İspanya denince kan ve gözyaşıyla ağırlaşmış tarihsel akıbet gibi bildik hikâyelerden, monarşik baskıdan çoğulcu demokrasiye geçerken ortaya koyduğu uzluk ve feraset gibi alışılmamış deneyimlerden söz edilir. Bu nedenle, ülkenin ortak hafızada ilginç bir yeri vardır.
İber yurdunun bu benzersiz cevahiri, Emil Cioran’ın “kalbimin anavatanı” dediği bu Akdeniz vahası, onca kalabalık ve karmaşanın orta yerinde, biraz da hayatın akışını yumuşatan müşfik bir sığınak gibi. Zorunlu istikamet sayılan Barselona-Madrid aksından Toledo’ya çıkan başıbozuk, kendi ahengini kuşanmış, serbest adımlar.
Ilık bir bahar, güneş kedilerin sere serpe yatmalarını sağlayacak sıcaklıkta. Bitmemiş Sagrada Familia’nın (Kutsal Aile) kuleleri Barselona’nın yüreğinden fırlayıp gökyüzüne saplanmış… Sıra dışı bir mimarisi olan Sagrada Familia, kutsal aileye adanmış bir tapınak. Mimarı Antoni Gaudi, Hıristiyan dünyasının yeni peygamberi! İncil’i sayfa sayfa taşlara oymuş.
Barselona’da yapılması planlanan neo-gotik kilisenin inşasına başlandıktan bir yıl sonra –1883 yılında– görevi devralan Gaudi, her şeyi değiştirmiş, çizimler için 14 yıl inşaat alanında yaşamış, öldüğünde ise kriptasına gömüldüğü Kutsal Aile’nin sadece tek kulesi tamamlanmış. İnşaata başlanmasından bu yana bir yüzyıldan fazla süre geçse de bitmemiş, yapımı hâlâ sürüyor. Kutsal Aile’nin önünde uzun kuyruklar, burayı ziyaret bir hac. Bitmemesi acaba Kutsal Aile’yi yeniden ve yeniden yaratmak mı?
Kutsal Aile hiçbir yerde çocuklarına eşit davranmıyor. Kutsal Aile’deki hacıların arasından çıkıp küçük bir meydan olan Plaça del Pi’ye vardığınızda güneşin terk ettiği taş binaların arasında, henüz tomurcuğa durmuş tek bir ağacın önündeki ahşap bankta ayağının iki kat büyüklüğündeki terlikleri, taranmamış uzun saçları ile oturuyor genç kız, iki elinin arasında plastik bir bardağı sımsıkı tutuyor. Birden bire yüreği yakan bir ses yankılıyor meydanda, hangi dilde söylediğinin önemi yok. Yakarışı insan sesinin müziği: A capella… Birden hızla yerinden kalkıyor, hayalet gibi yandaki meydana geçiyor. Plastik bardağına koyacağınız bozukluklar için ardından koşmanız gerek.
Plaça Reial’de Jamboree: Caz Kulübü… Anlaşılan daimi dinleyicileri çoğunlukta, herkes birbirine selam veriyor, kısa sohbetler… Elinde beyaz bastonu ile gözleri görmeyen bir erkek en öndeki koltuklardan birine oturuyor. Otururken yanındakinin koluna çarpıyor ve şarap kadehi birazdan çıplak ayakla çiğnenecek taş zemin üzerinde tuz buz. Cam kırıkları hızla süpürülüyor, yeniden bir kadeh şarap geliyor. Tüm bunlar olağan bir sakinlik içinde yapılıyor. Katalan cazının medarı iftiharı Clara Peya’nın sahnesinde hareli sesi, çağıltılı eşliğiyle Judit Neddermann, ayakları çıplak, bir bar sandalyesinin üzerinde için için bir solonun girdabına çekiyor herkesi…
Kutsal Aile çocuklarına eşit davranmıyor. Barselona, gündüz vakti, yine ılık bir güneş insanın yüzünü okşuyor. Göçmenlerin mahallesi Raval’da kentin sokakları birden değişiyor. Kirli, bakımsız binalar, geceden kalmış çöp torbaları, güneş görmeyen balkonlardan, pencerelerden sarkmış çamaşırlar, banklarda uyuyanlar, evsizler, dükkânların önünde dikilenler… Bakkal-kasap-kafe karışımı bir dükkânın önünde elinde sigarasıyla yaşlı bir adam ciğerlerine çektiği dumanın da etkisiyle öyle bir öksürüyor ki daracık sokak boğuluyor! Dükkânın camekânında “bira ve helal et” satıldığı yazıyor. “Bu ne yaman çelişki mi” demeli, yoksa “hayat işte” mi?
