Öncelikle küreselleşme ile ilgili bazı düşüncelerimi ifade etmeye çalışacağım. Küreselleşme kavramının nasıl tanımlanacağı konusunda farklı yaklaşımlar olduğu bilinmektedir. Bununla beraber, bu sempozyumun konusu ve kapsamı dikkate alınarak, küreselleşme kavramını, "Özellikle 1990'lı yıllarla birlikte bilgi ve iletişim teknolojisinin hızla yaygınlaşması, dünyada mal, hizmet, sermaye ve fikir hareketlerinin serbest ve hızlı dolaşımı çerçevesinde bütün ülkelerin başta ekonomi, güvenlik ve kültür olmak üzere çeşitli alanlarda birbirlerine daha bağımlı hâle gelmeleri sonucunda küresel sorunlar karşısında ortak değer, yaklaşım ve tavırlar benimsemeye zorlanmaları" şeklinde tanımlamak yerinde olacaktır. Küreselleşme kavramını, sizler daha farklı bakış açılarıyla tanımlayabilirsiniz.
Ancak, içinde bulunduğumuz dönemin "küreselleşme dönemi" olarak adlandırılması konusunda tüm dünyada var olan geniş bir mutabakatın hepimizi ortak bir noktada buluşturmaya çalıştığını ifade etmek sanırım yanlış olmayacaktır.
Zira, politik veya akademik görüşleri itibarıyla küreselleşmeye topyekûn karşı çıkanlar dahi küreselleşmenin yadsınamaz bir olgu olduğunu, içinde yaşadığımız dönemin politik, ekonomik, askerî ve sosyokültürel dinamikleri açısından bundan 15 yıl öncesiyle asla mukayese edilemez nitelikler taşıdığını kabul etmektedirler.
Bu noktada; bir hususun üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum. Acaba; yaşadığımız kürede, tüm ülkeler aynı tanım ve kavramlarda birleşiyor mu? Bu soruya evet diye cevap vermenin mümkün olmadığı düşüncesini taşıyorum
Küreselleşmeye, gelişmiş ülkeler penceresinden bakmakla, gelişmekte olan veya gelişmeyen ülkeler penceresinden bakıldığında görüntü ve algılama aynı olmamaktadır. Esasen bugün küreselleşme konusunda, var olan farklı görüşlerin ve çatışmaların temelinde bu farklı algılamaların yattığını söylemek, sanıyorum sağlıklı bir saptama olacaktır.
Küreselleşmeyi tanımlamaya yönelik çalışmalar kanaatimce tek bir noktada birleşmektedir. Bu da "değişim" olgusu şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Özellikle, soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte dünyamız, çok hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Hepimizin yakından takip ettiği üzere, uluslararası güvenlik ortamı son derece değişken ve öngörüleri zorlaştıran bir hâl almıştır. İşte bu değişim sürecini doğru algılayabilen toplumlarla algılayamayan veya yanlış algılayan toplumlar kendi geleceklerini olumlu veya olumsuz yönde etkileyeceklerdir.
Bu değişimi, bir paradigma değişimi olarak algılamak da mümkündür. Temel felsefelerdeki değişimlerin çok hızlı olmadığı bilinen bir gerçektir. Değişim sürecini zamanında algılamayan toplumlar, maalesef sadece, değişim sürecinin sonucunu seyretmekle yetineceklerdir.
Bugünü anlamanın ve geleceğe hazırlanmanın yöntemi günümüzü doğru bir şekilde görebilmek, geleceğe yönelik öngörü yeteneğimizi ise sağlıklı bir şekilde geliştirmektir. Geleceği tahmin etmenin en sağlıklı yolunun, o geleceği yaratmak olduğu her halde; herkes tarafından kabul edilecek bir yaklaşımdır. Ancak, burada önemli husus; o güce sahip olunması ya da olunmaması gerçeğidir.
40 yılı aşkın bir süredir devam eden soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte, "Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak." sözünü doğrularcasına, her alanda önüne geçilemez bir şekilde esmeye başlayan değişim fırtınası, alışık olduğumuz, benimsediğimiz, politik, ekonomik ve güvenlik stratejilerini dayandırdığımız parametrelerin çoğunu sarsmaya ve ortadan kaldırmaya yönelmiştir.
Ancak, dünyadaki bütün ülkelerin küreselleşmenin politik, ekonomik ve güvenlik kriterlerini gerçekleştirmek için henüz tam anlamıyla hazır olmadıkları da bir gerçektir. Küreselleşmeden istifade edilebilmesi, insanların yararına etkili sonuçlar alınabilmesi için ekonomik gücün yeterli; politik, sosyal, kültürel ve hukukî düzenlemelerin uygun olması, eğitim kurumlarının da iyi yapılanmış ve işler durumda görevlerini icra etmesi gerekmektedir.
Küreselleşme süreciyle birlikte, daha önce askerî imkânlar ve ekonomik kapasite gibi parametreler vasıtasıyla belirlenen güç kavramının artık bilgiye ulaşabilme ve bilgiyi kullanabilme yeteneğini ifade etmesi dikkat çekmektedir. Bunun nedeni, küreselleşme sürecinde insan faktörünün ön plâna çıkmış olmasıdır. İnsan kaynaklarından azamî ölçüde istifade edebilme imkân ve kabiliyetine sahip ülkeler diğer ülkelerin siyasî uygulamalarını, ekonomik politikalarını ve güvenlik stratejilerini etkiler hâle gelmişlerdir.
Bu noktada, uygarlık tarihinde insan faktörünün ön plâna çıkmasıyla ilgili bir örnek vermek istiyorum. 1789 yılında Fransız Devriminin gerçekleştirilmesinden sonra üç önemli kavram dünya uygarlık sahnesine birlikte çıkmışlardır. Yeni bir dünya düzeninin temellerinin atıldığı bu kavramlar "özgürlük", "eşitlik" ve "barış"tır.
