Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye'den önce Avrupa Birliği (AB) kapısından süzülüp girdi. Yani Türkiye'den yıllar sonra kurulmuş ve Türkiyenin tanımadığı bir ülke, modernleşme ve modernizmin ötesine geçme macerasında Türkiye'yi solladı...
Artık Kıbrıs Rum Kesimi diye küçümsediğimiz Kıbrıs Cumhuriyeti de, bizim 150 yıldır hayal ettiğimiz birliğin üyelerinden biri oldu...
Fare dağa küsmüş...
Demir perde ülkeleri diye acıma hissiyle baktığımız Macaristan ve Çek Cumhuriyeti de Avrupa Birliği'nin saygın birer üyeleri oldular bu karambolde...
Türkiye ise, fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış hesabı, ince ve acemi bir protesto ile karşıladı Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ve diğer demir perde ülkelerinin Avrupa Birliği üyesi oluşlarını, kendisinin ise üstü kapalı bir şekilde dışlanmasını...
AB'nin Türkiye'yi dışlamasını protesto etmek için, yeni üyelerin katılım törenine Türkiye'nin Dışişleri Bakanı düzeyinde katılmasına karar verenler, kafalarına göre diplomatik bir mesaj verdiklerini düşünsünler, o toplantılarda Abdullah Gül'ün her hareketi bana Dostoyevski'nin roman kahramanlarını anımsattı.
Dostoyevski kahramanları ve Türk diplomasisi
Gerçi Türk hariciyecisi Dostoyevski okumamıştır ya okuyanlar bilirler..
Dostoyevski'nin kahramanları birkaç kişi tarafından sevilen ama çoğunlukça nefret edilen kişilerdir. O kahramanlar, zamanla kendilerine değer verenleri de kaybederler ve korkunç bir bunalımla, adım adım şizofreniye yürürler.
Dostoyevski'nin kahramanları, kendi hataları ve kompleksleri nedeniyle toplum dışına itilirler ve bir yer altı yaşamına çekilirler...
Yeraltından Notlar'ın kahramanı da, Suç ve Ceza'nın Raskalnikof'u da böylesi bir dışlanmışlık sürecinden geçerler ve kendilerini dehşetli bir yer altı yaşamına bırakıverirler.. Onların yaşamında yani yeraltında sadece ıstırap, korku, dışlanmışlık hissi ve şiddetli bir kompleks vardır...
İşte, o kadar kelli felli Avrupa Birliği üyesi ülke başbakanının arasında gülümseyerek dolaşmaya çalışan, Abdullah Gül, bana Yeraltından Notlar romanından önemli bir bölümü anımsattı..
Kahramanımız, üniversiteden arkadaşlarının bir yemekte buluşacağını öğrenir ve kendisini zorla o yemeğe davet ettirir.
Gitmek ya da gitmemek ikilemi kahramanımızda dehşetli bir iç çatışmaya yol açar ve yıpranmış bir ruhla o yemeğe katılır. Ancak kimsenin kendisiyle konuşmaması, konuşanların kendisiyle dalga geçmesi kahramanımızın bunalımını artırır. O yemekte bulunanlar içinde ekonomik seviyesi en kötü durumda olan da kahramanımızdır, hukuk fakültesini yarıda bıraktığı için avukat olamayan da ...
Ve kahramanımız, beraber olmaktan sıkıntı duyduğu arkadaşlarından borç istemek zorunda kalır; bunalımın doruğuna çıkar... Sonunda arkadaşından dilenerek aldığı para ile bir randevu evine gider ve genç bir hayat kadınını ezmeye başlar.Yeraltından Notlar romanında yaşanan olaylarla, Türkiye-AB ilişkileri sürecinde yaşananlar benzerlik göstermiyor mu?
12 Eylülcülerin fotoğrafları nerede?
Romanlarla benzerlikler bir yana, bu fiyaskoda bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm siyasilerin irili ufaklı kabahatleri, hataları var...
Önceki gün Radikal Gazetesi, Türkiye'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu'na üyelik başvurusu yaptığı günden bu yana bu memlekette başbakanlık yapmış, siyasetçilerin resimlerini bir araya getirmiş ve baş köşeye de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın resmini oturmuştu. Gazeteye göre bu fiyaskonun nedeni, yarım asırdır görev alan başbakanlardı...
Ama eksik bırakılan birkaç resim vardı..