İki sokağın arasında yer alan küçük park da evsizlerin mekânı olmuş. Uyku tulumlarını kenara bırakmış, banklarda oturuyorlar sessizce…
“Evsizlik sistemin işlemiyor olmasının bir sonucu değildir, bilakis, sistem böyle işliyor,” diyen Peter Marcuse’u düşünmemek mümkün mü?
Sants İstasyonu’ndan üç saati biraz aşan tren yolculuğunun ardında Madrid… Hava soğuk, yağmur yağıyor… Metro istasyonundan sürü halinde çıkan insanlar ellerinde rengârenk şemsiyeleriyle bir yerlere hızlı adımlarla ilerliyorlar.
Kutsal Aile çocuklarına karşı adil değil. Dünyanın en eski kentlerinden Madrid’in sokaklarında bir dilencinin, "Hava çok soğuk hiç değilse 20 cent verin,” yakarışı öylece asılı kalıyor gökyüzünde.
Karanlığı beklemeden, kentin yaldızlı ışıklarının büyülediği sokaklar geceye karışmadan, saat daha öğlene dönerken, yağmurdan ıslanmamak için Ortaçağ sarısı taş binanın saçağının altında, yüksek ökçelerin üzerinde kırmızı dudaklarıyla bekleyen fahişeler… Puerta del Sol’dan Callao yoluyla Malasaña’ya akıp giden bir buhur gibi, sessizce!
Kutsal Aile çocuklarına ihanet ediyor. Cumhuriyeti savunmak için silah ve mühimmat bulmak üzere garnizonu basan Madrid halkının iyicil hatırası, kaybedilen iç savaşın heder ettiği onca hayatın yasında seyreliyor…
O savaşı, haberleri ve romanları ile hafızalara kazıyan Ernest Hemingway Madrid’de… İspanya İç Savaşı’na tanıklık eden Hemingway’in kokusunun sinmediği hiçbir bar kalmamış. Başta Chicote olmak üzere, o barlarda arkadaşlarıyla buluşmuş, haber yazmış. Hatta yıllar sonra açılan barlardan biri kendini farklı kılmak için, “Hemingway burada asla yemedi, çünkü o sıralar biz yoktuk,” notunu düşmüş.
İspanya İç Savaşı: Centro de Arte Reina Sofïa Müzesi’nde Pablo Picasso’nun Guernica’sı, umudu lanetin kesafetinde iğneyle kuyu kazarak arayan anmalık. Tek başına bir salonda tüm heybetiyle duvarda asılı. İki müze görevlisinin başında nöbet tuttuğu tablo… Guernica’nın önünde oturan ilkokul öğrencilerine öğretmeni anlatıyor: Sadece büyük bir hayal kırıklığı ve yıkımı değil, aynı zamanda yeni bir doğuşu ve değişimi simgeler…
İspanya İç Savaşı’nı betimleyen tablo Naziler’in Basklar için manevi değeri büyük Gernika-Luma’ya düzenledikleri hava saldırısından esinlenmiş.
Tablonun yaratım sürecinin her aşaması Dora Maar tarafından fotoğrafa kaydedilmiş. Onlar yandaki salonda sergileniyor: Ölü çocuğuyla anne; Guernica için bir kadın kafası eskizi; insan yüzlü boğa başı; at için temrin; ağlayan kadın başı; yüzünü mendille örten ağlayan kadın başı…
Guernica’daki Boğa’ya Yunan mitolojisinde insan eti yiyen boğa minotauros ilham kaynağı olmuş.