Eşitlik istekleri özellikle politik alanda kendisini göstermişti. İktidarın bir hanedanın elinde toplanması yerine halka ait olması gerektiği düşünüldü ve böylece bugünkü siyasî düzenin temelleri atıldı.
Özgürlük yeni düzenin sosyal, politik ve ekonomik temelini oluşturdu. Bireysel girişim, özel mülkiyet ve bunları tamamlayan piyasa mekanizması ile hâlihazırda içinde yaşadığımız ekonomik ve sosyal sistemlerin yerleşmesi ve serpilip gelişmesi sağlandı.
Barış ise bir dilek olmanın yanında önemli bir ilke olarak toplumsal yaşamda ağırlığını hissettirdi. Özellikle halkların uluslara dönüşme süreçlerinde önemli bir rol oynadı. Ulus devletin harcı ve dolayısıyla bugün kendimizi ait hissettiğimiz değerlerin yaratıcısı oldu.
Ancak, zaman içinde bu ilkeler kendi mecralarında geliştiler ve birbirlerinden uzaklaştılar. Aynı politik, toplumsal ve ekonomik yapının ilk unsurlarından olmalarına rağmen başlangıçtaki anlamlarını yitirdiler.
Eşitlik için yola çıkanlar ırkçılıkla karşılaştılar; özgürlük taraftarları totaliter rejimlerle mücadele ettiler ve nihayet barış isteyenler kendilerini birçok kanlı savaşın içinde buldular.
Uygarlığın gelişme aşamalarında yaşanan tökezlemelere rağmen düzen arayışları devam etti. Ancak, ulus devlet çerçevesindeki ortak çıkarlar doğrultusunda bir araya gelen insanlar, tüm insanlık için bu birlikteliği başaramadılar. Dünya barışı tesis edilemedi. Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile elde edilen güç insanlığın barış ve huzur içinde yaşaması için seferber edilemedi.
Modern teknolojinin, savaşlarda galip gelebilmek için insanlık aleyhine kullanıldığı durumlarla karşılaşıldı. Yine de bu gelişmelerin insanlığın kaderi olmadığına yönelik inanç ortadan kalkmadı, aksine daha da güçlendi.
Şu ana kadar; küreselleşmenin genel kavramsal anlayışları üzerinde bir şeyler söyledim. Sempozyumun konusunun; "Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik" olduğunun bilincindeyim. Ancak, küreselleşmenin güvenlik boyutuna giden yolun, küreselleşmenin ekonomik, politik ve sosyal boyutlarından geçtiğinin bilinci içindeyim. İnanıyorum ki, sempozyumun ileri aşamalarında bu boyutlar tartışılacaktır. Çünkü, bu boyutlar tartışılmadan güvenlik boyutunda tutarlı fikirler öne sürmek mümkün değildir.
Konuşmamın bu noktasında ve küreselleşmenin güvenlik boyutunda önemli bir konuya değinmek istiyorum. Güvenlik mülâhazalarının ilk basamağı, şüphesiz tehdit algılamalarıdır. Bu husus, yalnız küresel anlamda değil, bölgesel ve ulusal anlamda da hayatî derecede önem taşımaktadır.
Gelişmiş ve güçlü ülkelerin tehdit algılamaları ile, gelişmekte olan veya gelişmemiş ülkelerin tehdit algılamaları, aynı eksende çakışabilir mi? Yoksa, gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin tehdit algılamalarını koşulsuz kabul eden ülkeler konumunda mıdırlar? Güçsüz ülkeler, bu ithal malı tehdit algılamaları üzerine kurdukları ulusal güvenlik politikaları ile ne kadar güvenlidirler?
Buna karşılık; gelişmekte olan ülkelerin gerçek ve ulusal anlamdaki tehdit algılamalarını, küresel anlamda güçlü ülkeler ne kadar dikkate almakta, ne kadar özen ve duyarlılık göstermektedirler?
Acaba, güçlü ülkeler, kendi ulusal çıkarları yönünde tanımladıkları tehdit algılamalarını, güçsüz ülkelere dayatarak, o ülkelerin ulusal çıkarlarına zarar verecek yaklaşımlar içinde mi bulunuyorlar?
Sıralamaya çalıştığım bu sorulara verilecek cevaplar, küresel boyuttaki güvenlik sorunlarının şekillenmesindeki temel esasları oluşturacaktır.
Biraz fazla kavramsal boyutta konuştuğumun farkındayım. Bu nedenle, bu soyut kavramları daha somut hâle getirme ihtiyacını duymaktayım. Bu kavramları somut hale getirirken hiçbir ülke veya ülkeler grubunu hedef almayacağım. Ancak; yapmaya çalıştığım saptamaları sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Öncelikle; gelişmiş ülkelerin tehdit algılamaları üzerinde durma gereğini duyuyorum. Bu ülkelerin tehdit algılamaları nelerdir? Bunlara bakalım;
Birincisi, ulaştıkları refah seviyelerinin muhafazası ve bu seviyenin yükselmesi yönündeki her olumsuz yaklaşım ve engel, bu ülkeler için bir tehdit olarak algılanmaktadır.
İkincisi, doğrudan kendi ulusal çıkarlarını ve toplumsal düzenlerini tehdit eden terörist faaliyetler bir tehdittir. Ancak, bazı güçlü ülkeler, kendi sosyal ve ekonomik çıkarlarına zarar vermeyen terörist faaliyetleri, bırakın tehdit olarak algılamayı, eğer çıkarlarına uygun ise desteklenecek bir faaliyet olarak görebilmektedirler. Bu husus, bazı ülkelerde terörü tetikleyen bir olgu olarak görülebilir.
Üçüncüsü, yasa dışı göç ve nüfus hareketleri ile uyuşturucu trafiği, önemli bir tehdit olarak algılanırken, küresel boyutta, bu faaliyetleri kendi iç dinamikleri ve hukuksal düzenlemelerinin cesaretlendirdiğini görmezden gelirler.
