında yaşıyor gibiyim.
Taşralılık, coğrafî bir kimlikten ziyade, bir dünyayı algılayış fakirliğidir. Buradaki bazı dergiler taşralı olmayı çok kutsamışlar, ama bunu yaparken de taşralı gibi düşünüyorlar. Bu imgesel bir fakirlik, istanbul'da çıkıp da taşralı olan dergiler de var, inanın. Bunlar Kum Yazıları'nın ilgileneceği meseleler değil. Bir medeniyet projesi olan herkesin taşralılı-ğı reddetmesi gerekir diye düşünüyorum. Eskiden bu kadar sinirli bir insan değildim. Sömürü odaklarım farkettikten sonra hırçınlaştım. 1yi yaşamak gibi bir talebi olmayan bu halka da karşıyım. 1yi yaşamak istiyorum, ama lanet olsun, onlarla aynı kuyuda boğulmak zorundayım. Bunu ben de, ileride doğacak çocuklarım da hak etmiyoruz.
ADANA'DAN LUL
Çukurova'nın toprağına değince
Mesut Yavuz: Lül, Türk mitolojisinde bağbozumundaki şenliklerin benzerlerinin yapıldığı bir ay. Antakya'da "kaya çatlatan" bir çiçeğe de lül derlermiş. Farsçada hafifmeşrep kadına "lüli" derlermiş. Tekirdağ tarafında danseden çingene kızma denirmiş. Diyarbakır'da da ağaca yapılan aşıya denirmiş. Biz hepsinin toplamıyız. Derginin dördüncü sayışı baskıda şu an. Başta 15-20 kişi başladık, sonra azaldık da azaldık. Biz yerel bir dergi değiliz; ulusal da değil, evrensel bir dergi olmakta gö-zümüz. illa ki Çukurovalı sanatçıların eserleri yayınlanmıyor yani.
Ben daha önce 16-17 yıl gazetelerde sayfa sekreteri olarak çalıştım. Geçen şubat ayında Hürriyet Çukurova'dan atıldım. Edebiyat dergileri çıkıyor, ama okutmayan dergi hiçbir şeydir benim için. O yüzden gazetecilik geçmişimi mizanpaj anlamında iyi bir şeyler yapmak için kullandım Lül'de. Benim şiirlerim var, arada araştırma yazılarım çıkıyor. Fotoğraf çekiyorum. Ben 91'de gittim Ada-na'ya, Ankaralıyım aslında. Fakat Adana'da farkettim ki, Çukurova'dan çok büyük isimler çıkmış. Yaşar Kemal'in lafıymış "Türk Edebiyatı'ndan Çukurova'yı çıkart, bir tek Nazım kalır". Yani Çukurova yoksa, zaten istanbul da yok. istanbul'da merkezi bulunan bütün firmaların fabrikaları Anadolu'dadır. işi götüren, pisliğini çeken Anadolu'dur yani. Edebiyat anlamında da pisliği çeken, istanbul'u besleyen Anadolu, iddia ediyorum, işi bilenler yönetiyor olsa, Adana istanbul'un tozunu attırır. içinden üç tane nehir geçen başka bir şehir var mı? Evet, burada Adanalıdan daha Adanalı oldum, bu ülke dışh na çıkarsam, çıkarım herhalde Adana'dan. Adana'da kendi-mi buldum. Ne zaman kıçım Çukurova'nın toprağına değdi, yazmaya başladım.
Lül amatör bir ruh, profesyonel bir anlayışla çıktı. 1500 basılıyor. Çıkarken maddi kaynağımız ceplerimiz oldu. Şansı-mız yaver gitti, matbaacı zararına bastı. Cebimiz delik değil en azından şu an.
Ben bir yandan da heykel öğrencisi olduğum için, öğrenciler ve akademik çevrelerle de ilişki içindeyim. Yeni bir şeyler peşindeyiz. Yerel dergiciler arasında öyle bir rekabet var ki, çok büyük bir pasta var ortada sanırsınız. Yok böyle bir şey! Biz kendi işimize bakarız.