Guernica’ya başka bir salondan dâhi desinatör Luis Quintanilla’nın Savaş Eskizleri - 1937 başlıklı çizimleri, afişler, şiirler selam veriyor. Orson Welles’in çok istediği halde aziz dostuyla buluşmayı bir türlü beceremediği New York ikametinden kalan bir andaç, bir özür notuyla beraber. Çizimler: Franco’nun Kara Siyah İspanyası, işkence sahneleri, hapishane hücreleri, eli sopalı faşistler, Franco’nun yardakçıları…
Ve elbette, Paul Eluard’ın 1936 tarihli şiiri Kasım¹:
Yıkıntılardan ev kuran şu inşaat ustalarına bakın
Zengin hepsi, sabırlı, düzenli, ise bulanmış ve şaşkın
Ama hepsi gayretkeş yalnız olmak için yeryüzünde
Kıyısındalar insan evladının ve çerçöpe boğuyorlar onu
Topluyorlar yerle yeksan döküntüsünü insansız sarayların
Her şeye alışıyor insan
Şu kurşun kadar ağır kuşlar dışında
Işık saçan her şeye duydukları nefret dışında
Onlara bırakıp göğü çekilmek dışında
Gökyüzünden söz edin ıssızlaşan gökyüzünden
Ne önemi kaldı bizim için güzün
Ustaların öfkeden canı burnunda
Güzü unuttuk biz
Ve ustaları da unutacağız elbet
Okyanus çekilirken kent tek bir damladan devşiriyor kurtarılmış suyu
Güpegündüz işlenmiş tek bir elmas tanesinden
Timsali olduğunu yadsıdığı şu korkunç salâhtan
Acı çekenlerin meskeni Madrid
Acı çekiyorlar
Ağsın diye yüksekteki öz hakikatine ağız
Kırık bir zincir gibi essin diye nadir tebessüm
Azat olsun diye insan anlamsız geçmişinden
Tanıdık bir sima çatsın huzurunda kardeşinin
Ve avare kanatlar taksın diye aklın omzuna
Afişler: batıl inanç hırkasından kurtulmuş, kadim kölelikten sıyrılmış, geleceğin inşasında aktif rol almaya muktedir Kadın. Faşizmin Pençesinden Kurtarın İspanya’yı, Demokrasi İçin Şarkı, İspanya İçin Silah…
Madrid’de yaşıyor eski ile yeni yan yana. İnsanlar dolup taşıyor barlardan kafelerden… İşte, 1888’den beri faaliyette olan olan Cafe Gijón; Madrid’in belleği: “127 senedir tüm ideolojiler için, tüm sanatçılar, yazarlar, aktörler, bohemler ve meslek erbapları için İspanya tarihinin Gran Cafe’siyiz. Bu mekânda yaşayan zamanı ve anıları muhafaza ediyoruz. İnsan bilimlerinin ve edebiyatın bu hamisinin ömrü uzun olsun.”
Bir yanda da Madrid’in en yaygın en ucuz birahanesi: Cervecería 100 Montaditos… 100 çeşit atıştırmalıkların Euro’ya meydan okuyan sloganı: Pazartesileri Euro’dan çıkıyoruz, bir montaditos 50 cent… Cervecería 100 Montaditos at yarışı oynayan gençlerle orta yaşlı kadın ve erkeklerin uğrak yeri…
Dünyanın tüm kentlerinin sosyal çeperlerindeki mahalleler ayakta kalmak için, yaşamak için, ekmek için kavga veriyor. Madrid’in işçi mahallesi Lavapiés bir taraftan yükü taşınmaz bir hal almış yaşamın külfetiyle soluksuz yol alırken, bir taraftan da kökleşmiş örgütlü suçun açtığı çukurdan kurtarmaya çalışıyor kendini.
Nihayet, Atocha’dan bir trenle kentin 70 kilometre güneyine, El Greco’nun yurdu Toledo’ya yapılan bir veda yolculuğu. Kastilya taşrasından Aragón’a dek ölmez bir geleneğin, mudejar taş işçiliğinin oya gibi örüldüğü oluklu sokaklar, küçük meydanlar, derbentler. Hâkim bir istihkâmın burçlarından aşağıyı seyredince, tüm düzlüğü bir vaha gibi sulayan Tagus’un Romalı görkemine vakar katan kollar, su harkları… Zamanı öğüten kunt bir el gibi kurulu o koca zemberek, Cervantes’in sesini çoğaltan yankı olmasın:
“Yumuşacık gecede
Bağından çözülmüş tutkular.
(…)
Ah, Toledo, elimden gelse
Onurun ve utkun için
Bir tarih yazabilsem
Meskenlerinden birinde senin.”[2]