Dördüncüsü, güçlü ülkeler, bir yandan her türlü kitle imha silâhlarına sahip olurken; diğer yandan, bu imkanlara sahip olmaya çalışan bazı ülkeleri, bölgesel ve küresel bağlamda tehdit olmakla suçlarlar ve bütün kitlesel imha silâhlarının, terör amaçlı kullanılmasını doğal olarak tehdit şeklinde algılarlar. Bunların hepsi yaşadığımız dünyanın gerçekleridir.
Bunlara karşılık, gelişmekte olan veya gelişmemiş ülkelerin tehdit algılamalarına baktığımızda, tamamen farklı bir görüntü ortaya çıkmaktadır.
Birincisi, bu ülkelerin güvenlik politikalarının, büyük ölçüde ithal malı tehdit algılamalarına dayandığını görmekteyiz. Bu tür yaklaşımların, ulusal çıkarlar ile çoğu kez ters düşmesine karşılık, uygulama zorunluluğu, bu ülkelere zarar verebilmektedir.
İkincisi, yaşadığımız çağda gelişmekte olan ülkeler, askerî yaptırımlardan çok politik, ekonomik ve sosyal yaptırımların tehdidi altında bulunmaktadır.
Üçüncüsü, küresel ekonomik manipülâsyonlar, ekonomik hassasiyetlerin istismarı, ülke içi etnik hassasiyetlerin istismarı ve bu konuların siyasî dayatmalara dönüşmesi, bu ülkeler için en önemli tehdit algılamalarını oluşturmaktadır.
Bu noktada; hayatî konu, gelişmekte olan ülkelerin, savunma politikalarını güçlü ülkelerin dayattığı tehdit algılamalarına göre mi düzenleyeceği veya biraz önce arz ettiğim hususlara göre mi düzenleyeceğidir. Bu konuların, ciddî boyutlarda düşünülmesi gerekmektedir.
Küresel boyuttaki tehdit algılamasından sonra, sanıyorum, bu algılamaların güvenlik boyutuna yansımaları üzerinde durmam gerekmektedir. Kabul edilmesi gereken bir gerçektir ki, gelişmekte olan ülkeler, güvenlik anlayışlarını güçlü ülkelere yansıtan ülkeler durumundan çok, güvenlik mülâhazaları, güçlü ülkeler tarafından kendilerine yansıtılan ülkeler durumundadırlar. Bu nedenle, küresel boyutta güçlü ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere yansıttığı güvenlik anlayışı ve uygulamaları üzerinde durma ihtiyacını da duymaktayım.
İfade etmem gereken ilk tespit şudur: Güçlü ülkelerin daha az güçlü ülkelere, küreselleşme kapsamında ve boyutunda öncelikli olarak yansıttıkları askeri seçenekler değildir.
Başka bir deyişle; güçlü ülkeler karşısında, diğer ülkeler; öncelikli olarak; askeri tehditle karşı karşıya değildir. Askeri anlamda tehdit, güvenlik mülahazalarının son ve çaresiz halkasını oluşturmaktadır.
Daha önce de ifade etmeye çalıştım. Küreselleşmenin askeri boyutundan önce; politik, sosyal ve ekonomik boyutları vardır. Yeni dünya düzenini veya benim tanımımla, yeni dünya düzensizliğini kurmaya çalışan, küreselleşmenin bu boyutlarıdır ve güvenlik ihtiyaçları; politik, sosyal ve ekonomik uygulamaların güvenlik boyutuna yansımaları olarak ortaya çıkmaktadır.
İfade etmeye çalıştığım saptamalar tartışılabilir. Zaten bu tür sempozyumların amacı da budur. O halde; küreselleşmenin, güvenlik boyutunu etkiyen politik, sosyal ve ekonomik boyutları üzerinde durmaya çalışalım.
Küreselleşmenin, güvenlik boyutuna yansıyan politik yaklaşımlar herhalde ilk durağımız olmalıdır. Güçlü ülkelerin, daha az güçlü ülkeler yani çevre ülkeler üzerindeki en önemli küresel yaklaşımları kendi politikalarını dayatmaları olgusudur ve bu dayatmalar, ekonomik ve sosyal boyuttaki desteklerle güçlendirilmektedir.
Küreselleşme bağlamında dayatmanın ikinci boyutu ekonomik anlamda olup güvenlik yansımaları ile doğrudan ilgilidir. Güçlü ülkelerin, küreselleşmenin ekonomik boyutunda da daha az güçlü ülkelerden istedikleri çok açıktır:
İlk olarak, uluslar arası sermayenin serbest dolaşımının önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.
İkinci olarak, devlet organizasyonları ve bürokrasi, sermayenin serbest dolaşımının en önemli engelidir ve ortadan kaldırılmalıdır.
Üçüncü olarak, uluslararası sermayenin muhatabı, devlet kurumları değil, yerel yönetimler ve özel kuruluşlar olmalıdır.
Bir diğer istek, ulusal devlet anlayışı ve uygulamaları, sermayenin serbest dolaşımına engel olan önemli unsurlardır ve bertaraf edilerek, daha liberal yaklaşımlar ve uygulamalar esas alınmalıdır.
İfade etmeye çalıştığım bu düşünceler, gerçekten liberal bir ekonominin kulağa hoş gelen yaklaşımlarıdır. Ancak, ortada çıplak bir gerçek vardır. Bu düşünceleri savunan güçlü ülkelere baktığımızda, tam tersi uygulamalar ile karşı karşıya gelmekteyiz.
Bu konuda; üç basit soru sormanın gerekli olduğunu düşünüyorum; Gelişmiş ülkeler olarak ifade edilen hegemonik devletlere bakıldığında;
İlk akla gelen soru, ulus-devlet; ekonomik yetkilerini ulus-üstü kurumlara devretmiş midir? Etmişlerse, hangi ölçülerde devretmişlerdir?
Bir diğer soru, bu devletler, yerel yönetimlerini güçlendirerek, merkezi devlet yetkilerini ne ölçüde kısıtlamışlardır?
Son olarak, belirttiğim iki önemli yaklaşım, bu ülkelerin ulusal güvenlik politikalarını olumsuz yönde etkilemiş midir? Anahtar soru ise bu son sorudur.
