İslam'da haklar meselesi günümüzde yaygın şekilde kabul gördüğü gibi "devlet merkezli" değildir. Diğer bir ifadeyle bu meselenin öncelikle "veren" ile "alan"; veya bir otorite olarak "devlet" ile hak sahibi "birey" arasındaki ilişki şeklinde ortaya koyulmadığını görüyoruz. İslam'ın hak elde edilmesindeki bu iki kutuplu ilişkiyi, başka bir "konumlandırma" biçimi içinde söz konusu ettiğini söyleyebiliriz. Açıklığa kavuşturmak için örneklersek: Sözgelimi günümüzde bireyin korunması ve güvenlik sorunu "haklar"da aranır ya da teminat altına alınmaya çalışılırken; İslam bunu bizzat adaletin kendisinde ve onun, toplumun kendisinin de sorumlu tutulduğu uygulanmasında aramaktadır.
Burada meselenin "haktan" çok başkaları için toplum veya devlet olabilir- "görev" şeklinde kavramsallaştırılmış olması dikkat çekici bir husustur. Yine örneklersek; mesela özgür olma hakkı, öncelikle başkalarını köle yapmamak ve/veya tahakküm altına almama "görevi" şeklinde tanımlanıyor.
Tabii ki, konumuzla ilgili olan ekonomik haklar meselesi de yine karşınıza zorunlu bir "görev" şeklinde çıkıyor. Yani hayatın devamı için hem kazanma hem de bu kazancın bir kısmını bir görev olarak ihtiyaç içindeki yoksullara dağıtmak şeklinde tanımlandığını görmekteyiz. Diğer bir ifadeyle yoksullara yardım, kazancın tanımlanmış biçiminde içkin olarak bulunmaktadır.
Konu; "Yoksullukla mücadele yolları ve insan hakları" çalışma grubu için, "Vakıfların yardım götürme anlayışının insan hakları ve insan haysiyeti açısından sorgulanması" meselesiyle ilgili olacak. Burada meseleyi, bir bütün şeklinde olmaktan çok, birbiriyle ilişkili üç ayrı hususa değinerek ele almaya çalışacağım. Daha sonra bu çerçeve içinde bazı kısa karşılaştırma ve irdelemenin kendiliğinden ortaya çıkacağını düşünüyorum.
Üzerinde durmaya çalışacağım meseleyi nicelik ve nitelik cihetinden anlaşılır kılabilmek için; söz konusu meselenin İslam'daki teorik ve Müslümanların tarihsel/toplumsal pratiğinden hareket etmenin daha doğru olacağı kanısındayım.
Teorik temel ve pratiğe ilişkin toplumsal kültür, bu sebeple üç husus üzerinde durmamızı getirmekte. Bu üç husustan ilki: Her şey gibi bugün yoksullara yapılan yardımın da içinde gerçekleştiği yaşadığımız sosyal/kültürel gerçekliğin baskın özelliğiyle ilgilidir.
İkincisi; yoksullara yardım kavramının kendisiyle; yani mesele önce İslam'da kazanç, sonra da yoksul veya insanın kavramsallaştırdığı biçimiyle "ihtiyaç içinde olanlar" için öngörülen yardım ve bu yardımın özelliğiyle ilgilidir. Üçüncüsü de; bir yardım aracı olarak vakıf kurumunun ilkeleri ve özelliğiyle ilgili olacaktır.
Yoksulluğu bir insan hakları ihlali olarak görmek; öncelikle onun yaşanan sosyal gerçeklikten ya da bu gerçekliği inşa eden değerlerden bağımsız ele alınamayacağına işaret etmesiyle önem taşıyor. Değerlerden bahsedişim iktisadi ya da sınıfsal ilişki türünden çok; yardımı ve yoksullukla mücadeleyi, öncelikle toplum ve onu oluşturan insanlara yönelik bir sorun olarak görmemiz gerektiğini düşünmemdendir. Aksi halde yardımın esas öznesi olarak, her şeyde olduğu gibi bu meselede de, karşımıza yine devlet çıkmaktadır. Kişisel olarak bu durumu modern devlet lehine toplumun güçsüzleştirimi olarak görmekteyim.
