Yüzyıllara yayılan bu süreç, elbette sadece sınıf mücadeleleriyle ve sınıf örgütleri olarak sendikaların varlığı ve etkinlikleriyle açıklanamaz. Ancak, bu süreci sadece sınıf mücadelelerine ve sendikalara indirgemek yanıltıcı olmakla birlikte; diğer taraftan, bu hakların gelişiminde sınıf mücadeleleri ve ücretlilerin sınıfsal örgütleri olarak sendikalar, birinci derecede rol üstlenmişlerdir.
Bu değerlendirmemiz, sendikal hakların tamamlayıcı bir parçası olarak toplu pazarlık ve grev hakkını içerdiği gibi; diğer sosyal haklar itibariyle de geçerlidir. Bu bağlamda, sendikaların oluşumunda önemli bir rol üstlendiği sosyal haklardan, sendikal örgütlenmenin dışında kalan kesimler de yararlanmışlardır. Bunlar içerisinde, sendika üyesi olmayan bağımlı çalışanlar yanında, ücretlilik ilişkisi dışındaki diğer bazı iktisadi ve sosyal açıdan güçsüz kesimler de bulunmaktadır.
18.-19. yüzyılların yaygın yoksulluk koşullarının ortadan kalkmasında, sendikal mücadelenin önemli bir rolü olmuştur. Bu durumda, nasıl sendikaların gelişmesi, göreli olarak güçsüz toplum kesimleri açısından sosyal ve iktisadi haklar itibariyle bir ilerleme yaratmışsa; sendikaların güç kaybetmesi de bir gerileme yaratacaktır.
Bu saptamalarımız, son yirmi yılda çalışma ilişkileri alanında gözlenen bazı önemli değişimlerin açıklanıp yorumlanmasında ve geleceğe yönelik politika önerilerinin belirlenmesinde önemli bir çıkış noktasıdır. Ağırlıklı olarak 1980'li yıllardan başlayarak, dünya düzleminde çalışma ilişkileri alanında gözlenen en önemli değişimlerden biri, işçi sendikalarının güç kaybetmesidir.
Kuşkusuz, bu gelişmeler üzerinde, çok sayıda siyasal, iktisadi ve sosyal faktör rol oynamıştır. Genel çizgileriyle iktisadi yaşamda kamu kesiminin ağırlığı azalırken, özel kesimin payının artması; imalat sanayinin istihdam içerisindeki payının azalması, işletme ölçeklerindeki küçülme, işgücünün cinsiyet ve yaş dağılımında meydana gelen gelişmeler ve bu çerçevede kadınların ve genç işçilerin paylarının artması, yeni istihdam biçimlerinin gelişmesi ve kısmi zamanlı, geçici emek istihdamının artması, alt-işveren (taşeron) kullanımının yaygınlaşması bu nedenler arasında öncelikle belirtilmelidir. Sendikalar, geleneksel olarak iyi örgütlenmiş oldukları istihdam alanlarında güç kaybederken, değişen istihdam biçimleri içerisinde üretim sürecine yeni katılan kişileri örgütlemekte de başarısız oldukları görülmektedir. Çokuluslu şirketlerin dünya ölçeğindeki gelişimleri de, ulusal düzeydeki sendikal örgütlenmelerin gücünü azaltıcı yönde etkide bulunmuştur.
Sendikaların güç kaybının düzeyini sadece nicel ölçütlerle ifade etmek yeterli olmasa da; sendikalaşma oranlarında gözlenen düşmeler, bu güç kaybının boyutlarını net biçimde ortaya koymaktadır. Örneğin 1970 yılında Fransa'da yüzde 22 olan sendikalaşma oranı, 1995'te yüzde 9'a düşerken; aynı yıllar itibarıyla İngiltere'de yüzde 49'dan yüzde 32'ye, Almanya'da yüzde 36'dan yüzde 32'ye, Hollanda'da yüzde 37'den yüzde 25'e düşmüştür. Ancak, bu genel gelişim çizgisi içerisinde bir bölüm ülkenin, örneğin bazı İskandinav ülkelerinin bir istisna teşkil ettikleri ve güçlü sendikal hareketlerin bulunduğu ülkelerde bu düşüşün hem daha az olduğu, hem de daha geç gerçekleştiği belirtilmelidir.
Düşüşe karşın, genel çizgileriyle, Avrupa ülkelerindeki oranlar, ABD ve Japonya gibi ülkelerden daha yüksek düzeylerde bulunmaktadır. 1980'li ve 1990'lı yıllarda tüm dünya düzleminde sendikalaşma oranında meydana gelen bu önemli düşüşlerin yol açtığı gelişmeler, değişik boyutları itibariyle değerlendirilmelidir.
Bu gelişmeler, bir yandan, sendikaların da bir parçası olduğu batı demokrasileri açısından önemli sonuçlar doğurmakta; farklı düşünce ve çıkarlara sahip toplumsal kesimlerin bu çıkarları doğrultusunda örgütlenerek, mücadele etmeleri temelinde yükselen batı demokrasilerinin bu temelleri zayıflamaktadır. Bu gelişmeler diğer yandan, batı demokrasilerinin gelişim süreci içerisinde oluşan sosyal ve iktisadi haklar konusundaki kazanımları da geriletmektedir. Bu bağlamda, sendikaların kendi üyelerinin çıkarları doğrultusundaki etkinlikleri zayıfladığı gibi; bu gelişmeler, iktisadi ve sosyal bakımdan güçsüz diğer bazı toplumsal kesimlerin de aleyhine sonuçlar doğurmaktadır.
