Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Biriminden Dr. Zeynep Kılıç'ın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 22. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
Savunmama, karşınızda bulunurken iki nedenle zorlandığımı açıklayarak başlamak istiyorum. İlk olarak tamamen barışçıl niyetlerle ve Anayasa’da düzenlenen ifade özgürlüğü kapsamında, anayasal hakkımı kullanarak imzaladığım bir bildiriden suç işlemiş olma noktasına nasıl getirildiğimi anlamlandırmakta zorlanıyorum.
İkinci olarak, heyetiniz tarafından savunmamın can kulağıyla dinlenip dinlenilmeyeceğine dair bir kaygı duyduğum için zorlanıyorum.
Can kulağıyla dinleme derken muhatabı ciddiye alan bir yaklaşımdan bahsediyorum. Bu kaygım, yargılamaya dayanak olan iddianamenin toptancı ve önyargılı tavrından kaynaklanıyor.
Savcılık, 1128 kişi için tıpatıp aynı iddianameyi hazırladığı halde davaları bireyselleştirerek imzacı akademisyenlerin öznelliğini göz ardı ettiği gibi, iddianamenin içeriği ile de beni, meslekdaşlarımı ve akademisyenlik mesleğini değersizleştirerek, itibarsızlaştırmaya çalışmıştır. Sadece bizi değil, düşüncelerimizi de, barış talebinin kendisini de...
Uzmanlık alanım olan siyaset sosyolojisi üzerinden bu tavrın derin analizini yapmak mümkün ama ben savunmamı, beni imza atmaya yönelten çocuk hakları temelinde yapacağım.
İddianamenin ve politik koşulların yarattığı tüm sınırlara rağmen savunmamı, hak ettiğim saygınlığa uygun biçimde dinleyeceğinize dair umudumu koruduğumu ifade etmek istiyorum.
20 yıldan fazladır çocuk hakları alanında çalışan bir siyaset bilimciyim. Akademik olarak toplumdaki çocuk algısı ve farklı tarihsel toplumsal dönemlerde devletlerin çocuklarla ilişkilerinin yapısı üzerine çalışıyorum.
Aynı zamanda, Türkiye’de çocuk haklarının hayata geçmesi için devletin çeşitli alanlardan görevlileriyle, öğretmenlerle, sosyal hizmet uzmanlarıyla, bakanlık bürokratlarıyla çalışmalar yürüttüm, yürütüyorum. 2015 yılına kadar olan süreçte, özellikle o zamanki adıyla Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı ile üst düzey yöneticiler seviyesinde hem kişisel olarak hem de çalıştığım akademik birimle kurulan ilişkiler aracılığıyla ortak çalışmalar yaptım.
Türkiye’de çocuk haklarının güçlenmesi için sadece akademisyen ve sivil alanda çalışanların değil, devletin çeşitli düzeylerinde görev alan sayısız kişinin de emeği olduğunu vurgulamak isterim. Bildirgeyi imzalarken niyetlerimden biri, çocuk hakları alanındaki kazanımları korumaktı.
Ama daha canlı olan niyetim bildiriyi imzaladığım dönemde yaşanan çatışmalar dolayısıyla aleni olarak hak kaybına uğrayan çocukları korumaktı.
1989 tarihli BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ile evrensel olarak garanti altına alınmış olan çocuk hakları, çocukların yetişkinlerin yarattığı koşullardan zarar görmemesi, tam tersine kendilerine uygun, güvenli bir ortamda potansiyellerini hayata geçirmeleri için tüm imkanların sağlanarak sağlıklı, mutlu ve özgürce yetişmeleri, yeşerebilmeleri için var. Ve çocuk haklarının gerçekleşmesinin birincil sorumlusu devletlerdir.
Çocuk Hakları Sözleşmesi, taraf devletleri muhatap almış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti de imzaladığı ve 1995’te onayladığı Sözleşme ile çocukların haklarını koruyacağını ve sağlayacağını taahhüt etmiştir. Bu, sadece üyesi olduğu BM’ye değil, hem yurttaşlarına hem de sınırları içinde yaşayan tüm çocuklara verilmiş bir sözdür.
BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017’de yayınladığı “Türkiye’nin güneydoğusundaki insan hakları durumuna ilişkin rapor”da ifade edildiği haliyle Temmuz 2015 - Aralık 2016 tarihleri arasında 14 ilde yürütülen operasyonlar sırasında 79 çocuk öldü.
En küçüğü henüz 3 aylıktı. Sakat kalan, ebeveynsiz kalan, evsiz kalan, göç etmek zorunda kalarak en temel hakları olan eğitim, sağlık, barınma haklarından yoksun kalan kaç çocuk olduğunu bilmiyoruz bile!
Bununla birlikte konu, sadece bu illerde yaşayan ve ağır hak ihlallerine uğrayan çocuklarla ilgili değil; 2015 Temmuz’unda başlayan ve devam eden süreçte yaşananlar Türkiye’deki tüm çocuklara zarar verdi.
Bunun için henüz elimizde kapsayıcı bir veri yok ama bu dönemde Türkiye’deki çocukların duygusal istismara maruz kaldığını ve maruz kalma riski altına olduğunu iddia etmek için yeterli birikim var.
Şiddetin yaygınlaştıği, toplumsal barışın ortadan kalktığı bir ülkede yaşayan çocukların güvende ve sağlıklı yetiştiğinden, en temel haklarından olan kendilerini ifade etme haklarından, düşünce ve vicdan özgürlüğünden yararlandığından bahsedebilmek mümkün değildir.
Bildiriyi, daha önce iletişim içinde olduğumu ifade ettiğim devlet bürokratları ve karar alıcılarıyla tartışma ve ortak çözüm üretme imkanı ortadan kalktığı için, görüşlerimi iletebilmenin tek yolu olarak gördüm, imzaladım.
Bir anlamda çaresizlik ifadesiydi benim için. Çocukların daha fazla zarar görmesine engel olabilmek için sesimi duyurabilmenin tek aracı bu bildirge idi. Ve itiraf ediyorum bu denli etki yaratacağını da hiç düşünmemiştim. Maalesef bu etki çocukların yaşamlarının iyileşmesinde olumlu sonuçlar yaratmadı henüz.
Çocuk hakları alanında çalışan birinin çocukların yaşamları tehlikedeyken, hakları alenen yok sayılırken, bunları koruyacağına dair taahhütte bulunmuş yurttaşı olduğu devlete sorumluluğunu hatırlatmasından daha doğal ve etik ne olabilir?
Devlet yöneticilerinin asıl bunu yapmasam benim meslek etiğimden şüphe duyması gerekirken beni, düşüncelerimi ve eylemlerimi değersizleştiren, kriminalize eden bir iddianameyle suçlanıyor olmayı zül sayıyorum.
Hiçbir şekilde suç teşkil etmeyen, Anayasa tarafından güvence altına alınmış olan düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında barışçıl biçimde ve barışçıl niyetlerle atmış olduğum imza dolayısıyla yargılanmayı kabul etmiyor, beraatimi talep ediyorum. (ZK/TP)