Esas söylemek istediğim, burada İslam dinini de göz önüne aldığımı hatırlatarak, aşağı yukarı her kültürün kendi bağlamı içinde yoksulluğu tanımlama ve yoksullara yardım meselesini kendi değerleri vasıtasıyla normatif ilişkilere dönüştürerek güvenceye alma tarzıdır. Bu haliyle yoksullara yardım, gündelik hayatı inşa eden sosyal ilişki ağlarının içinde her an bizi sorumlu tutan ya da hatırlamak durumunda kaldığımız bir meseleye dönüşmekte. Ne var ki, günümüzde artık her an duymaktan çok, zaman zaman ve özel gayretlerle hissettiğimiz bu sorumluluktan dolayı; bugün genelde dünya, özelde Türkiye ölçeğinde kendini yavaş yavaş gösteren yoksulluğun yeni bir çeşidiyle; ve bu yoksulluk karşısındaki insanın almaya başladığı yeni bir tutumla karşı karşıya geliyoruz.
Acaba bu yoksulluğun kaynağı nereden gelmekte? Buna cevap olarak sosyoekonomik düzeni ve özellikle küreselliğin öngördüğü yeni ticari ilişkileri sayabiliriz. Biliyoruz ki bunlar son yıllarda içinde hızla yaşamak durumunda olduğumuz yeni süreçler ve oldukça önemli yeni sosyal ilişki ağları inşa etmekteler. Fakat burada yoksullukla ilgili ihmal edilmemesi gereken başka, ama fazlasıyla önemli bir boyut daha bulunuyor; o da içinde yaşamaya başladığımız sosyal gerçekliğin kazanmaya başladığı yeni mahiyettir.
Bu yeni gerçekliğin öngördüğü ilişki biçimi Guy Debord'un ifadesiyle "gösteriye" dayalı bir özellik taşıyor. Görselliği temel alan günümüz kültürü her şeyi seyredebilmek için maddileştirmekte, görünür hale getirmekte; bunun hasılası olarak her şeyi kendi anlam dünyası içinde parçalanmaya uğratmakta.
Bugün reddedemeyeceğimiz bir gerçek var ki, o da görselliğin hayatımızdaki hegemonyasıdır. Bu hegemonyayı meşrulaştıran kültürel ortam iletişim araçlarının gelişme ve yaygınlaşmasıyla beraber karşılıklı bir inşayla oluşmakta. G. Debord'un belirttiği gibi, böyle bir ortamda, her şey ya da her faaliyet taşıdığı "gösterilme gücüyle" değer kazanır duruma gelmiştir. Artık üretimin, tüketimin, eğitimin, ahlakın, siyasetin olduğu kadar ibadetin de görselliğin dünyası içinde yeniden üretildiği bir kültürel ortamda yaşıyoruz.
Böyle bir ortamda dindarlık ve ibadetin klasik tanımının içerik olarak, en azından kısmen, anlam kaybına uğramaktan kurtulamadığını görüyoruz. Görsellik, egemen olduğu bir toplumsal hayatta din ve dindarlığın olan etkisini, Müslüman'ın dini faaliyetlerini belirgin şekilde formatlayarak göstermekte. Gösteri toplumu, aynı zamanda "teşhirci" bir toplum olma özelliği taşıyor.
Bunun yeni bir sosyal varoluş tarzına işaret ettiğini kaydetmemiz gerekiyor. Aşırı bireyci kültür ve görsel iletişim teknolojisinin yaygınlık kazandırdığı yeni kültür kodları mevcut bütün sosyal ilişki biçimlerini çözerek kendine uygun ilişkiler için yeni "sosyal yapılar" inşa etmekte.