Mesela 12 Eylülcülerin resimleri...
Zira gerçekte, Türkiye'nin AB'ye girişini engelleyen, Türkiye'nin demokratikleşmesini ve yüz yılın projesine katılmasını engelleyen 12 Eylülcüler olmuştur..
Onların Türk demokrasisinde açtıkları yara; özgürlükleri kısıtlayan bir anayasa, bireyin düşünme ve üretme gücünü sınırlayan onlarca yasa olarak ortalıkta duruyorken, AB'ye girememekten sadece başbakanları sorumlu tutmak safdilliktir; o değilse 12 Eylülcülüktür...
En basit hesapla irdeleyin. AB, Türkiye'ye müzakere için 2004 yılını gösterdi.. Eğer 12 Eylülcüler, bu ülkenin 11 yılını çalmasalardı, yani 1980'de demokrasiye mola ve ara verilmesiydi, biz en geç 1996'da Avrupa Topluluğu'nun üyesi olurduk...
Avrupa Birliği'ne Kıbrıs Cumhuriyeti'nin tam üye olarak alındığı gün, Milliyet Gazetesi'nin halet-i ruhiyesi de pekiyi değildi...
Milliyet Gazetesi editörleri ise olaya, Demir Perde ülkeleri ve üyelik başvurularının eskiliği açısından bakmayı yeğlemişlerdi. Haberlerinde Macaristan'ın ve Çek Cumhuriyeti'nin demokrasiye 1990 yılında geçtiklerini, Türkiye'nin 1950'den beri demokrasi ile yönetildiğini, Türkiye'nin onlardan önce NATO'ya üye olduğunu filan anlatıyorlar. Söylemek istedikleri ise şu:
Biz Batı Bloğu'nun sadık bekçileriydik bizi niye dışlıyorsunuz?
Aslında Milliyet editörlerinin, AB karşısında biz eski dostuz hamasetleri atması, genelde Türk Hariciyesinin düştüğü bir hata. Türkiye'nin Hariciyesi Soğuk Savaş döneminden çıkıldığını, Türkiye'nin Avrupa'yı Sovyetler Birliği'ne karşı koruyan set olduğu günlerin geride kaldığını; NATO üyeliğinin Avrupa için değil ABD için önemli olduğunu, değişen dünyada iç işleri denilen bir olgunun kalmadığını anlamadı, anlamak istemedi.
Ve sonunda, Biz eski dostuz hamasetleri, Kıbrıs üzerinde ihtilafa düşen dört ülkeden ikisinin AB'ye girmesini, ikisinin kapı dışında bırakılmasını önleyemedi...
Sözü Dostoyevski'nin romanlarından açmıştık madem, yine Dostoyevski romanlarına dönelim..
Suç ve Ceza romanının baş kahramanı Raskalnikof , iki yaşlı kadını öldürür, bazı eşyalarını alır.Cinayetten sonra yaşadıklarının farkına yavaş yavaş varır; bu farkında olma durumu onun yüksek ateşle günlerce hasta yatmasına neden olur...
İyileştikten sonra da, dehşetli bir iç çatışma yaşar Raskalnikof; yaptığını kimi zaman unutmaya, kimi zaman hatırlamaya ve birileriyle konuşmaya çalışır...
Sonunda, cinayet mahalline döner Raskalnikof...
İşte Abdullah Gül'ün AB Katılım Toplantısındaki gezinmesi, konuşması bana Raskalnikof'un cinayet mahalline dönmesini anımsattı..
Türkiye bir hayali, Avrupalı olma hayalini öldürdü. Kimseyi kişisel olarak suçlamak niyetinde değilim ama, Abdullah Gül, bütün katillerin cinayet mahalline döneceği kanunu Türkiye adına uygulamak üzere oraya gönderilmiş gibiydi...
Mağlup olunan bir yerde dik dolaşmaya çalışmak. Raskalnikof da mağlup olduğu şehirde dik dolaşmaya çalışıyordu.
Ve ben Abdullah Gül'ü Raskalnikof'a benzettikçe, onun oralarda öyle ezgin gezdiğini gördükçe bir şiirin bir dizesi patladı durdu beynimde:
Raskalnikof'un bir Allahlık yalnızlığa ihtiyacı vardır!(NK)
* Vurgular ve ara başlıklar Bianet'e aittir.