Perle, hem katıldığı "Forum İstanbul" toplantısında yaptığı konuşmada hem de dolaştığı televizyon kanallarında ilk iki Amerikalının söylediklerini teyit etti.
Bütün söylenenleri süzdüğümüzde ortaya çıkan sonucu şöyle değerlendirebiliriz; Türkiye'nin dünyadaki ve bölgedeki yeri yeniden tanımlanmaya çalışılıyor.
Gerek Wolfowitz ve Grossman'ın canlı yayınlar sırasında Atlantik ötesinden söyledikleri gerekse Perle'nin Taksim'deki bir otelde kurulan kürsüden ilettiği mesajların ayrıntılarını gazetelerde görmek mümkün.
Bütün bunları özetlemek gerekirse; Türkiye, Irak'a yönelik saldırı için istenen "Kuzey Cephesi"nin açılmasına Meclis'inde izin vermemekle ABD'yi hayal kırıklığına uğratmıştı. Türk hükümeti bu kararıyla (ABD'nin yanında savaşa girmemekle) neleri kaybedeceğini anlayamamıştı. Üstelik o sıcak günlerde Irak yönetimiyle ilişki kurulmuş, dahası, savaş sonrasında Suriye ve İran'la bazı ortak arayışlar içine girilmişti.
Orduya fırça
Bu üç ismin söylediklerine biraz daha yakından bakıldığında, Türkiye'de bir kurumun özellikle hedef alındığı görülüyordu. ABD'nin 50 yıldır "en sadık müttefiki" olarak bilinen Türk Silahlı Kuvvetleri, beklenen "güçlü liderliği" gösterememişti. Daha sonra olup bitecekleri anlamak için buraya bir "mim" koymakta yarar var. Amerikalılar bir de özeleştiri yapıyordu; ABD Türkiye'deki yeni hükümetin ve son seçimlerde oluşan Meclis'in yapısını yeterince doğru değerlendirememişti.
Her neyse, olanlar olmuştu bir kez. Ve bütün bu olup bitenlerden sonra ilişkilerin düzelebilmesi, onun da ötesinde yeniden "stratejik ortaklık" seviyesine çıkarılabilmesi için, Türkiye'nin hata yaptığı kabul etmesi ve özür dilemesi gerekiyordu.
Örtülü bir tehdit (Wolfowitz'in konuşmasında) bu isteğe eşlik ediyordu. Söylenenler Türkçe'nin yanısıra politikanın diline de çevrildiğinde aşağı yukarı şu anlam çıkıyordu; "Bundan sonra ya bizimle olacaksınız ya da yalnız kalıp başınızın çaresine bakacaksınız."
Perle ise "stratejik ilişkinin yeniden kurulması ve dostluğun geliştirilebilmesi" için bir de test alanı sunuyordu; İran ve Suriye... ABD Savunma Bakanlığı Danışmanı Perle, Suriye ve İran konusunda işbirliği yapılmaması halinde ilişkilerin düzelmeyeceğini belirterek, "Bu iki ülkeye ilişkin politikalarınızda bize sormadan hareket etmeyin" dedi.
Yani net bir diz çöküş, açık bir bağlılık ve kesin itaat... Türkiye'ye "okuldan kaçan çocuk" muamelesi!
İyi polisler!!
Ancak, tam bu sırada, üstelik de aynı konuda Washington CD'de başka bazı "önemli" Amerikalılar daha konuştu; Dışişleri bakanı Colin Powell ve Beyaz Saray sözcüsü Richard Broucher...
Ortada gerçekten de garip bir durum var. Sanki küresel politikanın gündemi birden bire değişmiş ve Türkiye bir anda gelip bunca işin gücün arasında sanki ABD "ajanda"sının ilk sırasına oturmuş gibi.
Powel ve Broucher, esasa ilişkin olmasa da diğerlerinden daha farklı bir pozisyonu ifade ediyor. Wolfowitz ve Grossman'ın sözlerde kimi "düzeltmeler" yapma ihtiyacı duyuyorlar. Powel ve Broucher, Türkiye'nin bazı hatalar yaptığı tekrarlıyor, ancak bir "özür beklentisinin" söz konusu olmadığını belirterek, "iki ülkenin ilişkileri ve dostluğu sürecek" diyorlar. Ancak, daha önce sıkça tekrarladıkları "stratejik ortaklık" kavramına bu kez hiç değinmiyorlar.