Bir düşünürün ifade ettiği gibi, egemen güçler, kendilerini hem eyleme yön veren, hem de evrensel denilen paradigmaları belirleyen aklın yansıması ve ürünü olarak tanımladıkları için, bu görüşleri benimsemeyenleri "çağdaşlaşmaya ve bilime karşı" olarak tanımlamaktadırlar.
Bu hususlar üzerinde durmamın nedeni, sonuçta güvenlik boyutuna yansımaları konusundaki düşüncelerimdir. Üçüncü soruyu, özellikle, güvenlik boyutunda sordum. Çünkü küresel boyuttaki bu ekonomik yaklaşım acaba, uluslararası sermayenin, ulus-devletten kaynaklanan bir dirençle karşılaşmadan, tek yönlü küresel pazarlara ulaşma amacını mı taşımaktadır? Başka bir ifade ile, gelişmekte olan ülkelerdeki ulusal güvenlik politikaları, bu yaklaşımlar önünde birer engel midir? Ve son soru; acaba, gelişmekte olan ülkelerde yaratılmaya çalışılan mikroetnik çatışmalar, ulusal direncin zayıflatılmasında birer vasıta olarak mı kullanılmaktadır?
Küresel yaklaşımın üçüncü boyutu üzerinde önemle durmak gerekiyor. Bu da sosyal boyutu ve belki en önemli boyutudur. Gelişmiş ülkeler; sahip oldukları ekonomik refahı, ülkeleri içinde sosyal barışa ve sosyal refaha dönüştürmüş durumdadır. Bu ülkelerde ülke içi sosyal bir çatışma, güvenliklerini tehdit eden mikro milliyetçilik, ayrılıkçılık ve terörizm tehlikeleri yoktur.
Ancak, ne gariptir ki bazı gelişmiş ülkeler; gelişmekte olan ülkelerde, etnik farklılıkları istismar etme, sosyal gruplar arasındaki çatlakları büyütme ve sosyal istikrarı bozma istikametindeki sistematik politikaları, küreselleşme adı altında istismar etmeye çalışabilmektedirler.
Başka bir ifade ile küreselleşmenin ekonomik, sosyal ve politik boyutları, gelişmekte olan ülkelerin güvenlik politikalarına olumsuz olarak yansıyabilmektedir.
Buraya kadar yaptığım saptamaları, lütfen küreselleşme karşıtı, ön yargılı ve ideolojik bir yaklaşım olarak algılamayın. Bu tür bir düşüncem ve sabit fikirli bir yaklaşımım yoktur. Bu hususu özellikle ifade etmek istiyorum.
Küreselleşmeyi, tümüyle kötüleyenler, çoğunlukla faydalarını görmezden geliyorlar. Küreselleşme, gelişmekte olan ülkelerdeki birçok insanda tecrit duygusunu azalttı ve bu ülkelerdeki birçok insanın bilgiye, bir yüzyıl önce, en zengin insanların ulaşabileceği düzeyde erişmesini sağladı.
Nedir, aynı zamanda hem bu kadar yergiye, hem de bu kadar övgüye maruz olan bu küreselleşme meselesi? Temelde; ülkelerin ve dünya halklarının bütünleşmesidir, ulaşım ve iletişim maliyetlerini inanılmaz öncüde azaltacağı için ortaya konmuştur. Ayrıca, mallar, hizmetler, sermaye, bilgi ve insanların sınırları aşmasının önündeki yapay engellerin kaldırılması demektir. Bugün, küreselleşme karşıtı kitleler, bir anlamda, seslerini, dünyaya küreselleşme sayesinde duyurabilmektedirler.
Bu noktadan hareketle, küreselleşme olgusunu, ön yargılı yaklaşımları bir kenara koyarak artıları ve eksileri ile değerlendirmemiz gerekmektedir. Tüm tarihsel deneyimler şu gerçeği doğrulamaktadır: İnsanoğlu hep imkânsıza erişmek istemese idi, mümkün olana ulaşamazdı.
Küreselleşme yaşadığımız yüzyılın kaçınılmaz bir olgusudur ve bu olgunun yansımaları altında yaşamak zorundayız. Basit bir örnek vermek istiyorum. Yağan yağmur tarlalarımıza bereket verirken, şemsiyeniz yoksa sizi ıslatır. Ve biz askerler, bu yansımaların güvenlik boyutlarını, ön yargılardan uzak, iyi bir şekilde algılamak ve değerlendirmelerimize yansıtmak zorundayız.
Ancak; bu yansımaları, bize dışarıdan yansıtılan paradigmalar olarak değil, ülkelerimizin gerçekleri ışığında algılamalıyız. Ve kendi paradigmalarımızı ülke gerçekleri ışığında yaratmalıyız. Başkalarının kafaları ile ürettiğimiz çözümler ve yaklaşımlar, vücutlarımızı, kafalarımıza yabancılaştırmaktan başka bir şeye yaramamaktadır.
Belki, küreselleşmenin en önemli güvenlik boyutu budur. Küreselleşmede; ülke çıkarları yönünde, özgün yaklaşımlar ve bu yaklaşımların stratejik sonuçları güçlü ülkelerin amaçları ile çatışabilir. Ve belki de bu kaçınılmaz hale gelebilir. Bu durumda, daha az güçlü ülkelerin, ülkelerinin yaşamsal çıkarları yönünde gösterecekleri kararlılık ve yaklaşımlar, bekaları ile doğrudan ilgilidir. Ancak, ulusal çıkarlarını, küresel çıkarlarla uyumlu hale getiren ülkeler barış içinde yaşayabilecekler, aksi durumlarda, sürekli güvenlik endişesi altında yaşayacaklardır.
Bu noktada, güvenlik boyutunda "ulus devlet" kavramı üzerinde biraz durmamız gerektiği kanısındayım. Kimse alınmasın, ancak; ülkelerin refahı arttıkça, o ülkelerin ulusal kimlikleri de o denli gelişmektedir. Bunun aksini savunmak olanaklı değildir. Ülke örneği vermek istemiyorum.