Bu yapılar, bireysel ve toplumsal düzlemdeki bütün faaliyet biçimlerini de kendi içine alarak dönüştürüyor. Dolayısıyla her şeyi; ister özel ister mahrem, isterse dini olsun, kendi kavramsal ve maddi araçlarının imkanlarıyla, ait oldukları yerden ve bağlamdan konusal alana taşımasıyla ya da daha açıklayıcı ifadeyle, bir "gösteriye" dönüştürerek dikkat çekmekte. Her şeyi gösteriye dönüştüren yeni bireyci idealler yoksulluk üzerinde de iki yönlü etkide bulunuyor.
Biri yoksulluğun ortaya çıkan yeni haline zemin hazırlaması; diğeri de, insanın bu yoksulluk karşısında duyarsız kalmasına ideolojik destek sağlamasıdır. Böyle bir süreçte Müslüman'ın dininden edindiği sosyal rol ile kimliği arasındaki ilişkinin dönüşüme uğradığını görüyoruz. Genel olarak bu durumu bildiğimiz ilişki biçimlerinin değişiminden çok, bunu da aşan, mahiyeti İslam tarafından onaylanmamış yeni bir dönüşümün işareti sayabiliriz. Bunu, insanoğlunun derin bir "kalbi transformasyondan" geçmesi şeklinde nitelendirmenin doğru olacağı kanısındayım.
Muhtemelen bu durumda yeni bir yoksulluk biçiminden bahsetmeden önce; dönüşen ve nasıl bir şekil alacağı iyice kestirilemeyen yeni bir sosyal varoluş ve bununla alakalı yeni bir sosyal ilişki türünden bahsetmemiz gerekiyor. Zira söz konusu olan yeni yoksulluk biçimi, kalbi transformasyonla beraber neşv-ü nema bulan bu sosyal varoluşun hasılası olarak ortaya çıkmakta. Bu sosyal varoluş ise "geleneksel" olanın aksine, "geçiciliği" esas almasıyla dikkat çekiyor. Bu durumda şunu söyleyebiliriz: süreklilik niteliği taşıyan "geleneksel değer" ve bu değerlerin formatladığı sosyal ilişki türünün bütünüyle çözülmesi ve / veya dönüşmesi neticesinde sosyal varoluşun dünyasında yardım ortadan kalkmakta; bu da kendini bize, her zamankinden farklı olan yeni bir yoksulluk türü olarak yansıtmaktadır.
Yeni sosyal gerçekliğin belirgin vasfı her şeyi iktisadileştirerek gösteriye dönüştürmesi, sonra da insanın seyrine / tüketimine sunması oluyor. Böyle bir kültürel ortamda yoksul, yoksulluğu gösteriye dönüştüren araçların nesnesi olmaktan kurtulamamakta. Bugün nihai amacı Allah'ın rızasını kazanmak olan, bu yüzden de gösteriye yani "riya"ya sapmadan yapılması gerekirken; İslam'ın öngördüğü yardımın -asla mazeret sayılamayacak-böyle bir ortamda yerine getirilirken uğradığı dönüşümü, taşıdığı önemden dolayı gözardı edemiyoruz.
İslam'a göre ihtiyaçların giderilmesi dışında kalan her kazançta yoksulların hakkı bulunur. Bu yüzden mal ve kazanç üzerinde mutlak bir hakimiyet veya tasarruftan bahsedemiyoruz. Kur'andaki bir ayetle de (Kur'an 51/19) buyrulduğu gibi; "Onların mallarında muhtaç ve yoksulların hakları vardır" Bunun yanında İslam kazancın belirli hükümler dışında, yani haram yollarla elde edilişiyle yoksulluk arasında ilişki olduğuna dikkat çeker.
