Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti bu karar ile Irak savaşından sonra bozulan Türk-Amerikan ilişkilerinin yeniden stratejik ortaklık düzeyine çıkarılması için, önüne konulan İran ve Suriye testini kabul etmiş görünüyor. Öyle anlaşılıyor ki, sistemin pilot kabininde ABD ile ilişkilerin düzeltilmesi konusunda bir uzlaşma sağlanmış durumda.
İki kurum; TSK ve Hariciye
Hatırlanacağı gibi, bu kararın alınmasından önce ABDyi ziyaret eden Türk Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal, Türkiyenin, İran ve Suriye konusunda Amerikan pozisyonunu desteklediğini açıkladı. Washingtona yapılan bu onarım ziyareti ve ardından gelen açıklamanın dışişleri bakanı tarafından değil de müsteşarı tarafından yapılması zaten yeterince dikkat çekiciydi.
Çünkü Türk devlet sisteminin esas olarak iki kurum üzerinde durduğu söylenebilir. Bunların birincisi; Türk Silahlı Kuvvetleridir (TSK). Türkiyede her bakımdan özerk olan tek kurumdur. Sistemin kurucu kuvvetidir ve bu kuruculuktan gelen geleneksek ağırlığını anayasal olarak da garanti altına almıştır. Diğer kurum ise, Türk Hariciyesi; yani Dışişleri Bakanlığıdır.
Dışişleri Bakanlığı, diğer bakanlıklar arasında ve sivil siyaset mimarisinde özel bir yere sahiptir. İktidarda hangi parti olursa olsun, bakanlık koltuğunu kim işgal ederse etsin kurum içi terfi, tayin ve sicil işlemleri özerk olarak yürütülür. Osmanlıdan devraldığı güçlü gelenekleri vardır. TSK ve MİT ile eşgüdüm içinde çalışır. Dış temsilciliklerde askeri ateşe ve istihbarat görevlileri bulunur. Dış temsilciliklere görgüsü ve bilgisini artırsın diye ateşe göreviyle gönderilen kurmay subayların paşa olacağı neredeyse kesindir. Bütün bu personel, büyükelçi ya da konsolosların yönetiminde çalışır. Dışişleri bünyesinde ayrıca güçlü bir Dış İstihbarat birimi vardır. Büyükelçilik geri alınamayan unvanlar arasındadır.
Türkiye, İran kuşatmasında
Dolayısıyla Uğur Ziyalin ABD ziyareti, hükümetin değil devletin tasarrufu olarak yorumlanmalıdır. Ve gelinen aşamada, Türkiyenin İrana karşı ileride gerçekleştirilecek bir ABD askeri operasyonuna katılması, Irak savaşına göre artık çok daha yüksek bir olasılıktır.
Ancak Türkiyenin (daha çok TSKnın) bölgedeki ABD varlığını, Kürt sorunu bağlamında, orta ve uzun vadede bir tehdit olarak algıladığı da bilinmektedir. Bu nedenle Türkiye, bir yandan ABD öncülüğündeki emperyal koalisyona katılarak bu tehdidi en aza indirmeye çalışırken diğer taraftan da geleneksel ikili politikaya geri dönerek bölgede Washingtonu dengeleyecek yeni oluşumların arayışları içindedir.
İşte tam bu aşamada, TSKnın Avrupa Birliğine (AB) bakışında bir yumuşama olduğu dikkat çekmektedir. Ordunun, hükümetin hazırladığı 6. Uyum Paketi konusunda itirazlarına dikkat edilirse, bunların gerçekten de AB kriterleriyle ilgili olmadığı (her apartmanda bir mescit gibi) görülecektir. Türkiyenin, özellikle Almanya-Fransa ekseninde ki bu iki ülke Ortadoğuda Rusya ile birlikte hareket etmeye çalışmaktadır- yakınlaşma çabalarını bundan sonra yakından izlemek ilginç olacaktır.
AB seçenek olabilir mi?
Bu sitede daha önce yayınlanan bir yazımda belirttiğim gibi; AB, Irak Savaşı ve sonrasında Türkiyenin tehdit algılamalarındaki farklılaşmayı ve arayışını zamanında görememiştir. Ancak yeni durumu gecikmeli de olsa fark eden AB liderleri, tam da beklediğim gibi, önceki hafta Selanikte yapılan doruk toplantısında Türkiyeye güçlü bir sinyal vermeyi tercih ettiler.
Selanik Zirvesinde, Fransa ve Almanyanın Türkiyeyi okşayan yaklaşımlarının, örneğin, 2004ten önce üyelik görüşmelerinin başlayabileceği şeklindeki açıklamaların, sadece bir kandırmacadan ibaret olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla Türkiye, ABye yakınlaştığı sürece ABDden uzaklaşacaktır ya da tersinden söylersek eğer, AB tarafından dışlandığı taktirde Washingtonun hizmetine daha çok girecektir.
Ancak bu aşamada, Türkiyenin izlediği politika, aşığı ve kocasını birlikte idare etmeye çalışan bir zamparaya benziyor. Bu ilişkilerde Abdülhamitçi dış politika geleneğine karşın dengeyi tutturmak zordur. O nedenle her an trafik karışabilir. Daha kötüsü, bu aşk oyunundan kan da çıkabilir. (MY)