Ancak; ulusal kimlikleri, refah seviyelerine paralel olarak giderek artan uluslar, gelişmekte olan ülkelere bu yaklaşımı göstermekte biraz hasis davranmaktadırlar. Daha öte; bu ülkelerdeki ulusal davranışları, küreselleşmeye aykırı görmekte ve mikro-etnik hareketlere destek vermekte de bir sakınca görmemektedirler. Bu yaklaşım, aynı zamanda güçlü ülkelerin gelişmekte olan ülkelerin ulusal yapılarına karşı olumsuz bir yaklaşımı olarak da algılanabilmektedir.
Bu algılamalar, gelişmekte olan ülkelerin küreselleşmeye bakış açılarını ve yaklaşımlarını da istemese de olumsuz yönde şekillendirmektedir.
Unutmamak gerekir ki halen birçok ulus, çeşitli korkuların esiri durumundadırlar. Gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlar terör, işsizlik, göç ve ekonomik krizlerden korkmakta ve dünyanın geri kalanının bu sorunları çözmede daha aktif olmasını beklemektedirler. Diğer taraftan, gelişmekte olan ülkeler ise, farklı nedenlerle korku içindedirler.
Onların korkularının nedeni terör, ekonomik sıkıntılar, gelir dağılımındaki dengesizlikler, açlık, eğitim ve sağlık gibi sorunlardır. Onlar da gelişmiş ülkeleri bir anlamda bu durumdan sorumlu tutmakta ve mevcut düzeni değiştirmek için bu ülkelerin harekete geçmesini istemektedirler. Ancak, ortak bir paydada buluşup sorunları çözme yönünde bir iradenin ve kültürler arası hoşgörü ortamının henüz oluşmadığını ve harekete geçmediğini de ifade etmek mümkündür.
Bugün, 11 Eylül sonrasında sıkça dile getirilen Samuel Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" ve onun öncesinde Toynbee tarafından ortaya atılan "Meydan Okuma ve Cevap Verme" tezlerine ihtiyacımız yoktur. Bu tezler kibirli tezlerdir. Batı dışındaki diğer kültürlerin uygarlığa katkılarını görmezden gelmektedir. Doğu ile Batı medeniyetleri arasında büyük bir çatışma yaşanacağı fikrinin savunulması uluslararası iş birliğini, barışı ve karşılıklı güveni zedelemektedir. Bir başka ifade ile, bu tür tezler ülkeler arasında hâlen yaşanmakta olan güven bunalımını körüklemektedirler.
Bu bağlamda gerek dünya vatandaşlığı, evrensel kültür adları altında dünya çapında tek kültürlülüğün savunulması gerekse alt kimlik, üst kimlik ayrımları ile desteklenen mikro milliyetçilik akımları yoluyla ulusal kimliklerin erozyona uğratılmaya çalışılması uluslararası ortamda güven bunalımını besleyen diğer kaynaklardır. Küreselleşmenin siyasî boyutunun ulus devlet ve egemenlik kavramlarını zedelemesinin yarardan çok zarar getirebileceğini bugün görmekteyiz.
Bu çerçevede, eğer içinde bulunduğumuz korku dönemi ve onun getirdiği güven bunalımı giderilemezse, tüm korkuları eş zamanlı olarak giderecek proaktif çözümler bulunamazsa, insanlık daha sıkıntılı günleri yaşamaya mahkûm edilmiş olacaktır. Çünkü, korku ve güvensizlik ortamlarında insanlık arzuladığı biçimde bir yaşam kalitesine kavuşamayacaktır.
Güven ve hoşgörü noksanlığı ekonomik çöküntülere, diplomatik çözümsüzlüklere, siyasî anlaşmazlıklara ve ayrımcılığa neden olacaktır. Bu itibarla, ülkeler ve kurumlar arasında dayanışma ve iş birliğinin tesis edilmesi kaçınılmazdır. Bugün artık bunu yeni bir uluslararası güvenlik mimarîsi adıyla ifade etmekteyiz. Bu mimarî, uluslararası güvenliği sağlayacak ve böylece tüm insanların birbirlerine güven duymalarına yol açacaktır.
Sizler de takdir edersiniz ki günümüzde terörizm ve diğer yeni tehdit algılamaları uluslararası kamuoyunda sıkça tartışılmaktadır. Soğuk savaşın sona ermesinin ardından ya daha önce hiç var olmayan ya da geçmişte unutulmuş olan yeni tehditlerin nitelik değiştirerek ortaya çıkması, devletlerin tehdit tanımlarını ve algılamalarını gözden geçirmelerine ve bunları bertaraf etmeye yönelik etkili güvenlik yapılarını oluşturma çabalarını hızlandırmalarına neden olmuştur.
Daha önceki dönemlere göre, küreselleşme dönemindeki terör eylemlerinin niteliğinde meydana gelen değişim, "asimetrik tehdit" kavramının da güvenlik literatüründe giderek daha fazla vurgulanmasına yol açmıştır. Asimetrik tehdit, temelde, "saldırganın, muhatabı karşısındaki zayıflığına karşılık göreceli biçimde üstünlüklere sahip olması" şeklinde tanımlanabilir.
Bir başka ifadeyle, asimetrik tehdit kavramını, "yarattığı anî ve hazırlıksız durum nedeniyle, ülkelerin politik, sosyal ve ekonomik sistemlerinde istikrarsızlıklara neden olan düşük seviyede kuvvet ve teknoloji kullanarak etkin olmayı amaçlayan faaliyetler" olarak tanımlamak mümkündür. Bu itibarla, asimetrik saldırılar genellikle muhatabın zaaflarından yararlanılarak gerçekleştirilmektedir.
