Yazılacak o kadar çok şey var, ama ben hiçbirini yazmak istemiyorum.
İçinde sakat kelimesi geçen bir yazı yazmak istemiyorum artık.
Sıkıldım. Çok sıkıldım.
İşin ilginci sakat olmanın eğlenceli yanlarını keşfettiğim süreçte sıkıldım, sakat olmakla ilgili yazmaktan.
Yağmur başlıyor birden, önce usulca sonra hızla çarpmaya başlıyor damlalar camlara.
Bir süre yağmuru seyrediyorum.
Şimşek çakarken oluşan fotoğrafları hayranlıkla izliyorum. Ardından gelecek gök gürültüsünün başlama anını tahmin etmeye çalışıyorum.
Sokağın başındaki lambanın ışığında sanki bir şelale akıyor gibi görünüyor, o kadar güzel yağıyor yağmur.
Bodrum kattaki evimizde nasıl korkardım her yağmurda kanalizasyon taşacak diye. Şimdi mutlulukla seyrettiğim yağmur kabusumdu o zamanlar.
Yağmur dinince pencereyi açıyorum içeriye temiz hava girsin diye.
Sokağın başında konsolosluk görevlisi polis var gece nöbetinde.
Uzaktan selamlaşıyoruz.
Polis yaklaşıyor ve "Kitap mı yazıyorsunuz?" diye soruyor.
Çok şaşırıyorum yazı yazdığımı bilmesine. Biraz lafladıktan sonra, okumak için kitap istiyor benden. "Sürükleyici olsun!" diye belirttiği için, Behiç ak'ın Yıldızların Tembelliği ile bir de polisiye bir roman veriyorum.
Üst paragrafta, neden "Yazar olduğumu bilmesine şaşırıyorum!" değil, de "yazı yazdığımı bilmesine..." yazdım ya, ona takılıyorum birden.
Hala rahatça "yazarım," diyemememe yani.
Nedenini anlamaya çalışırken hatırlıyorum.
Kumlara uzanmış güneşliyorduk; gelen bir telefonla ikinci yazımın yayınlandığını öğrendiğimde.
Sevinçten havalara uçuyordum.
Biraz sonra yanımıza havlu atıp uzanan birisiyle sohbet ederken, ne iş yaptığımı sorduğunda, "Yazarım!" dedim o sevinçle.
Arkadaşım sevincimi kursağımda bıraktı; "Ne hakla yazar olduğunu söylersin? Yaşar Kemal gibi yazarlara saygısızlık bu yaptığın!" diyerek.
Çok bozuldum, ama savundum kendimi: "Bir berber bir haftadır berberlik yapıyor olsa da berberim der. 20 yıldır yapıyor olsa da. Kendimi kıyaslamadım ki, kıyaslayamam da zaten."
Arkadaşımın yazarlığı çok abarttığını düşünmüştüm. Bir çeşit pozitif önyargıyla adeta kutsuyordu yazarlığı.
Herkes yazar olamazdı ona göre.
Herkes yazı yazabilirdi ama yazar olmak başka bir şeydi.
Yaklaşık dört yıldır çeşitli gazete ve dergilere çok sayıda yazı yazmama rağmen, yeni yeni "yazarım," diyebiliyorum. O da gönül rahatlığıyla değil.
Şunu itiraf etmeliyim ki, "Ne iş yapıyorsun?" sorusuna, mühendisim, müdürüm, sekreterim, sunucuyum, reklamcıyım, sigortacıyım, gazeteciyim, pazarlamacıyım, kasiyerim gibi çok çeşitli cevaplar vermeme karışın, içlerinde en çok hoşuma giderek söylediğim iş: "Yazarım"
Benim ki de bir çeşit önyargı olmalı ki, en çok yazar olmak hoşuma gitti; bu hayatta olduğum pek çok şeyden daha fazla.
Belki de en çok okumayı sevdiğim için hayatım boyunca, yazarlara özel bir sempati duyuyorumdur.
Gönül rahatlığıyla "Yazarım" diyememeyi, eskiden sakatım diyememeye benzetiyorum.
Birincisinde bana kızacakları için, ikincisinde ise kızdıkları her şeyi o kelimeyle ifade ettikleri için.
Artık rahatça "sakatım" diyebildiğim gibi, "sakatım" demekten sıkıldım bile artık.
"Yazarım" demekten sıkılacağım günlerin hayaliyle yaşamaya devam edeceğim sanırım bir süre daha...
Bu arada sanırım içinden sakat geçmeyen yazı da yazamayacağım.
Fakat içinde sakat geçse de bu yazıyı yazarken sıkılmadım.
Galiba aslında sıkıldığım, yazının içinde sakat kelimesinin geçmesi değil, değişmemesi hiçbir şeyin. Ya da haksızlık etmeyeyim, çok az ve çok yavaş olması değişimin.
Birden, "Sakat olmasaydım yazmaya başlamazdım," dediğim geliyor aklıma.
Söylerken çok mutlu olduğum, "Yazarım" diyebiliyorsam bugün, sakat olduğum içindir.
Hayatın garip bir cilvesi bu da sanırım.
Hayatım boyunca başıma pek çok dert açan sakatlığım, "Yazarım" dememi sağladı.
Yazarım, çünkü sakatım.
Sezen Aksu'nun bir şarkısından bir bölümü hatırlıyorum birden:
Herkes gibi pek çok acılar çektim ben de elbet /
Ama kimseye nasip olmayan sevinçlerim de oldu./
Hayat sana teşekkür ederim. (NG/NM)