İdamlık Müşerref
Adı Müşerref.
İdamla yargılanmasına inat, koğuşun en şen şakrak kadınıydı.
Akşam olup da, perdeler kapandığında, üst kattaki erkekler koğuşundan gelen bağlamanın eşliğinde ya türkü çığırır ya da televizyondaki oyun havaları eşliğinde göbek atardı. Arada, kitap okumakta olduğum ranzamın başına gelip; "Ayşe kız, kalk sende iki dönüver" derdi.
Kocası maden köylüsüydü. Yılın yarısını köyünde-tarlasında, diğer yarısınıysa maden şehrindeki ocakta geçirirdi. Bir başına, yapayalnız geçirilen uzun gecelerin birinde göz göze geldiği bir adamla, ten tene gelme isteğine gem vuramayınca olanlar oldu.
Koca mezara, kendisi de sevgilisiyle cezaevine girdi.
Aşk affeder, devlet affetmez
Dostuyla bir olup kocasını öldüren Müşerref'e verilecek ceza o tarihlerde idamdı. Sanık sırasında sevgilisiyle oturuyor, hiç de suçlu gibi ezilip bükülmüyordu. Fotoğrafını çekerken arada başını eğse de, mahkeme heyetine "Yarim keskin bıçak, Nerde bende o yürek,Yardan cayacak" dercesine bakıyordu.
Sanmayın ki sevgilisini suçluyordu. Her ikisi de nasıl yürek birlikteliği yapmışlarsa, dil birliğiyle de "O suçlu değil, ben suçluyum" diyordu.
İkinci karşılaşma
Bir kaç ay sonra, bir akşam üstü kadınlar koğuşunun kapısından içeri girdiğimde, ilk karşılaştığım yine Müşerref oldu.
"Hoşgeldin. Geçmiş olsun" diyordu Müşerref. Merakla, gözlerinin içi gülerek. Haberi görüp görmediğini bilmediğimden, o geceyi, nasıl sabah ettim bilmiyorum. Öyle ya, bir bıçak darbesi içten bile değildi. Bir ara dalmışım.
İlerleyen günlerde, koğuştaki kadınlarla samimiyet kurulunca içim rahatlamış, haberi görmediğine hükmetmiştim. Ta ki, bir gün Müşerref, "Ben seni ilk geldiğin gün tanıdım" deyinceye kadar. Feleğimi şaşırmış, rahatım, rahatlığım kaçmıştı. Ne diyeceğimi bilemez halde, "Kızdın mı bana" diye sorduğumu anımsıyorum.
Ranzasına gidip, yastık altından çıkardığı gazete kupürünü önüme serip, "Neden kızayım ki, doğruyu yazmışsın" dediğinde "oh" çekmiştim.
Ya hep ya hiç
Müşerref'in hapisliği, zinanın ötesinde cinayettendi. Mahkeme tutanaklarına yansıyan öyküsü, klasik karı-koca-sevgili üçgeniydi:
Zina yapan kadın, bu suçun altında ezilince, çözümü kocayı ortadan kaldırmakta bulur.
Kendince haklıydı Müşerref.
"Kocam ocakta çalışıyordu. Bir ay evde, bir ay madende oluyordu. Maden dönüşünde de çok yorgun. Gönlümü hoş edemiyordu. K....'e aşık oldum. Evimizin karşısına dükkanı vardı. Gönlüm kaydı, ne yapayım" derken.
Şehirli kadından daha erken ve rahat cinselliğini yaşayan (erken evlilik ve üremeye dönük cinsellik) bu kadın için doğal dürtüleri "Ya hep ya hiç" diyordu.
"Neden boşanmadın?" diye sordum. "Boşanma ne ki? Biz boşanma bilmeyiz. Hem ikisini de seviyordum. İkisinden de vazgeçemiyordum".
İki, üç, beş karılılık var ama, İki kocalılık yok bizim geleneklerimizde. Müşerref de, iki sevdiği arasında kalınca, çözümü "balta"da buluvermiş, sorunu bir tarafın aleyhine kökten çözmüştü.
İşte bu devrede devlet girmişti yaşamına. Müşerref'e devletin sunduğu iki seçenek vardı şimdi: Biri nikah masası, diğeri de idam sehpası.
Koğuş Ağası ve Çingene Emine
Koğuşta iki Safiye vardı.