Sivil halkın korkularını kullanarak yönetim unsurlarına olan desteğini azaltmayı hedefleyen, bu yolla muhatabında politik ve ekonomik istikrarsızlıklar yaratmayı amaçlayan asimetrik saldırılarda, küreselleşmeyle birlikte kolay erişim imkânı bulunan kitle imha silâhları da kullanılabilir. Yine, bilgi teknolojilerinin de yardımıyla, çok küçük terörist grupların, boylarıyla ölçülemeyecek kadar büyük tahribata yol açan saldırılar gerçekleştirmesi mümkün olmaktadır.
Bu nedenle, asimetrik tehdit kavramı, terorizmin yanı sıra kitle imha silâhlarının yayılmasını ve bilgi harbini de içine almış durumdadır. Asimetrik tehdit kavramının, sahip olduğu elâstikiyet nedeniyle, önümüzdeki dönemlerde içerik olarak değişikliklere uğraması ihtimal dâhilindedir.
Ancak, batılı ülkelerce asimetrik tehdit algılaması her ne kadar "güçsüzden güçlüye" yönelik bir tehdit olarak tanımlanmaktaysa da; günümüzde görülen bir çok örnekte olduğu gibi "güçlüden güçsüze" doğru yönelen, farklı biçimdeki bir asimetrik tehdit algılamasının varlığından da söz etmek mümkündür.
Çünkü, bir ülkeyi zayıflatmak için kullanılan askerî seçenekler artık tercih edilmemektedir. Bazı güçsüz ülkeler terörizm ve kitle imha silâhlarının sağlayacağı caydırıcılıktan faydalanma yoluna gitmekte; güçlü ülkeler ise ayrılıkçı hareketlerin desteklenmesi ve bilgi harekâtının kullanılması, ekonomik saldırı gibi asimetrik stratejileri ön plâna çıkarmaktadır.
Bu stratejilerin tamamının uluslararası hukuka uygun olması gerektiği unutulmamalıdır. Terörizm ne kadar uluslararası hukuka aykırı bir sorun ise, ayrılıkçı hareketlerin desteklenmesi suretiyle bir ülkenin egemenlik haklarının çiğnenmesi de o kadar tehlikeli ve hukuka aykırıdır.
Ancak, sebebi ne olursa olsun, bir insanlık suçu olan terörizm dünya barışını ve istikrarını daha fazla tehdit eder hâle gelmiştir. Terörizm artık küresel bir sorun olmuştur. Hiçbir dine, kültüre veya etnik gruba mal edilmemelidir. 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşanan terörist saldırılar göstermiştir ki artık düşmanın kim olduğunu, ne zaman, nerede, hangi vasıtayla, ne yapabileceğini tahmin edebilmek, hiçbir zaman bugünkü kadar zor olmamıştır. Üstelik bu olay, terör örgütlerine zor eylemleri de gerçekleştirebilmelerinin mümkün olabileceği fikrini aşılamış ve onlara maceracı bir cesaret vermiştir.
Bu nedenle, terörün ortadan kaldırılması tüm insanlığın evrensel bir sorumluluğudur. İçinde bulunduğumuz dönem daha yakın ve kalıcı bir iş birliğini gerektirmektedir. Takdir edersiniz ki tüm ülkeler ortak bir anlayış ve tutum içinde olmadıkları sürece, terör maalesef daha çok can yakacaktır.
Terör belâsından yıllardır çok acı çekmiş olan Türkiye, terörle mücadelesinde binlerce vatandaşını yitirmiş ve büyük maddî kayıplara uğramıştır. Türkiye, terörizme karşı kararlılıkla sürdürdüğü mücadelesinde başarı sağlamıştır. Bu bağlamda, yasa ve düzen egemenliği ülkenin her köşesine yayılmış, terör örgütü dağılma noktasına getirilmiştir.
Türkiye, başına sarılan dış destekli terör belâsı ile mücadele ederken sesini dünyaya duyurmaya çalışmıştır. Bugün tüm dünya, bu kez küresel çapta olmak üzere, bir terör tehdidi ile karşı karşıya iken, Türkiye ne ile mücadele edileceğini ve kendi üzerine düşen sorumlulukları çok iyi bilmektedir.
Terörle mücadelede yaşadığımız acı deneyimin ışığında, güvenlik alanında bilgi paylaşımına, uluslararası iş birliğine ve dayanışmaya Türk Silâhlı Kuvvetlerinin hazır olduğunu bu vesile ile bir kez daha ifade etmekte yarar mütalâa ediyorum.
Ancak, bu noktada bir konuya dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Türkiye'nin bütünlüğünü, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olma özelliğini tehdit eden terörle mücadelede bizi asıl üzen husus, bu terörist hareketlerin bize insan hakları dersi vermeye çalışan bazı ülkeler tarafından desteklenmesi olmuştur.
Bazı sözde dost ülkelerin Türkiye'nin terörle mücadelesine destek vermek yerine terör örgütünün başını himaye ettiği, terörist örgütlere eğitim desteği verdiği, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerleri bu insanlık düşmanlarının önüne kalkan ettiği bir gerçektir.
Karşı karşıya kaldığımız tehditler nedeniyle, terör tehdidine daha fazla yer vermem gerekiyor. Çünkü, terör, asimetrik tehdit algılamasında çok önemli bir yer tutmaktadır. Terör olaylarına baktığımızda, bazı gerçekler ortaya çıkmaktadır: Bazı saptamalarımızın geleceğe ışık tutması esasından, burada sıralamakta yarar görüyorum:
Birincisi, terör, yaygın bir sosyal, ekonomik ve ideolojik tatminsizliğin sonucudur.
İkincisi, terörde mutlaka , bir dış desteğin tetikleyici etkisi vardır
Üçüncüsü, dış ülkelerden desteklenmeyen terör faaliyeti asla, uzun süreli olamaz.
Dördüncüsü, dış ülkelerce desteklenen terörün iç dinamikleri ve destekleyicileri, terör faaliyetinin devamını sağlayan en önemli etkendir.
Beşincisi ise, küresel bağlamdaki evrensel değerler, gelişmekte olan ülkelerde terörün meşru bir dayanağı ve vasıtası olarak kabul görebilmektedir.