Yardım meselesinin hassas boyutu, onun mümkün olduğu kadar aşikâr yapılmamasıdır. Yardımı yapanın yaptığı yardımı anması, yani artık günümüzde açıkça görmeye alıştığımız gibi, onun kamusal alana taşınması ve / veya televizyonlarda aşikar kılınması İslam'da yasaklanmıştır. Zira Kur'an yardımı başa kakmadan ve anmadan verin (Kur'an 2/262) demektedir. Yardımı anmak "riya" sayıldığından elde edilecek bütün sevabın heder olmasını (Kur'an 2/264) doğurmakta. Bir hadiste de belirtildiği gibi yapılanı anmak, sadakanın Allah katında kabul edilmeyeceğine sebep olmaktadır.
İslam'a göre Müslüman'ın yoksula yaptığı yardımda üç sebep bulunur. Müslüman, ya Allah'ın rızasını kazanmak, ya Allah'a duyduğu şükrün bir ifadesi, ya da cimrilik denen kötülükten kurtulmak için yardımda bulunur. İslam yardımı iki kategoriye ayırmıştır. Biri zorunlu; biri de nafile dediğimiz, isteğe bağlı yardım çeşididir. Zekat zorunlu; infak ve sadaka gibi olanlar da isteğe bağlı yardım kategorisine girmekte.
Bu bölümde daha önce dile getirdiğim bazı hususlara yeniden değinerek, kısa da olsa tahlil ve değerlendirmelerde bulunmak istiyorum. Önceden de ifade ettiğim gibi, bugün nasıl bir sosyo-ekonomik "evrende" yaşadığımız, kanımca hem yoksulluk hem de onunla ilgili mücadele açısından önem taşıyor.
Günümüzde içinde yaşadığımız toplumsallığı bütünüyle görsellik/gösteri temelinde. Bu durumun giderek dünden oldukça farklı bir "özneye" ve "sosyal varoluş" tarzına işaret ettiğini kaydetmemiz gerekiyor.
Kapitalizm ve onun kültürü dinin öngördüğü mahremiyet ilkesini kabul edebilecek bir mantık taşımadığı gibi; İslam'ın öngördüğü yardımın kazançtaki konumu; ve bu yardımdaki gizlilik ilkesini de kabul edebilecek bir mantığın sahibi değildir.
Şimdi gündelik hayatın somut deneyimi içinde, bilhassa televizyonda şahit olduklarımızın dehşet verici olduğunu söylemem gerekiyor. Müslümanlardan bir kısmının seri televizyon programlarına konu ettiği yardım meselesinde, büyük ticari kuruluşların reklamını yapmakta olmasını, yoksulluğun olduğu kadar, İslam'ın da istismarı olduğunu söylemeliyiz. Burada İslam'ın sadece acıma duygusu uyandıran "müsekkin" haline getirildiğini görüyoruz. Halbuki İslam yardımdan önce "adalete" vurgu yapan bir dindir; bu ise sosyo-ekonomik bir "düzleme" ve onun tahliline işaret etmesiyle önem taşır.
Bununla birlikte yardımın dağıtımında şahit olduğumuz niteliksel dönüşümden biri de, bu ad altında kurulan dernek ya da vakıfların sadece sermaye ve onun reklamının yapılmasıyla ilişkisi değil,; aynı zamanda devletin idari kurumlarıyla da koordineli çalışmayı tercih etmekte olmalarıdır. Yakın zamanda bir gazete haberinde bir kentin valiliği ile bir İslami yardım vakfının ortaklaşa çalışmalarından bahsediliyordu. Halbuki İslam Zekat'ın dışındaki bütün yardım faaliyetlerinin devletten bağımsız şekilde düzenlenmesini istemektedir. Dolayısı ile Müslüman'a bir görev olarak verilen yardım, bütünüyle bu ilişkinin dışında olmak zorundadır; üstelik Müslümanların tarihteki uygulamaları da hep bu yönde olmuştur.(NK)
Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı'nın 2002 Bildirileri'nden özetlenmiştir. Arslan'ın yazısı için (syf 80-92) bakınız.
Kitabı Yayına Hazırlayan Gül Erdost.