Gelişmeler, Türkiye gibi, sosyal ve iktisadi haklar açısından batı ülkelerinden daha geride bulunan, bu çerçevede sendikal hareketin ücretlilerin çalışma ve yaşama koşulları üzerindeki belirleyiciliğinin daha zayıf olduğu ülkeler açısından daha da önemli sonuçlar doğurmaktadır. Türkiye'de de sendikal örgütlenme ile bu kuruluşların gücü konusundaki gelişimin, dünya ölçeğinde gözlenen gelişimlere koşut olduğu; son 20 yılda sendikaların hemen her düzeyde güç kaybettikleri görülmektedir.
Değişik nedenlerle gerçekleri yansıtmayan resmi rakamlar bir tarafa bırakılırsa, 1980'li yıllarda Türkiye'de toplam ücretlilerin yaklaşık yüzde 20'si sendikalı iken, bu oran 2000'li yılların başında yüzde 8'lere düşmüştür. Gene 1980'li yıllarda Sosyal Sigortalar Kurumu'na tabi işçilerin yaklaşık yüzde 50'si sendikalı iken, bu oran 2000'li yılların başında yüzde 16 dolaylarına düşmüştür. Sonuç olarak, ülkemizde toplumsal yaşamda ve üyelerinin haklarını korumada zaten batı ülkelerindeki kadar etkin olamayan sendikalar, bağımlı çalışanların ücret ve diğer çalışma koşullan ile yaşam düzeylerinin belirlenmesinde, zaten büyük olmayan etkilerini geniş ölçüde yitirmişlerdir.
Sendikal hareketin yaşadığı bu değişimler, iktisadi ve sosyal haklar bağlamında da değerlendirilmelidir. Günümüzde de, geçmişte olduğu gibi, sosyal ve iktisadi hakların tümüyle sendikalarla özdeşleştirilmesi ve bunların savunusunun tümüyle sendikalara bırakılması doğru ve gerçekçi bir yaklaşım değildir. Ancak, sendikaların bu hakların savunulmasındaki ağırlıklı rolleri, kanımızca, hâlâ devam etmektedir.
Sendikalar, güç yitirmelerine karşılık; sadece üyelerinin değil, ekonomik ve sosyal haklara gereksinim duyan tüm toplumsal kesimlerin, hâlâ en örgütlü ve yaptırım gücüne sahip kuruluşlarıdır. Sendikaların varlığı ve üyelerine sağladığı hakların diğer toplum kesimleri için de korunması gereken sağlam bir zemin oluşturduğu gerçeği de varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle, iktisadi ve sosyal haklar çerçevesinde, sendikal örgütlenmenin önemi belki de her zamankinden daha fazla gündemdedir ve bu kuruluşlar, hakların geriletilmeye çalışıldığı koşullarda, onları savunmanın en etkin araçları olma özelliğini korumaktadırlar. Bu bağlamda, sendikalar yoksullukla mücadele sürecinin en önemli kurumsal araçlarından biri olarak değerlendirilmelidir.
Sendikaların güç kaybetmesine neden olan etmenler hâlâ varlığını sürdürürken, bu kuruluşlar, değişen koşullara uyum sağlayabilmenin ve zayıflamalarına yol açan nedenlere karşı daha etkin mücadeleler vermenin yollarını aramaktadırlar.
Bu mücadelenin ulusal ve uluslararası düzeyde değişik boyudan bulunmaktadır. Sermayenin uluslararasılaşmasına koşut biçimde, işçi sendikaları da uluslararası ölçekte dayanışmalarını güçlendirme yoluna gitmektedirler. Ulusal düzeyde ise; bazı ülkelerde sendikalar birleşme yoluyla güçlerini artırma yollarını denerken, sendikal örgütlenmede değişik örgütlenme bazları itibariyle gözlenen eksikliklerin giderilmesi, işkolu düzeyinden yerel düzeylere ulaşan çok kademeli ve etkin bir örgütlenmenin gerçekleştirilebilmesi, bunun önemli ve olmazsa olmaz araçları olarak görünmektedir. Özellikle, geçmişte asli örgütlenme bazı olarak ortaya çıkan işkolu düzeyindeki örgütlenmenin, yerel-işyeri düzeylerinde tahkim edilmesi önemli bir zorunluluk haline gelmiş gibi gözükmektedir.
Bunun yanı sıra, sendikalar, sosyal ve iktisadi hakların bütünlüğünü ve bu bütünlük içerisinde ücreti çalışanlar dışında kalan ve birçok anlamda daha kötü durumda olan bazı toplumsal kesimlerin ve istihdam-dışı yoksulların bulunduğunu hesaba katarak, çabalarını sendikal hareketi aşan bir biçimde sosyal ve iktisadi haklar konusundaki kazanımların korunmasına da yönlendirmelidirler.
Bu çerçevede sendikaların, sadece kendi üye tabanlarında değil, kendi özgül alanlarıyla ilgili olarak bütün topluma yönelik sosyal hak bilincini yükseltici çalışmalara yönelmeleri yararlı olacaktır. Bu çabalar ise, örgütsel düzeyde sendikal harekede insan hakları hareketi arasında geçmişte olduğundan daha yakın bir işbirliğinin kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Birlikte yürütülecek eğitim programları, her iki hareket açısından yararlı sonuçlar doğuracak bir etkinlik olarak belirginleşmektedir. Fiili durum, her iki hareketin, bu sorunların ve çözüm yollarının farkında olduklarını ve giderme yolunda, ellerinden geldiğince etkin önlemler alma çabası gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Bu çabaların ne kadar olumlu sonuç verdiğini ise elbette zaman gösterecektir...(NK)
* Ahmet Makal'ın sunduğu bildiri için Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı- 2002 bildirilerinin (147-150) sayfalarına bakınız.