Teröizm, çevresel tehditler, uluslararası suç örgütleri, küresel salgın hastalıklar, kitle imha silâhlarının üretilmesi ve yayılması, etnik ve dinî tabanlı bölgesel çatışmalar, yasa dışı göçler ve tüm bunların komşu ülkeler ve uluslararası toplum üzerindeki etkileri bugün karşı karşıya olduğumuz tehditlerdir ve bu tehditler dünyamızı etkilemektedir.
Bu tehditler dikkate alınarak, Türkiye'nin dört bir tarafının istikrarsızlık ve güvensizlikle çevrili olduğu hususunun hafızalarda muhafaza edilmesi gerektiğine inanıyorum. NATO'nun potansiyel kriz durumu olarak öngördüğü senaryolardan çoğunun ülkemizi doğrudan ilgilendirmesi bu ifadelerimi destekler niteliktedir.
Özetlemeye çalıştığım dünya siyasası içinde bakış açımızı genel hatlarıyla sizlere aktarmak istiyorum: Bilindiği üzere, Türkiye kendisini batı bütünleşmesi içinde tanımlamıştır. Türkiye, benimsemiş olduğu dünya görüşü, demokratik ve lâik devlet anlayışı ve siyasî yapısı ile birçok ülke için model olma özelliğindedir.
Bu çerçevede, 1987 yılında Avrupa Topluluğuna tam üyelik başvurusunda bulunan ülkemiz hâlen Birliğe aday ülke statüsündedir. Türkiye bu konudaki tercihini açık bir şekilde Avrupa Birliğindeki muhataplarına iletmiştir. Avrupa Birliğine tam üye olan bir Türkiye'nin, Birliğin kültürel olarak daha da zenginleşmesine ve jeostratejik derinlik kazanmasına katkıda bulunacağı bir gerçektir.
Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri, Türkiye'yi Avrupa Ekonomik Topluluğuna ortak üye yapan ve ileride tam üyeliği öngören 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Anlaşması'na dayanmaktadır. Bu anlaşmanın imzalanmasından günümüze kadar 40 yıllık bir süre geçtiğini dikkatlerinize sunmak istiyorum.
Bilindiği gibi, soğuk savaşın sona ermesinin ardından bağımsızlıklarını kazanan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri 2004 yılı itibarıyla Birliğe üye olarak kabul edilmişlerdir. Ülkemiz ise daha önce benzeri görülmemiş bir şekilde sadece Gümrük Birliği çerçevesinde Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerini sürdürmektedir.
Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğini arzu etmesinin, bizce, bir başka önemli amacı daha vardır. Bizler, medeniyetlerimizin farklı olduğu, kültürlerimizin farklı olduğu ve günümüzde belki de ayrı bir anlam taşıyan dinlerimizin farklı olduğu şeklindeki anlamsız ve mesnetsiz ön yargılarla mücadele ediyoruz.
Bu süreçte, Avrupa Birliği ülkelerinin de Türkiye'nin üyeliğine ön yargısız yaklaşmaları ve kendi sorumluluklarını yerine getirmeleri gerektiğini huzurlarınızda bir kez daha vurgulamak istiyorum. 12 - 13 Aralık 2002 tarihlerinde gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi kararları da göz önüne alındığında, Birliğin henüz ortak bir Avrupa kültürü yaratma konusunda görüş birliği içinde olmadığını değerlendirmek mümkündür.
Bu konuda bir hususu daha vurgulamam gerekiyor. Avrupa Birliği konusunda, Türk Silahlı kuvvetleri (TSK), haksız bir saldırının hedefi durumuna gelmiştir. Ülke içi ve ülke dışı çevrelerde, hiçbir haklı nedene dayanmadan, TSK'nin Avrupa Birliğine karşı olduğu konusunda yaygın kanaatler oluşturulmuştur. Açıkça ifade ediyorum, bu tür iddialar doğru değildir.
Bu konudaki Silâhlı Kuvvetlerin görüşlerini büyük harflerle tekrar ifade ediyorum:
TSK, AVRUPA BİRLİĞİ KARŞITI OLAMAZ. ÇÜNKÜ AVRUPA BİRLİĞİ, MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN TÜRK TOPLUMUNA GÖSTERDİĞİ ÇAĞDAŞLAŞMA HEDEFİNİN, JEOPOLİTİK VE JEOSTRATEJİK AÇIDAN ZORUNLULUĞUDUR.
Bu zorunluluk, aynı zamanda; Türkiye'nin sosyal, politik, ekonomik ve güvenlik hedefleri ile de tam olarak örtüşmektedir. AB hedefi, ülkenin üniter yapısı ve lâik rejimi konusunda farklı düşüncelere sahip kesimlerin çağ dışı ve bölücü hedefleri ile uyuşamaz. Avrupa Birliğinin de bu tür amaçlara sahip düşüncelerle uyum içinde olması düşünülemez.
Avrupa Birliğini ve bu birliğin yüksek değerlerini, sahip oldukları çağ dışı ve bölücü hedeflere ulaşmada bir vasıta olarak görenlerin hüsrana uğramaları kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu sözlerim, varsa, bu düşüncelere sahip olan kişi ve gruplaradır.
Ayrıca, bazı çevrelerin Türkiye'ye yaptırmak istedikleri hususları, Avrupa Birliğinin yüksek değerlerini ileri sürerek ve her fırsatta TSK'ni gündeme getirerek gerçekleştirmeye çalışmalarının ne Türkiye'ye ne de Avrupa'ya yarar sağlamayacağını ifade etmek isterim. Tekrar ediyorum; Türkiye Avrupa'nın bir parçasıdır ve Avrupa Birliğine girecektir. Bu yargı, bazı çevrelerin düşüncesi ile çelişse bile, Türkiye'nin ve TSK'nin kesin kararlığının açık bir ifadesidir ve TSK.'ni her fırsatta tüm olumsuzlukların nedeni olarak topluma yansıtan çevrelere de açık bir cevaptır.