Bütün bu sözleri bir jestler, semboller ve simgeler dünyası olan diplomasinin, alışılmış ve sıradan bir olayı olarak ele alabilir miyiz? Pek emin değilim. Ben daha çok, Türkiye'nin sınandığını, tepki ölçüldüğünü ve nereye kadar gidilebileceğinin kestirilmeye çalışıldığını düşünüyorum. Bunu açmaya çalışacağım.
Kendini önemsemek
Türkiye, Soğuk Savaş döneminin kapanmasının ardından Avrasya'da ortaya çıkan ve küresel düzenin kaderini belirleyecek boşluktan da yararlanarak kendi özerklik alanını sürekli olarak genişletmeye çalıştı.
Bütün sorunlarına karşın orta derecede gelişmişlik sınırlarını zorlayan Türkiye, üretici ekonomisi ve 15 yıl süren düşük yoğunluklu bölgesel iç savaş sürecinde modernize ettiği ordusuyla, emperyalist hiyerarşide daha üst basamaklara tırmanmaya çalıştı.
Küresel hegemonya savaşının cereyan ettiği Avrasya'da, ortaya çıkan boşluktan da yararlanarak, kabul edilebilir sınırların ötesinde bir pozisyon elde eden Türkiye, bu konumunu korumak için hem ABD ile ilişkilerini derinleştirme yoluna gitti hem de paradoksal biçimde bağımsız hareket etme kapasitesini geliştirmeyi denedi.
Ancak, Yugoslavya ve Afganistan'dan sonra Irak'ın da işgal edilmesiyle bölgedeki bu boşluğun doldurulacağını Türkiye geç fark etti. Ortaya çıkan yeni küresel durum karşısında hazırlıksız yakalandı. Önünün kesilerek yeniden evine dönmeye zorlanacağını anladığında pek fazla bir seçeneği kalmamıştı.
Mark Grossman'ın, "Bizim hatamız, Türkiye'nin kendisini gereğinden fazla önemli görmesine yol açmak oldu" dediği durum buydu. Bu "önem" neyse, yeni küresel düzende ne anlama geliyorsa, ona göre yeniden tanımlanacaktı.
Peki, bu "yeniden tanımlama" işi için sadece ABD iradesi yeterli olabilir mi? Ya da acele yapılacak bir değerlendirmeyle, Türkiye'nin bölgedeki etkisinin "sıfırlandığı" söylenebilir mi? Çok sayıda veri, ABD'nin Irak'ın işgaliyle kazandığı sanılan "olağanüstü güce" karşın durumun böyle olmadığını ortaya koyuyor.
Şark kurnazlığı idare eder mi?
Diğer taraftan, Türkiye eliti, kapitalist dünyada derinleşen çatışma ortamında, bölgesel boşluğun beklenmeyen bir hızla doldurulduğu koşullarda yeni bir politik yön çizmekte zorlanıyor. Çeşitli iktidar odakları arasında yön tayini konusunda bir görüş birliği olmadığı gözleniyor.
Durum böyle olunca, çelişkilere oynama, dengeleri gözetme ve hatta durumu idare etme gibi şark kurnazlığıyla bulanmış bir dış politika üslubu Ankara'ya giderek egemen oluyor.
Bir yön arayışının çok önceden başladığını da söyleyebiliriz. Daha ortada Irak savaşı yokken Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın, neredeyse iki yıl önce Harp Akademileri'nde yaptığı bir konuşmada, "ABD ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkileri koparmadan Rusya, İran ve diğer bölge ülkeleriyle bağ kurulması" yönündeki sözlerini başka türlü yorumlamak pek mümkün görünmüyor.
Öyle ki, Irak savaşından hemen önce, "ikinci tezkere" Meclis'te reddedildikten sonra Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün yaptığı açıklamaya dikkatli bir gözle bakıldığında, aynı yaklaşımın kimi unsurlarını görmek mümkün.