Biri, koğuşun en kıdemli mahkumu olduğundan koğuş ağasıydı. İdareyle mahkumların ilişkilerini o yürütüyordu. İdam cezası müebbede çevrilmişti. Onun kocasını öldürmesinin altında zina, kıskançlık, aşkla karışık bir gizem vardı. Safiye bana, "Senin gibi okumuş olsaydım her şey farklı olurdu" demişti.
O da devlet-baba"yla, iki kez "Ana-yasa gereği tanışmıştı.
Diğer Safiye, bir çingene kadınıydı. Bir Türk'e (onun deyimi)gönül vermiş, onun köyüne yerleşmiş, çocuk doğurmuştu. Koca tarafının "çingene" diye horlanmasına karşın, alışık olmadığı işleri yapmış, tarla sürmüştü.
Onun yazgısı; kocasının iş bulup, uzak madenlere gitmesiyle değişmişti. Gittiği kentte bir Türk kızını "karı" alan koca, baba ocağında bıraktığı Safiye'yi unutmuştu. İstenmeyen çingene gelin Safiye, bir tas çorbayı kendisine çok gören koca ocağından kopup, şehre gelmişti. Gidecek yeri yoktu. Türk'le evlendiği için ailesinin kabul etmediği Safiye, ayakta kalabilmeyi, kızına bakabilmeyi fuhuşta bulmuştu.
Zina boşatır!
Çingene Safiye'nin kendine göre bir namus anlayışı vardı. Kızı üstüne yeminler ederek, "Kocamdan başka adamla yatmadım hiç" derdi. Amiyane tabirle, ayaküstü işlerini bitirmişti erkeklerin. Ta ki, yarı resmi lojmanlardan birinde, birlikte olduğu adamın kalp krizi geçirip, ölümüne kadar.
"Kötü haber tez yayılır." Haber koca evine, oradan da çalıştığı şehre kadar ulaşmıştır. Mahkeme sürerken koca gelmiş, cinayetten yargılanan Safiye'yi zina suçuyla tek celsede boşayıvermiştir.
Devlet, onun yaşamına üç kez girmiştir:
Biri nikah masası, diğerleri cinayet ve boşanma davasıyla.
Adları var, kendileri yok
Müşerref ile Safiyeler'e ilişkin yazdıklarım, koğuştaki 16 ile 24 arasında değişen kadınların yalnızca üçüne ait. İki katlı tahta ranzalarında, kimi zaman koyun koyuna yattığım kadınların yerinde şimdi kimbilir kimler var.
O kadınların çoğu ilkokulu bile zor bitirmişti. Çoğu köyden gelmişti. Ve çoğu kocalarının-erkeklerin açtığı yoldan cezaevine düşmüşlerdi.
Ve suçların tümünün altında "cinsellik-cahillik" yatıyordu. Hemen hepsi kadına yönelik cinsel tacizin, mal olarak alınıp satılmanın kurbanlarıydı.
Başlık parası, zina, namus cinayeti başlıca suçlarıydı.
Zina suç mu tartışması?
"Zina suç olsun mu olmasın mı?" tartışmalarına bakıyorum da, neyin değişeceğini merak ediyorum. "Suç sayılırsa" daha az mı zina yapılacaktı? "Suç sayılmazsa", Türk aile yapısı tepetaklak mı olacaktı?
Müşerref nasıl, "Boşanmak ne ki?" diye soruyor, Safiyeler "Okusaydık her şey farklı olurdu" diyerek, yurdum kadınının içinde bulunduğu eğitim sorununu sergiliyorsa, değişen bir şey olmayacaktı.
Olmayacaktı zira; devlet zaten yatak odamızdaki röntgenci. Evlenirken aldığımız icazet; yatak odası mahremiyetinin, röntgenciliğin yasal "onay"lanmasından başka ne ki?
Röntgenci devlet
Müşerref'in kocasına inen balta, Güldünya'ya sıkılan kurşunlar, Safiyeler, Müşerrefler, Fatmalar ve Ayşelerin başına gelenler; yaşamları boyunca en fazla üç kez kapı çalan erkek egemen devletin, yasalarla teminat altına alınmış ahlakçı, baskıcı, yasakçı ve şiddete dayalı anlayışının bir sonucu.
Aslında tartışılması gerekenin "zina" değil, kendisini herşeyin üstünde gören, yurttaşıyla ilişkisini sözde yasalara dayandıran-adına hukuk düzeni deniyor-, gerçekte bir otorite olarak itaat isteyen devletin kendisi.
Kağıt üstündeki düzen ve düzenleniş güdük kalınca dine sarılan devlet; "beka"sını bireyin sırtından sağlayan bir ikiyüzlülük yumağı. (AD/BB)