Cumhuriyet tarihi boyunca, taassubu ortadan kaldıran ve Türkiye'yi çağdaş ve aydınlık dünyanın onurlu bir üyesi yapmayı amaçlayan Atatürk Devrimlerinin itici ve öncü gücü olan Türk Silahlı Kuvvetleri, geçmişte olduğu gibi bugünde; üniter, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin yılmaz bir savunucusu olmaya devam edecektir. Bu temel yaklaşım; AB'nin temel felsefeleri ile de tam bir uyum içinde bulunmaktadır.
AB yolundaki bu amaçları, birer iç politika malzemesi ve araç olarak kullanmayı ve istismar etmeyi hedefleyenler ise, karanlık emellerine ulaşamayacaklardır.
Konuşmamın bu bölümünde, küresel barış ortamının tesis edilmesine yönelik bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Atatürk'ün şu ifadesi insanlık için bir çıkış yolunu işaret etmektedir: "Yurtta Barış, Dünyada Barış." Yeter ki tüm insanlık bu uğurda fedakârlık gösterebilsin.
Bu anlamda, yine Atatürk'ün şu sözleri de insanlığa yol göstermektedir: "İnsanları mes'ut edecek yegâne vasıta, onları birbirlerine sevdirerek, karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir. Dünya barışı içinde beşeriyetin gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve başarılı olmasıyla olacaktır. Eğer devamlı barış isteniyorsa, kitlelerin durumunu iyileştirecek uluslararası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir."
Dikkat edilirse; Mustafa Kemal Atatürk'ün bu sözlerinde, evrensel mesajlar vardır. Ve tüm mesajları barışla ilgilidir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün, bu mesajları, bir toplumu sosyal ve siyasal açıdan dönüştürmeye ve çağdaşlaşmaya yöneliktir.
Çağdaşlaşma yönünde; Atatürk, önemli bir mesaj daha vermektedir. Bu mesajın doğrudan hedefi, çağdaşlaşma yönünde atılan adımları benimseyen Türk Halkınadır. Ve bu halkın dinamik güçlerinedir. Atatürk şöyle diyor; "Devrimlerin hedefini kavramış olanlar, daima onu muhafazaya muktedir olacaklardır."
Unutulmamalıdır ki insan hem kendi ulusunun ve kültürünün bir ferdidir hem de içinde yaşadığı çağın bir parçasıdır. Hareketleri, kararları ve sorumlulukları ile her ikisine de katkıda bulunabilir.
Eğer tüm uluslar bu sağduyu ile davranabilirlerse bir uluslararası ortak irade ve nihayetinde de küresel anlamda güvenli bir uluslararası yapı meydana getirmek mümkün olabilir. Bugünün dünyasında tüm insanlığın kendisini ait hissettiği bir uluslararası düzen ne yazık ki henüz kurulamamıştır. Onun yerine birbirleriyle yakın veya uzak ilişkiler kurarak bir arada yaşamakta olan devletler sistemi geçerliliğini sürdürmektedir.
Hâlen tüm dünyayı şefkatle kucaklayacak bir küresel toplumun oldukça uzağındayız. Bu itibarla, her zamankinden daha büyük bir sorumluluk duygusu taşımamız gerektiğine inanıyorum. Küresel çıkarların gerçekleştirilmesi, gerekli kaynakların ve siyasî iradenin tesisi için tüm ulusların fedakârlık yapmaktan çekinmemesi gerekmektedir. Fedakârlık sadece devletlerden beklenmemelidir. Aynı zamanda, bilim camiasının, sivil toplum örgütlerinin, düşünce kulüplerinin, basın ve yayın organlarının da önemli sorumlulukları vardır.
Soğuk savaş sonrasında oluşan yeni dünya düzeni, insanlık açısından başlangıçta kalıcı barış ortamının oluşturulması yönünde umutların yeşermesine yol açtıysa da çok geçmeden önemli sorunları aşmaksızın bu ideale ulaşılamayacağı ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede, tüm insanları bir araya getirecek ve onları önemli fedakârlıklarda bulunmaya zorlayacak bir geleceğin yaratılması projesine ihtiyaç olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bu tarz bir projenin kültürel farklılıklara yapılan vurgularla engellenmeye çalışılmasına karşı durmamız ve ortak değerlerde buluşmaya çalışmamız gerekmektedir.
Bu sempozyumun en önemli hedeflerinden biri, küreselleşme sürecinde artan ve çeşitlenen tehditlere karşı geliştirilmeye çalışılan uluslararası güvenlik mimarîsinin etkin hâle getirilmesine bilimsel katkı sağlamaktır.
Tabi bu yapılırken, söz konusu tehditlerin ortaya çıkmasına yol açan politik, ekonomik, askerî ve sosyal yapının iyi tahlil edilmesi gerekmektedir. Ayrıca, önlem alınmadığı takdirde yeni ve daha tahripkâr tehditleri doğurmaya devam edecek olan bu "bataklıkların" kurutulması için nasıl yöntemler geliştirilmesi gerektiğinin de düşünülmesi önem arz etmektedir.
Bütün bunları göz önünde bulundurarak, küreselleşme olgusunun yarattığı olumsuzlukların en aza indirilebilmesi için ülkeler arasında konunun politik ve askerî olduğu kadar ekonomik, sosyal, psikolojik ve kültürel boyutlarını da dikkate alan geniş katılımlı bir iş birliği ortamına ihtiyaç duyulduğu bir gerçektir.
Bu ise, ancak kısa vadeli çıkarların hedeflenmesi yerine tüm dünyanın uzun vadeli refahını ve istikrarını hedefleyen devletlerin kararlı iş birliği sonucunda gerçekleştirilebilir.
Devletlere, uluslararası sisteme ve bireyler olarak hepimizin güvenliğine yönelik tehditlerin büyük ölçüde ortadan kalktığı bir ortam yaratmak mümkündür. Yeter ki bu yöndeki irade ve kararlığımızı gösterelim. Yeter ki, sorunları var gücümüzle beslerken, fırsatları açlıktan öldürmeyelim.(NK)