Makul sınırı aşmanın cezası
Türkiye'nin kendi özerklik alanını "makul sınırların" ötesinde genişletmesi kaçınılmaz olarak bir rahatsızlık yaratacaktı. Çünkü her genişleme başkalarının nüfuz alanlarının daraltılmasıyla mümkündü. Ve yine kaçınılmaz olarak, Kürt sorununu kendi olanakları ve dinamikleriyle çözememiş bir ülke, bir önceki döneme ait statükonun yıkıldığı ve haritaların yeniden çizildiği bu tarihsel dönemeçte; dünyaya düzen vermeye soyunan bir güçle burun buruna gelmekten dolayı bir güvenlik kaygısı duyacaktı.
Durum böyle olunca, ekonomisi kriz potansiyelli bir durgunluk yaşayan, ideolojik egemenlik alanları sarsılan ve bu nedenle küresel hegemonyasını giderek daha fazla askeri güç kullanarak sürdürmek zorunda kalan ABD; hem "okuldan kaçan" çocuğu terbiye etmek istiyor hem de sınıftaki yerini yeniden tayin etmeye çalışıyor. Wolfowitz, Grossman ve Perle'nin söyledikleri ile Powel ve Beyaz Saray sözcüsünün açıklamalarını üslup farklarının ötesinde ortaklaştıran da zaten bu ihtiyaç oluyor.
Son çıkışıyla ABD, Türkiye'nin sorun yaratmaya başlayan bölgesel gücünü sınırlandırmak, giderek önemsizleştirmek ve Kürt sorunu üzerinden hırpalamak isteğini belli ediyor. ABD, Türkiye'yi "terbiye etmek" gerektiğinde PKK/KADEK kartını bile oynayabileceğini (Perle'nin konuşması) hissettiriyor ve parmağını sallayarak, "Ayağını denk al" diyor.
Diğer taraftan gerek Türkiye gerekse İran ve diğer ülkeler, ilk 11 günden sonra gerçek bir savaşın yaşanmadığı Irak operasyonundan sonra ABD gücünün sınırlarını da görüyor.
Yıkılan statüko ve arayış
Irak'taki ABD işgalinden sonra, 1990'ların başlarında dünyanın içine girdiği sürecin ilk etabının tamamlandığı söylenebilir. Soğuk Savaş dönemine ait statüko artık parçalandı. Birleşmiş Milletler (BM) önemsiz bir kurum haline geldi.
Bir önceki döneme ait uluslararası hukuk tasfiye edildi. Parçalanmanın eşiğine gelen Kuzey Atlantik Paktı (NATO) gibi Soğuk Savaş döneminden kalma askeri örgütlerin de pek bir anlamı kalmadı. Duymayan kulaklar için R. Perle, Türkiye'de yaptığı konuşmalarda bu durumu bir kez daha ve açıkça ilan etti.
İşte Türkiye bu dönemde dünyadaki yeni yerini bulmaya çalışıyor. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın ve Türk Hariciyesi'nin ABD sözcülerine verdiği yanıta bakılırsa (Kuzey Irak topraklarından askeri birlikleri çekmemek, Bağdat Büyükelçiliği'ni yeniden açarak eski personeli görevlendirmek vb.) gerilimin önümüzdeki günlerde artacağını söyleyebiliriz.
Irak'ın işgalinden sonra, özellikle Kürt sorunu nedeniyle, bütün bölge ülkeleri kendilerini tehdit altında hissediyor. Buna "stratejik ortak" Türkiye'de dahil. Genelkurmay Başkanı'nın bir süredir söyledikleri izlenirse, çok zayıf bir olasılık da olsa, ABD dışında da bir seçenek arayışı içinde olunduğunu görmek mümkün. AB, daha çok da Fransa ve Almanya Türkiye'nin bu kafa karışıklığı ve arayışını yeterince görüp değerlendiremedi.
Şimdi Türkiye'de kafa karışıklığına derin bir yalnızlık duygusu eşlik ediyor. Durum böyle olunca, ülke içinde her iktidar odağı yeni bir küresel siyaset (dış politika) oluşturmaya, kafaları sadeleştirmeye ve bir yön çizmeye çalışıyor.
Bu belirsizlik ortamı ve ideolojik boşluk, ülkeye ve topluma yeni bir yön işaret edilmesinde, bütün siyasal ve toplumsal aktörler gibi sola da geniş olanaklar sunuyor. (MY/NM)